Makale

EVLAD-I FATİHANA YADİGÂR TOPRAKLAR: BALKANLAR (II)

EVLAD-I FATİHANA YADİGÂR TOPRAKLAR: BALKANLAR (II)

F. Hilâl FERŞATOĞLU
İstanbul Kadıköy Vaizi

Yaşadığımız yüzyılda kültür ve tarih dezenformasyonuna uğrayan insanımızın ekserisinin zihninde, “Balkanlar” denince “Balkanlardan gelen soğuk hava dalgası”ndan başka bir şey tedai etmiyor. Hakikat, bu coğrafya bizim tam altı asır medeniyetimiz ile şekillendirdiğimiz, yedi göbek neslimizin yetiştiği yurt topraklarımızdır. Osmanlı Devleti, İstanbul’un fethinden önce topraklarının çoğu bu coğrafyada olan tam 150 senelik bir Balkan devletiydi. Daha I. Murad döneminde Üsküp, Tetova, Kosova Osmanlı toprağıydı. Bugün Batılı devletler, bilinçli bir politikayla yüzyıllardır bölgeye isim olmuş Türkçe kökenli “Balkan” kelimesini kullanmayarak “Güney Doğu Avrupa” demeyi tercih ediyorlar. Türk-İslam kültür mirasına sahip çıkmak, altı yüzyıllık geçmişimizin izini sürmek, kök şuurunu gelecek kuşaklara aktarabilmek hissiyatıyla çıktığımız Balkan seyahatinin bize düşen yansımalarını aktarmaya devam ediyoruz.
Kartallar ülkesi: Arnavutluk
Arnavut kaldırımı, Arnavut ciğeri, Arnavut biberi, Arnavut damarı, Arnavutköy… Türk diline özel adıyla kelimeler kazandıran bir millettin ana vatanındayız, 435 yıl Osmanlı yönetiminde kalan Arnavutluk’ta. Yönetimi altında bulunan her milletten kabiliyetli insanın yetişmesine imkân veren Osmanlı’da, pek çok Arnavut asker, ulema ve üst düzey devlet adamının aktif rol alıp hizmette bulunduğunu biliyoruz. Hatta Mehmet Akif, Namık Kemal, Şemseddin Sami gibi meşhur Arnavut edebiyatçılarımız da var.
Arnavutluk’un hatta Avrupa’nın en eski şehirlerinden biri (MÖ IV. yy.) İşkodra’dayız. Bu şehrin ismindeki fonetik kulağıma hep hoş gelmiştir. İşkodra’nın benim için farklı bir anlamı da var. Anne tarafından büyük dedemiz 1878’de İşkodra’da doğmuş ve Balkan Savaşları sırasında ailesiyle birlikte Anadolu’ya hicret etmiş. Çoluk çocuk merkep sırtında çok zor şartlarda göç ettiklerine dair hikâyeler dinlemiştim aile büyüklerimden.
Tam fethi, Fatih zamanında gerçekleşen ve Balkan Savaşlarına kadar Osmanlı toprağı olarak kalan şehre üç bin yıllık tarihî İşkodra (Rozafa) Kalesi’nden bakıyoruz. Kaleye doğal bir hendek vazifesi gören Buna ve Drin nehirleri birleşerek yemyeşil ovayı masmavi bir ışıltıyla süslüyor. Bir tarafta Karadağ ve Arnavutluk arasında sınır olan Shkodra Gölü bir tarafta yüksek dağlar şehrin ufkunu çiziyor ve muhteşem manzarayı tamamlıyor. İşkodra’yı yedi ay boyunca Sırp ve Karadağ birliklerine karşı “Bu topraklar bizim kaderimiz ve yenilgimiz olabilir ama asla utancımız olmayacak!” diyerek savunan (1913) İşkodra müdafii Kastamonulu Hasan Rıza Paşa’yı yâd ediyoruz. Kalenin eteklerinde, Osmanlı’dan kalan tek cami olan Kurşunlu Camii’nde (1773) cumayı kılıyoruz. Merkeze 6-7 kilometre mesafedeki Osmanlı Köprüsü’nü görmezsek olmaz. Ekibin gençleri, Konyic ve Mostar’dan sonra İşkodra’da da tarihî köprü altı sularında yüzerek serinleme fırsatını kaçırmıyorlar.
