Makale

İslam Bilim Tarihi

İSLAM BİLİM TARİHİ

Kur’an’ın bilime ve ilme verdiği önem herkesçe bilinen bir gerçektir. Peygamberimize inen daha ilk ayet, okumayı, dolayısıyla bilgiyi ve bilmeyi emretmektedir. (Alâk, 96/1.) Dikkat edilirse bu ayette okuma emredilirken, neyin okunacağı, yani tümleci (mef’ûl) belirlenmemiştir. Bu, her şeyin okuma, öğrenme ve bilimin konusu olduğunu göstermek içindir ki böyle bir anlayış, Kur’an’ın başka ayetlerinden de ortaya çıkmaktadır. İslam’da ilim sadece insanların maddi ihtiyaçlarını gidermede bir vasıta olmayıp aynı zamanda kâinatın sırrını ortaya çıkaracak tek yoldur. İlim sayesinde iman tahkik derecesine erişecek ve kul böylece Allah’a daha yakın olacaktır.
Bilim ve onun tatbikatı olan teknoloji İslam’da daima değer ve teşvik görmüştür. Bilim ve teknoloji İslam’a göre eşyanın gerçeğini ortaya koymaya, eşyayı anlamaya yardım eder. Ancak bilim adamının gözlemlerinde ve ilminde objektif olmasının gerekliliği savunulmuştur. Elde edeceği neticeyi, daha önce sahip olduğu ön yargıyla veya ideolojisiyle karıştırmaması ve bilimsel veriyi o doğrultuda tefsir etmemesi istenmiştir.
Bilim ve teknolojinin faydacılık değerine gerek Kur’an’da gerekse Peygamberimizin hadislerinde çokça işaret edilmiştir. Yer ve göklerin insan için yaratıldığı ifade edilmekte, onlarda insanın rızkını araması tavsiye edilmekte; aynı şekilde birçok varlığın da insana faydalı olabileceği açık olarak belirtilmektedir. Âlim, ilminde daima insanlığa fayda gözetmelidir. Bunun en açık delili, “Faydasız ilimden Allah’a sığınırım.”(Müslim, Zikr, 73.) hadisi olduğu kadar, ilmiyle amel etmeyen ve ilmi faydasız kılan âlimin, sırtında yük taşıyan eşeğe benzetildiği ayet de (Cuma, 62/5.) buna açık bir delildir. İslam’a göre bilim ve teknolojinin en son gayesi, insanı Allah’ın varlığına götürmesidir. Tarafsız, şartlanmamış bir bilim adamının, ilmiyle Allah’ın varlığı ve birliğini sezebileceğine birçok hadis ve ayette dolaylı ya da doğrudan işaret edilmiştir.
Kur’an’ın birçok ayetinde, kâinattaki varlıkların hepsinin Allah’ın birer “ayeti” ve “işareti” olduğu belirtilmekte, bunları gören, onlardaki sırrı açıklayan bilim adamının Allah’ın varlığını sezebileceği, O’na yakın olabileceği belirtilmektedir. Gerçek bilim adamı onların yapısındaki ince sanat ve sır karşısında kendi güçsüzlük ve zafiyetini anlar; Allah’a daha çok yaklaşır. Kur’an’da, “Allah’tan en çok korkanlar, gerçek âlimlerdir.” (Fatır, 35/28.) denmesi de bunun içindir.
Atalarımız tarihte daima, insanın maddi ve manevi yönü için faydalı olacak bir bilim sistemi ve ahlakı ortaya koymuşlar, bunun neticesinde hiçbir kimse bilimden zarar görmemiştir. Bilimi, ahlak kuralları çerçevesinde almışlardır. Atomun ateş olduğunu, onun yapısını bilmişler fakat onu insanlığın yeryüzünde cehennemi olacak şekilde kullanmak şöyle dursun, onunla Allah’ın varlığını, birliğini ispata çağırmışlardır. Mesela, Mevlana (öl. 1273), yüzyıllar önce atomun yapısını ve parçalara bölünebileceğini sembolik bir şekilde ortaya atmıştır: “Eğer bir atomu kesersen ortasında bir güneş ve onun etrafında durmadan dönen gezegenler görürsün.” Yine başka bir Türk düşünür ve mutasavvıfı Davudü’l-Kayserî (öl. 1350), atomun ve tabiatın aslının enerji olduğunu söylemiştir. Onlar, ne bu görüşleriyle insanları kuşkulandırmak ne de devirlerinde enerji sorunu olduğu için atomun parçalanmasını arzu etmişlerdir; o devir için gayeleri, sadece madde ve kâinatın yapısıyla ilgili bir gerçeği ortaya koymak olmuştur.
