Makale

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN -Söyleşi

SÖYLEŞİ

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN

“Peygamberlik süresinin yarısını sadece tevhit eksenli tebliğ ile geçirmenin anlamı, önce gönüllerin şirk unsurlarından arındırılıp tevhit inancı ile donatılması, temelin sapasağlam atılması demektir.”

Dr. Lamia LEVENT ABUL

Yüce Allah’ın: “Hiçbir peygamber göndermedik ki ona ‘benden başka tapacak yoktur, yalnız bana kulluk edin!’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiya, 21/25.) ayetinde buyurduğu üzere tüm peygamberler tevhidi tebliğ etmekle vazifelendirilmişlerdir. Her peygamberin mücadelesini verdiği tevhit, neden bu kadar önemli?
Allah Teala’ya hamd ü sena, Rasulü Hz. Muhammed Mustafa’ya salat ü selam, âl ve ashabına ve onların yoluna güzelce tabi olanlara saygı ve ihtiram ile sözlerime başlıyorum.
Tevhit, -sizin de bildiğiniz gibi- terim olarak, Allah Teala’nın mutlak birliği ve tekliği demektir. Bu gerçeğin kabul ve itiraf edilmesi tevhit inancını oluşturur. Bu inancımızı “La ilahe illallah” demek suretiyle ortaya koymuş oluyoruz. Böylece biz evrendeki tek gerçeği kabullenmiş, yaratıcı - yaratılan çizgisinde, bir başka şekilde söyleyecek olursak, uluhiyet ve ubudiyet kavramlarıyla konumlandırılan varlık nedenimizi yani kulluk durumumuzu fark ve teslim etmiş oluruz.
Tüm peygamberlerin tebliğ ettiği inanç esaslarının, asli ifadesiyle usulü’d-din’in esası, tevhittir. Allah’tan başkasını O’na eş-ortak kabul edip bu ortak kılınanlara kulluk etmek ise, şirktir. Şirk, yegâne yaratıcıyı yok sayıp inkâr etmek değil, ona ortak veya ortaklar yakıştırmak demektir. Bu sebeple de yaratılanların tümünün varlığına ve hukukuna saldırı anlamı taşıdığı için en büyük zulümdür. (Lokman, 31/13.) ve Allah Teala’nın, affetmeyeceğini bildirdiği yegâne günahtır. (bk. Nisa, 4/116.)
Yüce Rabbimiz, Zariyat suresinin 56. ayetinde, “Cinleri ve insanları ben, ancak (beni birleyip sadece) bana kulluk etsinler diye yarattım.” buyuruyor. Bir başka ayet-i kerime’de de “Elâ lehu’l-halku ve’l-emr; yaratmak da yönetmek de Allah’a aittir.” buyruluyor. (bk. A’raf, 7/54.)
Tevhit inancı üzere yalnızca kendisine kulluk etmeleri için yarattığı kullarına Allah Teala’nın yönetmekle ilgili hükümlerini tebliğ etmekle görevlendirilmiş peygamberler, ilahî iradenin mükellefler arasındaki temsilcileri konumundadırlar. Yönetimle ilgili hükümleri kabullenmek de Allah’ın birliğini kabullenmekle başlayacağına göre rab-kul ilişkilerinin esasını tevhit teşkil eder. Bu sebeple tüm peygamberler tevhit tebliği ile görevlendirilmişlerdir. Nitekim Peygamber Efendimiz de bu durumu “Ben ve benden önceki peygamberlerin en önemli ikrar ve çağrısı, ‘bir olan, eşi-ortağı bulunmayan Allah’tan başka tanrı yoktur.’ sözüdür.” (Muvatta, Kur’an, 32, Hac, 246, Daavat, 122.) diye açıklamış bulunmaktadır.
Böylesine asli bir meselenin, Allah’ı bir bilip yalnızca O’na kulluk edilmesi görev ve şerefinin, bütün Allah elçilerinin çağrı odağını oluşturması kadar tabii ne olabilir?
Hz. Peygamber’in özellikle Mekke döneminde, tebliğinin tevhit ekseninde olduğunu görüyoruz. Bu konuda neler söylersiniz?
Evet, Rasuller dizisinin son incisi Sevgili Peygamberimiz peygamberlik süresinin tam yüzde ellisini, 11,5 yılını sadece tevhit inancını insanların gönüllerine yerleştirme gayretleriyle geçirmiştir. Mekke döneminde İsra ve Miraç olayına kadar, sadece ve sadece Allah’ın birliğini, mutlak kudretini ispat etmek ve putların, daha doğrusu şirk unsurlarının hiçliğini anlatmak öne çıkmıştır. Bir başka şekilde söylersek, bu dönemde tek gündem maddesi, Kur’an kıraatine dayalı tevhit tebliğidir. Bu durum yüce kitabımızın Mekki surelerinde açık seçik görülmektedir.
