Makale

SOSYAL TEVHİT Ve Önündeki Engeller

DİN DÜŞÜNCE YORUM

SOSYAL TEVHİT Ve Önündeki Engeller

Prof. Dr.Ramazan ALTINTAŞ
Necmettin Erbakan Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı

İSLAM dininin özünü tevhit inancı oluşturur. Tevhit kelimesi kök anlamı itibarıyla, “tek” anlamına gelen “ehat” ve bir anlamına gelen “vahit” sözcüklerinden türemiş olup “birlemek, bir şeyin bir olduğuna hükmetmek” demektir. Bu anlamda tevhit Allah hakkında kullanıldığı zaman “eşi, ortağı ve benzeri olmayan bir ve tek” manasına gelir. “Sizin ilahınız bir tek ilahtır.” (Bakara, 2/163.) ayetinde geçen “vahit” ile “De ki: O Allah bir tektir.” (İhlas, 112/1.) ayetinde geçen “ehat” sözcüğü tevhit kelimesiyle aynı köktendir.
Dinî ıstılahta ise tevhit; Allah Teala’yı zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir kabul edip; zatında, sıfatlarında ve fiillerinde O’na bir başkasını denk, emsal ve ortak tutmamaktır. Allah’ın birliği inancı olan tevhit, İslam binasının su basmanı gibidir. İnsana gönülde, dilde ve davranışlarda istikamet kazandırır.
Varlık alanında tevhit ise, her şeyin her şeyle ve her şeyin bir Şey’le ilişkili olduğunu ortaya koyar. Bir tek Allah inancı, kişinin hem kendini hem de yaşadığı kâinatı, başlangıcı, bugünü ve sonrası açısından anlamlandırmasını sağlayan esas unsurdur. Allah inancı olmaksızın bu anlamlandırmayı yapmaya çalışanlar, insanın aklını ve de ruhunu tatmin etmeyen birtakım saçma teorilerin kıskacında bocalayıp durmuşlardır.
Tevhidin zıddı, tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamaktır. Kur’an-ı Kerim’e göre; “açık hükümler karşısında ayrılığa düşmek” (Âl-i İmran, 3/105.); “dini ikame etmemek” (Şûra, 42/3.); “Allah ve Rasulünü birbirine rakip iki güç olarak karşı karşıya getirmek” (Nisa, 4/150.); “peygamberler arasında ayrımcılık yapmak” (Bakara, 2/136); “bireysel ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde Kur’an’a uygun davranışlarda bulunmamak” (Âl-i İmran, 3/103.); “dini parçalamak” (En’am, 6/159.) gibi davranışların her biri dinde tefrika çıkarmaktır.
Her ne kadar, Müslümanlar arasında yorum farklılıkları, bazı sınırlar içinde doğal karşılanırsa da sosyal ayrılıkları derinleştirici yorumlar toplumsal hayatın yapısını sarsacağı, Müslüman topluluğu parçalara ayırıp onların şevket ve kudretini zaafa uğratacağı için doğru bulunmamıştır. Nitekim bu konuyla alakalı olarak Kur’an’da:“Siz kendilerine apaçık ayetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın” (Âl-i İmran, 3/105.) buyrulmak suretiyle dinî alandaki tefrikaya dikkatlerimiz çekilmiştir. Yoksa dini hükümlerin anlaşılması ve yorumlanması konusunda delillere dayanılarak farklı görüşlerin beyanı tefrika değil, rahmet olarak telakki edilir. Müslümanlar arasında ihtilaf konusu olarak ortaya çıkan ilmî bir mesele; düşmanlık, kin ve ayrılıklara yol açmadığı sürece makbuldür. Eğer herhangi bir mesele, Müslümanlar arasında düşmanlık kin ve tefrika meydana getiriyorsa o, dinî ve meşru değildir.
Kur’an-ı Kerim’de açıkça İslam ümmetini bölecek tefrika kaynaklı dinde ihtilaf çıkarmak şiddetle kınanmıştır: “Dinlerini parça parça edip gruplara ayıranlar var ya, (Habibim) senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.” (En’am, 6/159.) Bu ayette geçen: “Dinlerini parça parça edenler” ifadesi, dinin bazı hükümlerini kendi hevasını onaylatıcı bir tarzda okuyan işine gelmediği için bazı hükümleri tanımayan ya da manevi tahrife giderek Allah’ın ayetlerini kendi nefsani arzularına alet ederek parçalayanlar, sosyal tevhit için değil de Müslümanların bölünüp parçalanması için çaba sarf edenler anlamına gelir. Yine aynı ayetin devamında: “Gruplara ayıranlar” tabiri ise, bir sapma vesilesi olan heva duygusuna taraftarlık ederek fırka fırka olup tefrikaya düşenler manasınadır. Burada ayrı bir öndere tabi olmak kınanmamaktadır. Kınanma, her bir önderin bir ada konumunda olan kendi topluluğunu diğer adalar arası geçişleri sağlayıcı ara köprüler kurmamasından dolayıdır. Sosyal ilişkiler bağlamında adalar arası köprülerin ortadan kaldırıldığı bir vasat, ümmetin birliğine değil, ayrılığına hizmet eder. Peşinen irade ve arzularını İslam milletinin birliğine, beraberliğine değil de şahsi kaprislerine tabi kılarak tefrika yönüne çevirenler hakkında Yüce Allah: “Kıyamete kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık.” (Maide, 5/14.) buyurmak suretiyle insanın seçimini bozgunculuk yönünde her zaman kullanabileceğine dikkatlerimizi çekmiş, böylesi bir tavrın yeryüzünde düzeltici bir mümin tavrı olmadığına işaret etmiştir.
