Makale

Vahdete Engel Mezhepçilik

GÜNDEM

Vahdete Engel Mezhepçilik

Prof. Dr. Cağfer KARADAŞ
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Vahdet
Çocukluğumuzda bize rabbimizin Allah, peygamberimizin Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) olduğu öğretildi. Tarihi köklerimizle bağ kurmak için Hz. Adem’in zürriyetinden, Hz. İbrahim’in milliyetinden, Hz. Muhammed Mustafa’nın ümmetinden olduğumuz sorulu cevaplı zihnimize nakşedildi. Çünkü biz Allah’ı bir, peygamberi bir, zürriyeti bir, milliyeti bir ve ümmeti bir insanlardık. Yani vahdetin çocuklarıydık. Biz o zamanlar gösterişten uzak, görünüşe aldanmayan, içten ve içtenlikli bir yaşantının parçası, tarihin derinlerinden gelen bir mirasın devralıcısı, her soruna birlik ve beraberlik içinde çözüm üreten bir tecrübenin sahibiydik.
Evet, İslam bir vahdet dini olarak geldi. Başta onu getiren Yüce Peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.) olmak üzere tüm müntesipleri Allah’ın birliği ve yegâne rablığı önünde bütün insanların kul olduğu ilkesinde buluştu. Çünkü Yüce Allah Kur’an’da, “Sizler birbirinizden meydana geldiniz, bir asıldan ve eşit olarak yaratıldınız.” (Âl-i İmran, 2/195; Nisa, 4/25.) buyurarak kişilerin cinsiyetleri, renkleri, ırkları, yapıları ve çevrelerinden kaynaklanan farklılıklarının bu eşitliği bozmayacağını vurguladı. Bu tür farklılıklar bilişip tanışmak için sadece bir araçtı. (bk. Hucurat, 49/13.) Tıpkı bir şehrin ismi, sokağın numarası, toprağın rengi, dağın yüksek, ovanın düz olması gibi. Zaten Hz. Peygamber’in bütün insanlığa çağrısı bu ortak nokta üzerinden gerçekleşti. Yine Hz. Peygamber’in hicret sonrası, Mekke’den gelen muhacirler ile Medineli ensarı kardeş yapması, orada yaşayan Yahudiler ile bir arada yaşama belgesi olan Medine Sözleşmesini imzalaması, bu ortak zeminin bir gereği idi.
Mezhep olgusu
İnsanların olduğu yerde görüş ayrılıkları da kaçınılmaz bir gerçekliktir. Nitekim sahabe arasında Hz. Peygamber zamanında olduğu gibi sonrasında da görüş ayrılıkları oldu. Aradaki fark Hz. Peygamber hayattayken bu görüş ayrılıkları çok fazla gün yüzüne çıkmıyor, onun liderliği etrafında birlik ve bütünlük sağlanıyordu.
Hz. Peygamber’in irtihali ile birlikte görüş ayrılıkları ayrışmalara, gruplaşmalara hatta çatışmalara dönüştü. Zaman içinde bu durum mezhep şeklinde kurumsal yapılara evrildi. Bu süreç aslında bütün dinler için doğal bir gelişmeydi. Mezheplerin oluşum nedeni, din içinde farklı bir yorumun ve anlayışın ortaya çıkması, amacı ise dinî hayatı sağlam esaslara bağlayarak sürdürmek, insanın çelişkiden uzak dengeli bir şekilde dinî hayatı yaşamasını sağlamak, diğer bir ifadeyle bizzat Hz. Peygamber tarafından tanımlanan “kurtuluşa erenler topluluğu=fırka-i naciye” ismini alan tarafta yer almaktı. Kurtuluş, Allah’ın rızasına ermek, hak ve adalet yolu üzere olmak, cehennemden kurtulmak, cennete kavuşmak anlamına geliyordu. Bütün mezheplerin yegâne amacı ve çabası bunu gerçekleştirmekti.
Şu kadar var ki, bir topluluğun ve yaşama biçiminin mezhep sayılabilmesi için belli unsurları ve kriterleri taşıması gerekiyordu. Nitekim bir mezhebi oluşturan dört unsur vardır. Bunlar; mezhebin tabanını teşkil eden topluluk, etrafında toplanılan bir imam/lider, mezhebi yaşatan ve sürdüren davetçiler ve son olarak sistematik fikri yapı. Sağlam kaynaklara dayanması ve dinin temel alanlarında özgün fikirler ortaya koyması ise mezhep olmanın temel şartlarıdır. Dinin genel çerçevesini gözeten ve yukarıdaki amaçlara hizmet eden bu şekildeki mezhebi oluşum, dinin zemininin sağlam tutulması ve hayatiyetini sürdürmesi için faydalı kurumsal bir yapıdır.