Peygamberlik süresinin yarısını sadece tevhit eksenli tebliğ ile geçirmenin anlamı, önce gönüllerin şirk unsurlarından arındırılıp tevhit inancı ile donatılması, temelin sapasağlam atılması demektir. Bu sebeple de çok önemli hatta zorunlu bir adım ve yöntemdir. Gönüller kazanılmadan davranışlar şekillendirilemez. Din, inanç ve amelden oluşur. İman olmadan amelin bir değeri olmadığı gibi, amel ile kendisini açığa vurmayan ya da vuramayan bir iman da sosyalleşme imkânı bulamaz.
Mekke döneminde -tabir caiz ise- İslam sistem ve medeniyetinin temeli, her türlü inanç sapmalarına, sosyal darbelere, ahlak çöküntülerine dayanacak kıvam ve sağlamlıkta atılmıştır. Sonraki yıllarda bu temel üzerinde dinî kural ve kurumlar kolaylıkla toplumda kendilerine ait yeri almıştır. Mekke devrini İslam’ın, tevhit inancı ile temellendirilmesi süreci olarak değerlendirmek, sanırım o dönemin yapısal anlamını en özlü ve kapsamlı şekilde anlatmak demektir.
Hz. Peygamber Medine döneminde farklı din, inanç, düşünce ve ırklardan oluşmuş bir toplumda vahdeti gerçekleştirmiş ve tüm bu farklı özellikteki insanlardan güçlü ve güvenli bir devlet meydana getirmiştir. Medine dönemini bu açıdan nasıl değerlendirirsiniz?
Medine dönemi tevhit dini olan İslam’ın toplum, devlet ve medeniyet olarak sistemleşme ve kurumsallaşma devresidir. Bu dönem, evet sizin de söylediğiniz gibi, inanç, düşünce ve ırki anlamda köken farklılıklarının, kavim-kabile ayrışması ortamının tevhit inancı ve Hz. Peygamber’in öncülüğü ile toplumsal vahdete ve güvene kavuşturulma başarısının yaşandığı “saadet asrı” olmuştur. Bu tarihî gerçekliği şöyle de ifade etmemiz mümkündür: Mekke döneminde yoğun olarak uygulanan tevhit tebliği hicreti doğurmuş; hicret olayı Medine döneminde tevhit tebliğini ve vahdet toplumunu yoğurmuştur. Yine bu dönem için, ümmet-i Muhammed’in sünnet-i Muhammed ile Kur’an-ı Kerim’e endeksli olarak gerçekleştirilme dönemi dememiz mümkündür. Bu sebeple de günümüz Müslümanları bizler için o dönemin fevkalade önemini ve yegâne örnekliğini, -bölünmüşlüğümüzün sorumlu ve aktörlerinin kulakları çınlasın diyerek- vurgulamış olacağımıza inanıyorum.
Kelime-i tevhit; “La ilahe illallah Muhammedün Rasulüllah” Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed (s.a.s.) O’nun elçisi olduğuna iman etmeyi içeriyor. Dolayısıyla peygamberimize iman etmek tevhidin bir gereğidir. Bu hususta neler söylersiniz?
Tevhit inancının gereğini ve tevhit dışı kabullerin sapkınlık olduğunu biz Müslümanlara, ümmet-i Muhammed’e Peygamber (s.a.s.) Efendimiz; bizden önceki ümmetlere de kendi peygamberleri öğretmişlerdir. Yani her peygamber mutlaka tevhidi tebliğ ve telkin etmiştir, bu sebeple de peygamberler Allah elçileri ve tevhit tebliğcileridir. Tevhit gerçeğini öğreten peygamberlere inanmak, tevhit inancının ayrılmaz bir öğesidir. Tevhit, pek tabii olarak peygamberlerin, Allah Teala’nın elçileri olduğunu kabul edip bir şekilde bunu ifade etmeyi gerektirmektedir. Bu sebeple biz La ilahe illallah Muhammedü’r-rasulüllah ifadesini kelime-i tevhit olarak kabul eder ve dillendiririz. Kelime-i tevhidin ilk cümlesinin tek başına açıkça söylenmesi, ikinci cümlesinin de zımnen söylenmiş olduğu anlamında kabul edilir. Gerek kelime-i tevhit gerekse kelime-i şehadet, İslam imanının ve tevhit inancının olmazsa olmaz ilkesidir. Kesinlikle iddia edildiği gibi bu bir ikilem ifadesi ve tevhide eklemleme değildir.