İslam’ın tevhit inancının sosyal sahada bir tezahürü olarak İslam cemiyeti tarih içinde, ırk ve renk ayrımı yapmadan çeşitli milletleri tek bir cemiyet hâlinde toplamış ve onları birbirleriyle kaynaştırmıştı. Bilimde ilerlemek, icat ve keşifler ortaya koymak ancak farklı zihin yapılarına sahip insanların bir ortak zihniyet meydana getirmeleriyle gerçekleşebilir. Çünkü farklı zihinler farklı bakışla bir meselenin farklı yönlerini aynı zamanda birlikte görüp bildikleri gibi, çeşitli konulara da aynı zamanda eğilerek kısa zamanda hem daha doğru hem de hızlı neticeler elde ederler. Bunu insanlık tarihinde görmek mümkündür. Millî ve kabile dinleri içinde yaşayarak ırki yönden fazla farklılık göstermeyen milletler bilim yönünden tarihte dikkate değer medeniyetler kuramamışlardır. Mesela ilahi kaynaklı bir dini millîleştiren Yahudilerin tarihte ticaretten başka dikkate değer bir bilim tarihleri olmamıştır. Ancak memleketlerinden çıkıp diğer insanlarla karışınca Yahudi bilim adamları yetişmiştir. İşte İslam dini de ilmi ve tefekkürü var oluşunun ilk günlerinde başlattığı için kısa zamanda baş döndürücü bir medeniyet kurmuş ve bir bilim tarihi oluşturmuştur. Ayrıca din olarak, her dinden daha çok bilime değer verdiği ve hatta bilimsel ilerlemeyi emredici olduğu için Hristiyanlıkta görüldüğü gibi bir din-ilim çatışması da yaşanmamıştır.
IX. yüzyıldan itibaren sürekli gelişmeye başlayan İslam bilim tarihi, X., XI., XII. ve XIII. yüzyıllarda, hatta XIV. yüzyılın ortalarında altın çağını yaşayarak doruk noktasına erişti. Bu dört beş asırlık devrede
Müslüman bilim adamları bir yandan eski medeniyetlerden tercüme yoluyla aldıkları teori ve fikirlerin yanlışlıklarını atarak onları geliştirip daha bilimsel temellere oturttular, bir yandan da birbirinden daha güzel teoriler ve icatlar ortaya koydular. Onlar bu teori ve icatlarına, İslam dininin esasları ve dünya görüşüne dayanarak oluşturdukları bir bilim felsefesiyle yön verdiler ve onları bu bilim felsefesinin genel çerçevesi içinde yorumlayarak gayelendirdiler. Onların bilim felsefesinin gayesi, her şeyden önce tabiattaki ve insandaki ilahi hikmeti göstermekti ve tabi ihtiyaçlar nispetinde insana fayda sağlamaktı; yoksa bugün olduğu gibi tabiatı tahrifle insanda bir endişe ve korku oluşturmak değildi. Müslüman bilim adamlarının ortaya koydukları bilimsel teori ve icatların birçoğu bugünkü modern dediğimiz bilimin temeli olduğu gibi birçoğu da bugün hâlâ geçerliliğini ve güncelliğini korumaktadır. Bu konuda burada bir iki misal vermek gerekirse diyebiliriz ki, mesela modern hareket teorilerinin temelinde İbn Sina’nın “meyli hareket teorisi”, Batı Orta Çağ’ındaki adıyla “Impetus” teorisi vardır. Aynı şekilde, asırlardan beri kullanılmakta olan ve modern geometride de kullanılan “tangent teoremi”, el-Habeş el-Hâsib’in (öl. 864) eseridir. Ne var ki, XIV. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslam bilimleri bir duraklama devrine girdi. Müteakip yüzyıllarda da devamlı bir şekilde sonu gelmeyen bir gerilemeye maruz kaldı ve nihayet XVIII. yüzyıldan itibaren Batı biliminin tesiriyle unutulmaya başladı.