Mezhepçiliğin ortaya çıkışı
Ancak gerçek hayatta yaşananlar bu teorik anlatımda olduğu gibi gerçekleşmedi. Daha Hz. Ali döneminde ortaya çıkan Hariciler, her konuyu din ve iman meselesi hâline getirdiler, kendileri gibi düşünmeyen diğer Müslümanları tekfir etmek yani din dışında görmek suretiyle fitne ve çatışmanın fitilini ateşlediler. O dönemde sahabe arasında ciddi tartışmalar ve çatışmalar vardı. Ancak sahabeden hiçbiri ötekinin dinini ve imanını tartışma konusu yapmamıştı. Aralarındaki tartışma ve çatışmanın bir siyasi ve iktidar çatışması olduğunun bilinci içinde hareket etmişlerdi. Ancak sahabe arasındaki bu anlayışın tam tersi olarak Haricilerin başlattığı tekfir fitnesi, zaman içinde mezhepçilik fitnesinin doğmasını beraberinde getirdi.
Halbuki mezhep dini temsil edebilir ama din bir mezhepten ibaret görülemezdi. Bir diğer ifade ile bir mezhebe bağlanan kişi dinin bir müntesibidir. Bir mezhebin usul ve furuuna göre dinini yaşamak, o dinin bizzat kendisini yaşamaktır. Ancak dini, bir mezhepten ibaret görmek, diğer bir deyişle dini bir mezhebe indirgemek, mezhepçiliktir. Bugün de aynı sorunla karşı karşıyayız. İslam dinini kendi mezheplerinden ibaret gören bazı gruplar diğer mezhep mensuplarını dışlamak suretiyle vahdeti parçalamak, daha da vahimi tefrika ve fitneye kapı açmak gibi tehlikeli bir yola girmiş görünmektedirler.
Halbuki ihtilaf rahmet, tefrika ise zulmettir. Bunun anlamı insanların aralarında görüş ayrılığı bulunması kaçınılmaz, doğal bir durumdur; hatta bu yeni fikirlerin ortaya çıkmasını ve hayatın kolaylaşmasını beraberinde getirmesi açısından gerekli ve faydalıdır. Asıl doğal olmayan şey, fikir ayrılıklarının ötekileştirme aracı hâline getirilmesi ve bazı insanların bu yolla dışlanmasıdır. Hayatın akışı içinde insanlar birbirinden farklı olmalarına rağmen ya yan yanadırlar ya da karşı karşıyadırlar. Yan yana olmak dayanışma, karşı karşıya olmak ise muhabbetleşme ve kucaklaşma olması gerekirken mezhepçilikle bu hâl nefret, fitne ve tefrikaya dönüştürülmektedir.
Her mezhep İslam’ın daha iyi yaşanması ve temsili için ortaya çıkmış kurumsal yapılar olduğu hâlde mezhepçilikle birlikte ortaya çıkan görüntü tam bir hazımsızlık ve müsamahasızlıktır. Çünkü mezhepçilik aynı istikamete giden yoldaki şeritlerin aynı hedefe gittiğini anlamayan bir kafa yapısının ürünüdür. Halbuki yol kaç şerit olursa olsun aynı hedefe gitmektedir. Öte yandan mezhepçilik sadece kendisini ve grubunu hak ve haklı gören sığ ve dar kafa sahibi olmanın bir sonucudur. Bu insanlar biraz düşünse, başkalarının da hak üzere ve haklı olduğunu görebilir. Eski âlimlerin belirlediği “benim mezhebim haktır ama diğer mezhepler de hak olabilir” ilkesi her zaman ve zemin için geçerlidir.