İşkodra’ya bir buçuk saat mesafedeki başkent Tiran’a geçiyoruz. Kentin girişinde bulunan çift başlı kartal heykeli Osmanlı sonrası dönemden itibaren Arnavutluk bayrağında yer alan ulusal bir sembol. Dağlık coğrafyayı ve Arnavutların cesaretini temsil ediyor. Arnavut halkı da ülkelerini kendi dillerinde “Shqiperia: kartallar ülkesi” olarak isimlendiriyor.
Zarif minaresi ve son cemaat mahallindeki revaklarıyla dikkat çeken Ethem Bey Camii (1819) ve yanı başındaki saat kulesi, birer Osmanlı nişanesi olarak kent meydanını süslüyor. Caminin tavanı, duvarları, ahşap kadınlar mahfeli boydan boya Balkanlara has rengârenk kalem işleri ve manzara resimleriyle bezeli. Bu bakımdan Travnik’teki Alaca Cami’nin bir benzeri. Komünist rejim zamanında din tamamen yasaklanıp devlet kendisini ateist olarak tanımladığında (1967) çok sayıda ibadethane yıkılmış. Ethem Bey’in yaptırdığı külliye ve hazire bu yıkımdan nasibini almış fakat cami her nasılsa bırakılmış. 1990’a kadar müze olarak kullanılan güzel cami, rejim yıkıldıktan sonra ise yeniden ibadete açılmış.
Yol planımızı aksatmamak için daha güneyde kalan, 2400 yıllık geçmişi ve tarihî evleri sebebiyle UNESCO’nun korumaya aldığı Berat şehrine uğrayamadan, Elbasan üzerinden Makedonya’ya geçiyoruz.
Makedonya yahut
Kuzey Makedonya
Arnavutluk ile Makedonya’nın sınırını oluşturan ve Balkanların en büyük göllerinden birinin kıyısında kurulan Ohri(d)’ye gece yarısından sonra ulaştık. Pırıl pırıl masmavi bir sabaha uyandık. Yöre halkının “mavi inci” dedikleri Ohri Gölü dünyanın en berrak dört gölünden biri. Etrafını dağların çevirdiği göl ve şehir 1979’da UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine girdikten sonra Ohri turizmle öne çıkmaya başlamış. Gölü besleyen nehrin ağzından hareket ederek turistlere küçük bir tabiat gezintisi ve bir de sürpriz vadeden üstü tenteli kayıklardan birine bindik. Önce sazlıkların, sonra dalları suya eğilmiş yemyeşil ağaçların arasından akıntının tersine nehrin yukarısına doğru seyrettik. Ve berrak sularda ilerlerken nehrin sığlaşan bir yerinde dipteki kumların içinden kaynayan yüzlerce su gözesini gördüğümüzde gözlerimize inanamadık.
1395 senesinde Osmanlı toprağı olan Ohri, Osmanlı zamanında ahalinin yüzde 90’ı Türk olan bir kasabaymış. Balkan Savaşlarından sonra Osmanlı hâkimiyetinden çıkan şehirde Arnavut ve Makedonlar ekseriyeti oluştursa da hâlâ yaşayan bir Türk nüfus mevcut. Taş döşemeli, dar sokaklara dizilen beyaz boyalı ahşap pencereli Osmanlı stili tarihî evler aynen duruyor. Hacı Hamza Camii, Ali Paşa Camii, Kuloğlu Camii gibi on kadar Osmanlı mirası cami ve bir de hamam bugün hizmete açık. Ohri’ye has incilerin satıldığı çarşı da çok canlı. Zeynelabidin Paşa Camii’nde namazlarımızı kılıp Halvetî Hayatî tekkesini ve türbesini ziyaret ettikten sonra Ohri’den ayrılıyoruz.
Akşama doğru Şar Dağı’nın eteklerinde, Makedonya’nın ikinci büyük şehri Kalkandelen (Tetova)’deydik. Paşa (Alaca) Camii, Balkanlarda gördüğümüz, "Alaca" ismiyle anılan üçüncü cami (15. yüzyıl). Kare planlı, kubbesiz cami dış süslemeleriyle göz alıcı güzellikte. İç mekândaki Osmanlı-barok stili kalem işleri, hatlar ve resimler şahane. Süslenmedik hiçbir duvar bırakılmayan camide bitki motiflerinin dışında yalıları ve köşkleriyle Boğaziçi de resmedilmiş.