Efendimizin sizi en çok etkileyen yönleri hangileridir dersek neler söylemek istersiniz?
Bu sorunuza “hangi yönü insanı etkilemez ki?” diye cevap vermeme “en çok” kaydınız engel oluyor. Rahmetli Muhammed Hamidullah hoca, “Rasulüllah Muhammed” kitabının önsözünde “Efendimiz hakkında eser yazan kimseler vesika yokluğundan değil, vesika bolluğundan sıkıntı çekerler.” der. Ben de şimdi “seçme sıkıntısı” çektiğimi itiraf etmeliyim.
Efendimizin “ameli bir hayat” sahibi yani davetini bizzat kendisinin yaşamış olması; kendisine asla bir ayrıcalık tanımaması, yaşadığı hayatın her aşamasının incelenebilir bir şeffaflıkta olması, hayatının araştırılamayan kesit ya da kesitlerinin olmaması, toplumun her kesimine örnek ve önder olacak zenginlik ve ahenkte, ifrat ve tefritten uzak mutedil bir kul-resul hayatına sahip bulunması beni en çok etkileyen yönleri olmuştur. Bendeniz Efendimiz’in sünnet-i seniyyesini tek kelime ile anlatmamı isteyen dostlara, temelinde engin şefkat, merhamet ve sevgi barındıran bir terim ile “itidal” diye cevap veriyorum. Duygu ve davranışlarda itidal yitirildiği zaman, aynı imanı paylaşanlar aynı değerleri benimsediklerini söyleyenler arasında bile -günümüzde görüldüğü gibi- karmaşa ve kaos hâkim olur. Merhum Âkif’in ifadesiyle, beşer yırtıcılıkta yamyamları geçer, dişsiz ve güçsüzleri kardeşleri yer.
Bugün İslam dünyası bir tefrika ile karşı karşıya ve birtakım nevzuhur dinî anlayışlar yoluyla Müslümanlar arasına fitne tohumları ekiliyor. Müslümanlar bu tefrikalara karşı tevhit ve vahdeti nasıl gerçekleştirebilirler?
Kitap ve sünnet çizgisini takip etmek, Kitap ve sünnete sımsıkı sarılmak (i’tisam) suretiyle gerçekleştirebilirler. Başlangıçta toplum nasıl her türlü yoz, yabancı ve saptırıcı unsurlardan tevhide sarılmakla yeni bir şekle kavuşturulmuş, vahdet ve rahmet toplumu hâline getirilmiş ise, günümüzde de sizin ifadenizle “nevzuhur dinî anlayışlar” terk edilip Hz. Peygamber ve ashabının yaşadığı dinî anlayış ve yaşayışı benimsemek ve öncelemekle ümmet birliği ve birlikteliği büyük ölçüde temin edilebilir. “Ben Müslümanlardanım” diye duruşunu ve kimliğini ortaya koyma yerine, “İslam benim anladığımdan, benim yaşayışımdan ibarettir.” manasına gelen söylem ve davranışlar, tekelci ve parselci yaklaşımlar, gerçekliği tartışmalı “bizim kapımız herkese açık” lakırdıları devam ettiği sürece “toplumsal vahdet” acı bir hayalden ibaret kalmaya mahkûmdur.
İslam coğrafyasının her bir yanında savaşlar, çatışmalar ve göçlerin sürdüğü bir kaos hâli hakim. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in toplumsal vahdet hususunda ortaya koyduğu mücadele daha anlamlı bir hâle geliyor. Bizim Müslümanlar olarak nasıl bir ders çıkarmamız gerekiyor?
Çıkaracağımız ders, tefrikayı çoğalma yerine gerçekten vahdeti arayıp gerçekleştirme ve böylece tevhit inancının gereğini yerine getirme noktasında yoğunlaşmaktadır.
Burada peygamberlerin verdiği tevhit mücadelesinde dikkat çeken iki tarihî olgu ve yönteme işaret etmekte fayda görüyorum.
Birincisi, müminlerden yana tavır almak. Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, hiçbir peygamberin, birileri istemiyor, tehdit ediyor diye hiçbir mümini -sosyal durumu ne olursa olsun- çevresinden uzaklaştırmamış, kovmamış olduğu açıklanmaktadır. Hatta tam aksine inananlara kol kanat germiş, onları korumuş, desteklemiş, inananlardan yana ağırlık koymuş oldukları anlatılmaktadır. Hz. Nuh’un, Hud suresinin 29-31. ayetlerinde yer alan şu sözleri, bahis konusu tavrın belgesidir:
