Makale

YEŞİL DAĞLAR, BERRAK SULAR, AŞİNA İNSANLAR DİYARI: BALKANLAR

YEŞİL DAĞLAR, BERRAK SULAR, AŞİNA İNSANLAR DİYARI:
BALKANLAR

F. Hilâl FERŞATOĞLU İstanbul Kadıköy Vaizi

Karadeniz’den Adriyatik’e, Mora Yarımadası’ndan Macaristan’a kadar uzanan ve Osmanlı Devleti’nin beş yüzyıl hâkimiyetinde kalan gönül coğrafyamızdır Balkanlar. Şemseddin Sami, köken itibarıyla Türkçe olan “balkan” kelimesinin sözcük anlamını “sarp ve ormanlık dağ, sıradağ” olarak belirtmiş, terim anlamı içinse, “Rumeli kıtasını garptan şarka şakkeden silsile-i cibal ki buna izafetle kıta-i mezkûreye Balkan şibh-i ceziresi deniyor.” demiş. Buna göre Doğu Avrupa’da batıdan doğuya doğru uzanan ve Bulgaristan’ı ikiye bölen dağ silsilesinin adıdır Balkan, ki bu sıradağlardan dolayı bölgeye Balkan Yarımadası denmiştir.
1437 Ramazan’ının son günleriydi. On kişilik bir ekiple Balkanlar’a doğru yola çıktık. Seyahatimiz Bosna-Hersek merkezliydi ve güzel bir niyet etrafında şekillenmişti. Aramızdaki arkadaşlardan biri Srebrenitsa annelerinin dramını anlatan Kayıp Dünyalar (2015) belgeselinin yönetmeniydi. Ekranda tanıştığımız bu acılı annelerle bir iftar yemeğinde buluşmak, bayram günü onlara evlat olup ellerini öpmek, hanelerini şenlendirmek istemiştik. Bu niyet yolculuğumuzu bereketli kıldı ve on gün içinde kültür coğrafyamızın beş ülkesini ve önemli şehirlerini görme bahtiyarlığına erdik.
Hamurunu Osmanlı’nın
kardığı şehir: Saraybosna
Ramazan’ın 26. günü Saraybosna’daydık. Hayat verdiği şehre adını da veren Saraybosna Irmağı’nın iki yakasına ecdadımızın kurduğu ve muhteşem eserlerle İslâm mührünü vurduğu bir şehir. Merkezi çevreleyen yemyeşil tepeler, o tepelere dizilmiş bahçeli evler, ara ara yükselen minareler… Şehrin kalbi olan Başçarşı XV. yüzyılda Bosna sancakbeyi İsa Bey tarafından kurulmuş, ticaretin olduğu kadar sosyal hayatın da merkezi olmuş. Güvercinli Meydanı’nın tam ortasındaki zarif çeşme, İstanbul çeşmeleri model alınarak yapılmış (1753).
Gazi Hüsrev Begova Camii’nin (1530) avlusuna bakan saat kulesi (XVI. yy.) kadim İslam geleneğine muvafık olarak her akşam güneş battığında 12.00’yi gösteriyor, tam bu dakikada caminin kandilleri yanıyor ve akşam ezanı okunuyor. Bugün belki ezani saat uygulamasının sürdürüldüğü tek saat kulesi, biten günün ardından, gecesi bin aydan hayırlı yeni bir günü müjdeliyor. Asırlardır devam eden bir gelenekle hâlâ çıplak sesle ezan okunan minarenin şerefesinden dalgalanan “İslam bayrağı” bizimkiyle ikiz; yeşil zemin üzerine beyaz hilal ve yıldız. Gazi Hüsrev Begova Camii’nin dolup taşan avlusunda saf tutup teravih kılıyoruz. Camisiyle, çeşmesiyle, çarşısıyla, insanıyla bize kendi memleketimizdeymişiz hissi veren bu şehre ne kadar aşinayız.