Bilindiği gibi İslam’ın ilk devirlerinden beri bir grup Müslüman, ilimden sadece dinî ilimleri yani Kur’an ve hadise ait ilimleri anlıyor ve Kur’an ayetlerinin ve hadislerin içeriklerini bile düşüncenin konusu yapmaktan çekinerek sadece kelimelerin zahiri manalarıyla yetiniyorlardı. Bu zihniyet, ilk devirlerde genelde idareciler nezdinde pek taraftar bulamamıştı. Ne var ki 1258’de Bağdat’ın Moğollarca yakılıp yıkılması ve Kudüs’ün Haçlılar tarafından istilasıyla İslam dünyasında ortaya çıkan sosyal ve siyasi çalkantı, yukarıda işaret ettiğimiz zihniyeti, görünüşte haklı çıkarmış gibiydi. Zira bu zihniyetin o devirdeki temsilcileri bu çalkantının sebebini felsefeciler başta olmak üzere astronomlar, astrologlar, matematikçiler ve mutasavvıflardan kaynaklanan bir iman zayıflığına bağlıyorlardı. Çaresizlik içerisinde bulunan siyasiler, yavaş yavaş onlara hak vererek ilim adamlarından yüz çevirmeye ve eğitim kurumlarının ders programlarından bir ölçüde (tıp hariç) diğer bilimleri ve felsefeyi kaldırmaya başladılar. Fatih’ten sonra Osmanlı medreselerinden bu ilimlerin tamamen kaldırılması aynı zihniyetin Osmanlılardaki uzantısının eseridir. Hâl böyle olunca, İslam dünyasında bilimsel araştırmalar XIV. yüzyıldan itibaren artık kişisel çabalara bırakılmış oluyordu.
Mükemmel ve tam bir İslam bilim tarihinin yazılabilmesi ve buna bağlı olarak bir İslam bilim felsefesinin ortaya konabilmesi için her şeyden önce henüz el yazması hâlde bulunan milyonlarca eserden, hiç olmazsa önemli bilim adamlarımızın orijinal nitelikteki eserlerinden birçoğunun tahkikli bir şekilde yayımlanması gerekir.
Batı’da yaşayan Hristiyan ve Yahudi bilim adamları İslam bilim tarihinin hemen bütün klasik eserlerini başta Latince ve İbranice olmak üzere, daha X. ve özellikle de XI. yüzyıldan itibaren XVIII. yüzyıla kadar kendi dillerine çevirdiler, üzerlerinde yeni araştırmalar yaparak bir Batı bilim tarihi meydana getirdiler. Batı bunu yaparken İslam dünyası XIV. yüzyıldan itibaren yukarıda işaret ettiğimiz hatalı bir tutum yüzünden kendi bilim mirasından habersiz kalıyordu. Mesela el-Ferganî’nin (öl. 869) astronomiyle ilgili eseri Batı dillerine üç dört kere çeşitli devirlerde çevrilirken ve üzerinde çeşitli çalışmalar yapılırken, daha X. yüzyıldan itibaren İslam dünyasında el-Ferganî’nin unutulduğunu görüyoruz. Batılılar bu tür çalışmalar sayesinde XVIII. yüzyıldan itibaren İslam memleketlerini siyasi ve ekonomik olarak istila etmeye başladılar.
Çağımızda, birçok ülkede bilim ve teknolojiye karşı olumsuz bir tutum gözlenmektedir. Bunun başlıca sebebi, bilim ve teknolojinin, Batılıların elinde kötüye kullanılmış olmasıdır. Şöyle ki Batılılar bugün bilimi ve teknolojiyi bir silah, bir ideoloji olarak kullanmakta ve geliştirmektedirler. İnsanları nükleer silahlarla ve reaktörlerle tehdit etmekte, aynı şekilde tabiatı sorumsuzca tahrip etmekte ve kirletmektedirler. Bu durum, belki haklı olarak birçok insanda kuşkuya yol açmaktadır. Bizler Müslüman olarak, bilimin her alanında yeniden canlılık kazanırsak ve bilimde söz sahibi olursak yukarıda saydığımız değerler açısından bilimi, insanın saadetine sunabiliriz.