Günümüzde durum
Özellikle sömürge dönemiyle başlayan modern zamanlar, dünya ve ahiret hayatına bakışın değişmesini, kadim değerlerin aşınmasını beraberinde getirdi. Bu da sonuçta zihniyette ciddi kırılmalara yol açtı. Modern dünyanın dünyevi zenginliklere odaklanması, onları elde etmek için bilimsel ve askerî birtakım organizasyonlara gitmesi ve bu girişimlerinde de büyük ölçüde başarılı olması, mağlup ve sömürge kurbanı milletlerde olduğu gibi İslam halklarında da yeni bir dünya algısının doğmasına neden oldu. Bunun anlamı, mezhep ve tarikat gibi eski oluşumlarda var olan dengeli dünya-ahiret mutluluğu ile kurtuluşa erme anlayış ve amacının yerini, dünyevi kurtuluşu önceleme, bağımsız ve güçlü bir İslam toplumu oluşturma ve yeniden dünyaya hükmetme amacı aldı. Artık eskiden var olan anlayış düzeyindeki dünya-ahiret dengesi, dünya lehine bozulmuş oldu ve dinî konuların yerini daha çok siyasal, toplumsal ve teknolojik meseleler aldı. Bunun doğal sonucu olarak dünya mutluluğu, zenginliği ve güçlü olma arzusu Müslüman aydınların, din önderlerinin, tarikat şeyhlerinin ve hatta halk kesiminin zihnini büyük ölçüde işgal etti. Bunun neticesinde Akif’in ifadesiyle İslam milletleri “seyl-i huruşan” (çağlayan sel) önünde çer çöp misali her biri bir tarafa savrulan bir yığın hâline dönüştü. Malik b. Nebi’nin ifadesiyle bu dönem insanı, cami ve sokak arasında bölünmüş çifte kimlikli bir şahsiyete evrildi. Camideki şahsiyeti ile sokaktaki şahsiyeti arasında derin uçurumlar meydana geldi.
Bugün sömürge dönemindeki hizipçilikten doğan parçalanmışlıktan kurtulalım derken bin yıl öncesinin Harici zihniyeti olan tekfircilik ve mezhepçilik yeniden hortlatıldı. Kendi dışındakini bir kaşık suda boğacak hipnotize edilmiş kitleler ortaya çıktı. Beyni yıkanmış bu genç kitleler, fikri olgunluk, yeterlilik ve yetkinlikten uzak oldukları için ilk çare olarak kaba kuvvete başvurmayı tercih etmekteler ve sonuçta maddi manevi büyük bir yıkıma sebebiyet vermekteler. Öte yandan mezhepçiler için ara renkler ve tonlar söz konusu olmadığı, sürekli siyah veya beyaz, taraftar veya öteki şeklinde tanımlar yaptıkları için her adımları fitne ateşine benzin dökmek şeklinde ortaya çıkmaktadır.
Sonuç
Kur’an’da geçmiş milletlere yöneltilen en büyük eleştirilerden biri, dini ve dinî değerleri tahrif etmeleri, dünyevi arzu ve çıkarlarını önceleyerek ahireti arkalarına atmalarıdır. Bugünkü durum dünden çok farklı değildir. Çatışma ve çekişme toz duman hâli içinde kullanılan İslam, iman, mezhep, cemaat, tarikat, cihat, imam, halife ve mürşit gibi dinî terimlerin ve şiarların ya içi boşaltılmakta ya sağa sola çekiştirilmekte yahut da bir kişi ve grubun dar yorumuna mahkûm kılınarak adeta işlevsiz hale getirilmektedir. Öte yandan bir tevhit, sulh ve selamet dini olan İslam, terör ile özdeşleştirilmek istenmekte, kalplerin derinlerinde yer alan iman tartışmalı hâle getirilmekte, tarihî derinliklerden gelen Müslüman kimliği yok sayılmakta ve bir yaşama biçiminin adı olan mezhepler, mezhepçiliğe kurban edilmektedir.
Bu hâl ve şart içinde İslam, dünyevi/şahsi menfaatlerin talep edilmesi, kollanması ve kovalanması için gelmiş bir din görüntüsüne sokulmuştur. Kapitalist dünyanın büyüsüne kapılmış bazı dinî önderler, aydınlar ve aktivistler, siyasal veya ekonomik alanda söz sahibi olmak uğruna dinî ve mezhebî kimliğini kullanmanın yanında diğer mezhepleri ve görüşleri kötülemek, dalalette görmek ve tekfir etmekten de çekinmemektedirler.
Bu durum tam anlamıyla dinin bir görüşe bir mezhebe indirgenmesi demektir. Bu tür bir yaklaşımın dinin ve dindarın aleyhine ciddi sonuçlar doğuracağı açıktır. Zira dinin bir mezhebe indirgenmesi, dinin küçültülmesi; mezhepçilik ise, mezheplerin itibarsızlaştırılarak içlerinin boşaltılması ve dindarın bastığı zeminin altının oyulmasıdır.