“...Ben iman edenleri kovamam... Ey milletim, ben onları kovarsam, beni Allah’ın azabından kim koruyabilir? Düşünmüyor musunuz?... Sizin gözlerinizin hor gördüğü kimseler için, “Allah onlara asla bir hayır vermeyecektir.” diyemem. Onların kalplerinde olanı, Allah daha iyi bilir. Onları kovduğum takdirde ben, gerçekten zalimlerden olurum.”
O hâlde her türlü kaos ortamında tevhit eksenli düşünüp, inananlardan yana tavır almak, sosyal hayatta tevhide inananlar arasında bulunması gerekli olan vahdetin temel kuralı, başlangıç noktasıdır.
İkincisi, inançlı/muvahhit nesiller yetiştirmek. Bu konuda, Taif dönüşü Karn-ı sealip denilen yerde, her ne isterse yerine getirileceği, istemesi hâlinde Mekkeli müşriklerin toptan helak edileceği Cebrail (a.s.) tarafından kendisine bildirildiği zaman Rasul-i Ekrem (s.a.s.) Efendimiz’in verdiği cevap, tevhit tebliğinin ileriye dönük yöntemini ve bir anlamda da vahdet toplumu dileğini ortaya koymaktadır:
“Ben rabbimden, onların yok edilmesini değil, soylarından yalnızca Allah’a kulluk eden, ona hiçbir şeyi ortak koşmayan (muvahhit) bir nesil getirmesini dilerim.” (Buhari, Bed’ul-halk, 7; Müslim, Cihad, 111.)
Öte yandan Efendimizin kıyamet koparken bile eldeki fidanı dikme tavsiyesi; fidan dikmeyi çocuk yetiştirmek diye anlayanların yorumunu benimseyecek olursak, karmaşa ve kaos ortamlarında hem tevhit tebliği hem de vahdet toplumu inşası bakımından muvahhit nesillerin yetişmesine gayret edip zemin hazırlamak gerektiği anlaşılacaktır.
Bana göre, sözünü ettiğiniz İslam topraklarındaki yürekler acısı duruma ve benzerlerine yönelik olarak, Efendimizin verdiği mücadeleden çıkaracağımız ders, bu noktalarda yoğunlaşmaktadır. Bunların gerçekleştirilebilmesi için de merhum Âkif’in diliyle söyleyecek olursak, “felah-ı ümmet için çırpınan kalb-i rahîm” sahibi olmak ve “İhvan-ı İslam” olmayı öncelemek gerekmektedir diye düşünüyorum.
Söz buraya gelmişken, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığının bu seneki Kutlu Doğum Haftası etkinliklerine ana tema olarak “Hz. Peygamber, Tevhit ve Vahdet”i belirlemiş olmasını, özelde milletimizin, genelde ümmetin inanç ve toplumsal birlikteliği konusunda yeni açılımlara vesile olabilecek nitelikte görüyor, tebriklerimi, başarı dileklerimi sunuyorum.

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
1945 yılında Samsun, Ladik’in Küçükkız-oğlu köyünde doğdu. İlkokulu bitirdikten sonra hafızlığını ikmal etti. 1966’da Kayseri İmam Hatip Lisesi’ni, 1970’te İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nü bitirdi.
1977’ye kadar Diyanet İşleri Başkanlığı merkez ve taşra teşkilatında çalıştı. Ankara, Yenimahalle Vaizi iken İstanbul’da açılan Haseki Eğitim Merkezi’ne kursiyer olarak katıldı. Kursun bitimine altı ay kala 5 Aralık 1977’de İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’ne hadis asistanı olarak göreve başladı. 1982 yılında Erzurum İslamî Bilimler Fakültesi’ne sunduğu “Muhtelifu’l-Hâdis İlmi: Doğuşu, Muhtevası ve Çözüm Yolları” adlı teziyle doktor oldu. Bir ara kültürel işlere bakan müdür yardımcılığı görevini yürüttü. 1987’de doçentliğe, 1993’te de profesörlüğe yükseldi. 1994-97 öğretim yıllarında Marmara Üniversitesi İlahiyat Meslek Yüksek Okulu Müdürlüğü görevinde bulundu. Üçü erkek biri kız dört çocuğu vardır.