Neretva’nın izinde Hersek bölgesi
Ertesi gün kiraladığımız arabalarla güneye, Mostar’a doğru hareket ettik. Yemyeşil dağlar arasından Neretva Nehri eşliğinde devam eden yolculuğumuzun ilk durağı Konjic. XVII. yüzyılda inşa edilen altı kemerli Osmanlı köprüsü öyle zarif ki sanki nazlı Neretva’ya bir gerdanlık. II. Cihan Harbi’nde Nazi bombardımanında yıkılan ve TİKA’nın aslına uygun restore ettiği Konjic Köprüsü namazgâhlı bir köprü. Tam ortasında, kitabenin de yer aldığı, mihrap yerine geçen bir kıble taşı bulunuyor. İcabı hâlinde her iki tarafını derbent muhafızlarının tuttuğu bu köprülerde saf tutulup namaz kılınırmış bir vakitler. Berrak suları, nehir kenarına dizilmiş sıra sıra taş evleriyle Konjic, zihnimde “içinden nehir geçen şehirler albümü”nün en nadide köşelerinden birine yerleşti.
Taşın, ahşabın ve suyun ahengiyle huzur bulduğumuz Blagay Tekkesi’ndeyiz. Dehşetli kayalık tepelerin yamacına yaslanmış üç katlı ahşap yapı, yanı başındaki mağaradan doğan Buna Nehri’nin berrak, yeşil sularıyla harika bir fotoğraf veriyor. Can suyunu kayaların altından alan bir hayat ağacı gibi gördüğüm bu Alperenler Tekkesi, Rumeli’nin İslamlaşmasında büyük rol oynamış. Haziresinde Hacı Bektaş Veli müridanından Sarı Saltuk’un da makamı bulunuyor.
Neretva vadisinde bir sonraki durağımız Mostar’a yarım saat mesafede bir tepeye kurulmuş, Osmanlı uç köyü Poçitel. Türklerin Bosna Hersek’te kurdukları ilk yerleşim yeri olma özelliği taşıyan Poçitel stratejik bir konuma sahip. Zirvede boz renkli kayalara oturan kalesi, bir kavis çizerek akıp giden Neretva’ya bakan taş evleri, camisi ve saat kulesi ile bir tablo gibi karşımızda duran köyün dikkatimizi celbeden tarafı, tüm yapıların taştan olması. Bütünlük bozulmamış, evlerin çatılarına bile kiremit niyetine düz kesilmiş taşlar döşenmiş. Asırlara meydan okuyan, sade fakat çarpıcı güzellikteki bu köy, UNESCO dünya kültür mirası listesine de alınmış.
Buğulu gözlerle büyülü Mostar
Zümrüt yeşili Neretva’nın süzülerek ikiye böldüğü, ismini bu nehre bir madalyon gibi oturan köprüsünden alan Mostar, 1483’te fethinden önce küçük bir köymüş. Zaman içinde camileri, medreseleri, hamamları, çarşısıyla büyüyen Mostar, nehrin iki yakasını birleştiren köprünün inşasından (1566) sonra, Osmanlı’nın farklı milletlerden, dinlerden ve mezheplerden sakinlerini huzur içinde yaşatma geleneğinin sembol şehri olmuş.
Nehrin en dar ve derin yerine kondurulan muhteşem “Kudret Kemeri” asırlar boyunca gezginlerin dikkatini çekmiş. XXI. yüzyılın başında bir Batılı seyyahın köprüyü “taş kesilmiş hilal” sözleriyle tavsifi Mostar Köprüsü’nün hem mimarisine hem estetiğine hem İslam’ın sembolü oluşuna vurguda bulunuyor. Evliya Çelebi’nin “16 ülke gezdim böyle yüksek bir köprü görmedim.” dediği Mostar Köprüsü Osmanlı zamanında gençlerin nehre atlayarak yiğitliklerini gösterdikleri bir yermiş. Bugün hâlâ yanık tenli gençler bahşiş karşılığında tek kemerli köprünün en yüksek yerinden seyredenlerin hayretamiz bakışları arasında buz gibi sulara atlıyorlar. Köprünün hemen yakınında bulunan ve II. Selim’e nispet edilen minaresiz mescidin müezzini -1878’de şehrin Avusturya’ya ilhakına kadar- ezanları köprünün ortasında okurmuş ki bu da köprüye ayrı bir anlam yüklüyor.
Korkunç iç savaş (1992-1995) sırasında üniversitede talebeydim. Hırvat topçu ateşi ile yerle bir edilen Mostar Köprüsü’nün yekpare taş bloklarının nehrin derinliklerine gömüldüğüne şahit olduğum an içimde oluşan boşluğu dün gibi hatırlıyorum. Gerçekte o, iki yakayı birbirine bağlayan taştan bir yol değildi, ruhu olmadığını kim söyleyebilir? Harap günlerinde bir Mostarlının “Bu köprü o savaşta ölen bizden biri gibi!” sözleriyle dile getirdiği o ruh, beş asırdır biriktirilen bir kinle yok edilmek istenen, bir medeniyetin ruhu idi. TİKA tarafından yeniden inşa edilen Mostar Köprüsü (2004) yüzyıllardır olduğu gibi dimdik ayakta ve tüm zarafetiyle Neretva’yı süslemeye devam ediyor.