Öte yandan erdemli müminlerden beklenen davranış, ellerin, toplumun birlik ve beraberliğini bozmaya değil, birleştirmeye uzatılmasıdır. Bedenlerin birliğinden önce, gönüllerin birliği gelir. Gönüller toplu vurmadıkça, bedenlerin birliği anlamsızdır. Gönüllerin birliğinin öncülü: “Rabbimiz, kalbimizde iman edenlere karşı kin bırakma.” (Haşr, 59/10.) şeklindeki fiili duaya sarılmaktır. Ancak bu şekilde tefrika denilen ve toplumun sosyal dokusunu paramparça eden nifak hastalığının üstesinden gelebiliriz. Bundan dolayı, İslam’ın bağlıları mütemadiyen hidayete uymaya, iyilik ve takvada yardımlaşmaya, ayrılığa düşmemeye ve var olmak için birlikte hareket gücünü korumaya davet edilir. Bu bağlamda İslam bütün dinî akımların üzerinde kuşatıcı bir şemsiye gibidir. Herkes bu şemsiyenin altında toplanma hakkına ve sorumluluğuna sahiptir.
İslami vahdetin olmazsa olmaz ilkelerinden birisi “ehlikıble” oluşudur. Aynı inanç esaslarına bağlı ve namazda Kâbe-i Muazzama’yı istikbali kıble edinenlere ehlikıble denilir. İnancımıza göre ehlikıble, tekfir edilemez. Esasen Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selam veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mümin değilsin.” demeyin. Allah katında pek çok ganimetler vardır.” (Nisa, 4/94.) buyrulur. Ayrıca dinde dışlamacılıktan sakınmak hususunda Hz. Peygamber’den gelen ağır uyarılar da söz konusudur. O uyarılardan birisi şöyledir: “Kim bir insanı/Müslümanı kâfir diye çağırırsa yahut öyle olmadığı hâlde, “ey Allah düşmanı” derse, söylediği söz kendisine döner.” (Buhari, Feraiz, 29; Müslim, İman, 27.) Dolayısıyla, İslam’a mensubiyetin temel ilkesi sayılan şahadeti ikrar eden bir kimseyi dışlamak, bir mümine yakışmaz. Kişilerin kalbine ancak Allah muttali olur. Bu sebeple Müslümanlar kendilerini bir yargıç gibi değil, davetçi gibi görmelidirler. Maalesef günümüzde bazı Müslümanlar, ağyara tanıdıkları hoşgörü ahlakını, birbirlerinden esirgemektedirler.
Yaşadığımız dünyada kimi Müslümanların sosyal tevhidi gerçekleştirmelerinin önünde en büyük engeller arasında zihin tekelciliği gelmektedir. Hâlbuki Kur’an caddesinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun, bütün müminler birbirinin kardeşidir. Müslümanlar, dinde zaruri olan noktalarda ittifak edip aralarında feri meseleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdırlar. Dolayısıyla aynı caddede her mümin yürüme hakkına sahiptir. Çağımızın bir âliminin ifadesiyle, bizim yolumuz ve metodumuz en doğru demek, diğerlerine o yolu kapatmak anlamına gelir. İşin doğrusu, bir Müslüman bizim metodumuz haktır diyebilir, hak olan sadece bizim metodumuzdur diyemez. Aksi bir tavır sosyal tevhidi zedeler. Bu sebeple, Müslümanların birbirlerine daima iletişim kanallarını açık tutmaları bir zorunluluktur. “Müslümanların Allah’a en yakın olanları selamı önce verenlerdir.” (Ebu Davut, Sünen, Sünnet, 198.) rivayeti bize bunu açıklar. Selâm, ötekine nasılsın demenin, yüreğini açmanın ve açık olmanın bir delilidir.
Sosyal tevhitten kopmanın bir diğer sebebi de grupların başlarındaki liderleri, hatasız ve masum görme hastalığıdır. Böyle bir inanç beraberinde itikadi bir sapmayı getirir. Peygamberlerin dışında herhangi bir kimse hakkında ismet iddiasında bulunmak, peygamberliğini iddia eden yalancının durumuna düşmek gibidir. Aslında hiç kimse doğrudan kendisi hakkında ismet nitelemesi yapamaz, ancak ona aşırı derecede sevgi besleyenler bunu yapar. Çünkü aşırı sevgi gözü kör eder. Böyle bir kimse de çok sevdiği kimsenin eksik ve kusurlarını göremez. Aşırı nefret de gözü kör eder. Kişi, sevmediği kimsenin hep olumsuz taraflarını görür. Bunun ikisi de yanlıştır. Ortasını bulmak, hakkaniyet ve istikametten ayrılmamak gerekir.
Sosyal tevhidin önünde en büyük engeller arasında taassup bir başka hastalık türüdür. Tefekkür, tezekkür ve tahkike dayalı bir iman ve İslam anlayışına sahip olmamak taassubu derinleştirir, Müslümanların birbirlerine yüreklerini kapatmalarına hizmet eder. Bu engeli ancak, eleştirel akıl anlayışıyla aşabiliriz. Müslümanların bilgi düzeyleri yükseltilmedikçe birlik çevresinde tartışılan sorunlarımız var olmaya devam edecektir.
O hâlde gelin, miladi 12. yüzyılda “itikatta orta yol” diyen İmam-ı Gazali’nin çağrısını, yeni bir üslupla yeniden seslendirelim. Tekfir ve tefrika, sosyal tevhidin iki düşmanıdır. İslam âlemini “tekfir ateşi ve tefrika hastalığı” sarmadan ıslah etme yolunda ciddi adımlar atalım. Bu konuda ön şartımız, “Ben Müslümanım diyen bir kimseye, sen mümin değilsin.” deme hakkımızın olmadığını bilmemizdir.