Kalkandelen deyince akla ilk gelen yerlerden birisi de Harâbâti Baba Tekkesi. Rumeli’de Bektaşiliğin yayılmasında önemli rol oynamış bu dinî merkez, mescit, semahane, dervişhane, mihman evi, şadırvan-çardak, aşevi, ahır gibi bölümleriyle 27 bin metrekarelik bir alana sahip. Balkan Harbi’ne kadar hizmet veren, sonrasında harabeye dönen, 1967 yılında ise restore edilen bu güzel dergâha, ahşabın ve taşın buluştuğu ahenge hayran olmamak elde değil. Tekkeyi bekleyen Mücahit Cumali ise bu seyahatin akılda kalan, şahsiyetlerinden oldu. Tavanı muhteşem ahşap işçiliği ile süslü olan çardağın sedirine dizildik Arnavut aksanıyla konuştuğu Türkçesiyle tekke hakkında teferruatıyla bilgi edindik. Mahidevran’ın Arnavut olması sebebiyle ağzını doldura doldura "Kanuni bizim enişte!" diyen Cumali, bizi epey güldürdü. Hakikat, bu mücahit Arnavut, Makedonya’daki iç karışıklıkta (2001), tekkeyi komünist işgalcilere karşı koruyan 6-7 kişiden biriymiş.
Birkaç saat sonra Makedonya’nın başkenti Üsküp’te, Yahya Kemal’in şehrindeydik. Camileri, çeşmeleri, hanları, hamamlarıyla, bilhassa bugün hâlâ Türkçe konuşulan Türk Çarşısı’yla eski Üsküp sanki Anadolu’dan bir köşe. Üsküp’ün en büyük camilerinden biri olan Sultan Murad Camii (1436), bu caminin yanında Yahya Kemal’in babası Belediye Reisi İbrahim Naci Bey’in yaptırdığı saat kulesi (1889), Vardar Nehri üzerine Fatih zamanında yapılan 13 kemerli, kıblegâhlı Taş Köprü (Fatih Köprüsü), Vezir Mustafa Paşa Camii (1492) görülmeye değer Osmanlı eserlerinden birkaçı. Minarelerde ise artık bütün Müslüman Balkan şehirlerinde görmeye alıştığımız İslam bayrağı.
Üsküp bizi mahzun etti. Bir tarafta 500 yıllık Osmanlı şehri, hemen yanı başında devasa heykellerle donatılmış ısmarlama bir yeni şehir... 1991 yılında bağımsızlığına kavuşan Makedonya devleti -bu gezinin yapıldığı tarihte henüz ismi değişmemişti-, Üsküp Meydanı’na Antik Çağ’da Makedon kralı olan Büyük İskender’in heykellerini dikmiş. Heykeller o kadar abartılı boyutlarda ki Büyük İskender mirasının Yunanistan ve Makedonya arasında ciddi bir tartışma ve rekabet konusu olduğunu bildiğimiz hâlde yadırgadık. Oluşturulmaya çalışılan bu yeni şehir hüviyeti, estetik ruhtan yoksun olduğu gibi, tarihe ve İslam kültürüne bilinçli bir meydan okuma gibi. Şair’in “Kaybolan Şehir” şiirinde memleket hasretiyle sarf ettiği sözler, gayriihtiyarî bizim de dudaklarımızdan döküldü: “Üsküp ki Yıldırım Bayezit Han diyarıdır/ Evlâd-ı fâtihâna onun yâdigârıdır… Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene/ Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”
Ovası Hüdavendigâr’ı
sırlayan ülke: Kosova
Bosna Hersek’ten başlayan Balkan seyahatimizin son durağı olan Kosova’da, Şar Dağları’nın eteklerine kurulan Prizren şehrindeyiz. Fethi 1455’te Fatih Sultan Mehmet tarafından gerçekleştirilen Prizren, Balkanlarda âşina olduğumuz içinden nehir geçen enfes manzaralı şehirlerden biri. 16. yy. başlarında Akdere Nehri üzerine inşa edilen üç gözlü Taş Köprü, kadraja giren Sinan Paşa Camii, Şadırvan Meydanı ve arkada Prizren Kalesi ile akıllardan çıkmayacak harika bir fotoğraf veriyor.
Prizren, Kosova’da Türk nüfusun en yoğun olduğu şehir, öyle ki çarşıda herkes Türkçe konuşuyor. Arnavutların da çoğu Türkçe biliyor. Şehrin kalbinin attığı yer Şadırvan Meydanı. Meydanın üst tarafında Bosna valisi Sinan Paşa tarafından yaptırılan Sinan Paşa Camii (1615), barok usulü rengârenk süslemelere sahip. Meydandaki çeşmeden su içen kişinin Prizren’e tekrar geleceği rivayet ediliyor. Çeşme ile ilgili bir başka rivayetse Arnavutların geleneksel aile yapısından izler taşıyor: Bekâr erkekler bu çeşmeden içerse Prizren’den evlenir ve evlendiği kız da -makbul bir gelin olarak- erkek ailesiyle birlikte yaşarmış.
Fatih’in fetihten sonra namaz kıldığı, mihrap duvarı ve minberiyle görülmeye değer Namazgâh (Kırık Camii), Gazi Mehmet Paşa Camii (1573) ve Hamamı (1574), Emin Paşa Camii (1831), Halveti Tekkesi külliyesi (17. yy), şehrin önemli Osmanlı eserleri arasında.
Prizren’de bir başka dergâha, Melâmî tekkesine de yolumuz düştü. Rumeli aksanıyla “Rüyada gürüşdür bizi, murada erişdir bizi, Mevla’m sen kavuşdur bizi, Muhammed’e Muhammed’e” diye içli içli ilahi okuyan Derviş Amca’yla ve İlyas Amca’yla tanıştık, manevi sofralarından ikramlandık.
“Küçük Sarayova” dedikleri Prizren’e, Sinan Paşa Camii’nin gölgesinde “Skender Beg” ve Trileçe yedikten ve meydandaki akar çeşmeden bir daha gelme dilekleriyle su içtikten sonra güneşin son ışıklarıyla veda ettik.
Kosova’daki nihai durağımız Priştina’daki Sultan Murad-ı Evvel’in türbesi oldu. Türklere Balkanların kapısını açan savaşın yapıldığı Kosova’da (1389) şehit olmak için dua eden Hüdavendigar Hân, Osmanlı Devleti’nin savaş meydanında ölen tek padişahı. Bir Sırp tarafından hançerlenen Balkan fatihinin cesedinden çıkarılan iç organları buraya defnediliyor, naaşı Bursa’ya götürülüyor. Kosova’daki en eski yapı kabul edilen Meşhed-i Hüdavendigâr’ı ziyaret ve dört yüz senedir türbeyi bekleyen Buharalı Türbedarî ailesinin son nesli ile tanışmak hıtamühû misk oldu.
Uzun süren bir gece yolculuğunun ardından yeniden Bosna Hersek sınırına ulaştık. Sarayova’ya varmadan, Sırp Cumhuriyeti’ne ait bölgede bulunan Vişegrad’da mola verdik. Drina Nehri üzerinde muhkem, iki kemerli meşhur Vişegrad Köprüsü’nü (1577) görmek istiyorduk. Yine Osmanlı ihtişamı, yine bir Mimar Sinan eseri ve yine kıble taşlı, namazgâhlı bir köprü. UNESCO tarafından dünya kültür mirası listesine dâhil edilen 6 tarihî köprüden biri olan ve restorasyonu yakın zamanda TİKA tarafından gerçekleştirilen köprü, banisi Sokollu Mehmet Paşa’nın ismiyle de anılıyor. İvo Andriç’e Nobel ödülü kazandıran Drina Köprüsü isimli roman sayesinde dünyaca tanınan muhteşem köprü, iç savaşın başında üç bin sivil Boşnak’ın katliamına şahit olmasıyla da hafızamızda yer tutuyor (1992).
Nihayet Saraybosna’da, başladığımız noktadayız. Beş asırlık Gazi Hüsrev Begova Camii’nin avlusunda, kestane ağaçlarının serinliğinde, buz gibi sularla abdest alıp namazlarımızı kıldık. Son bir vazife olarak: Bosna Bağımsızlık Savaşı’nın efsane lideri Aliya İzzetbegoviç’in (v. 2003) kabrini minnet ve şükran duyguları ile ziyaret ettik.
Başçarşı’da Boşnak böreği ile karnımızı doyurup birer Boşnak kahvesi içtikten sonra biraz buruk biraz mesrur, bütün Balkan Müslümanlarının yüzlerini döndüğü yere, İstanbul’a vasıl olmak üzere havaalanına doğru yola koyulduk.
Seyahatimiz boyunca Sarayova, Mostar, Üsküp ve Prizren’deki minarelerde İslam bayraklarını görüp “Minarelerin bayraklara gönder olması ne güzel!” diye iç geçirirken döndükten üç gün sonra memleketimizde 15 Temmuz kıyametinin kopacağını ve o geceden itibaren İstanbul camilerinin minarelerinden de al bayrakların dalgalanacağını nereden bilebilirdik?