Vezirler şehri Travnik
Saraybosna, Avusturyalıların saldırısıyla harabeye döndüğünde 1686 ile 1851 yılları arasında Bosna eyaletinin sancak merkezi olan Travnik’teyiz. Eyaleti yöneten vezirlerin ikamet yeri olduğu için “vezirler şehri” diye anılıyor Travnik. Etrafı dağlarla çevrili, korunaklı olduğundan iç savaş sırasında Sırpların giremediği, katliamdan kaçan binlerce Boşnak Müslüman’ın sığındığı bir merkez olmuş şehir. Sarp bir kayalığa kurulan kaleden kuşbakışı bakıldığında bir fotoğraf karesine nerdeyse 20 minare sığıyor. Hâlen lise seviyesindeki öğrencilere eğitim veren İbrahim Paşa Medresesi’nin (1895), Travnikli Hattat Fevzi Efendija Dulic tarafından yazılmış kitabesi Balkanların en güzel kitabelerinden biri sayılıyor. Bir bedesten üzerinde yükselen, muhteşem kalem işleriyle süslü Süleymaniye Camii (1816) ise, bu seyahatte benzerlerini Tiran’da ve Kalkandelen’de göreceğimiz Alaca camilerin -rengârenk süslemeleri sebebiyle böyle isimlendiriliyor- ilki.
Srebrenitsa’ya doğru yol alırken Ahmiç köyüne uğruyoruz. İç savaşta, nesillerdir birlikte yaşadıkları Sırp komşularının da yardımıyla Müslüman köylülerin toplanıp yakıldığı camide öğle namazlarımızı kılıyoruz. O acı günden kalan fotoğraflar gözlerimizin önünde. Cami bahçesinde 116 şehidin isimlerinin bulunduğu anıta bakarken acı hatıraları canlanıyor zihnimizde.
Ve Srebrenitsa
Akşamüstü Bosna Hersek’in doğusunda, Sırbistan sınırında, Srebrenitsa’dayız. Daha önceden irtibata geçip davet ettiğimiz “Srebrenitsa anneleri” ile kalacağımız küçük otelin restoranında bir iftar buluşması gerçekleştiriyoruz. Burada misafir değil ev sahibiyiz. İlk Boşnakça kelimelerimizi öğreniyor, “Dobrodoşli” (Hoşgeldiniz), diyerek karşıladığımız teyzelerle aynı sofrada hâl diliyle anlaşıyor, diş kirası hediyeler takdim ediyoruz. İftardan sonra hep birlikte Srebrenitsa şehitlik namazgâhında ramazanın son teravihini kılıyoruz.
Bayram arefesi bizim için oldukça buruk. Savaş sırasında BM, güvenli bölge ilan ettiği için binlerce sivil insan iltica etmişti Srebrenitsa’ya. 1995 Temmuz’unda, Srebrenitsa’da güvenlik temini için görevlendirilen Hollanda Barış Gücü askerleri, başlarındaki Fransız generalin emriyle 25 bin mültecinin bulunduğu kampı Sırp güçlerine teslim etmişler ve beş gün içinde 8372 Boşnak’ın katledilmesine göz yummuşlardı.
Potoçari’de sığınmacıların kaldığı ve katledildiği akü-pil fabrikası, bugün Srebrenitsa Katliam Müzesi’ne dönüştürülmüş. Ürpererek adımladığımız mekânın yüksek duvarlarına asılan fotoğraflar, bilgi panoları, sergilenen eşyalar soykırımın dili olmuş konuşuyor. Sıkışan ruhumuz fabrikanın hemen karşısında bulunan ziyaretgâhta, şehitlikte dinleniyor. Yemyeşil çayırlıkta binlerce mezar taşı sanki birer beyaz tebeşir olmuş şehit isimlerini göğe yazıyor.
Bayram şerif mübarek
Katliamın 21. yıldönümüne birkaç gün kala, Srebrenitsa’da bayram… Yan yana geldiğinde tenakuz oluşturan iki kelime: Srebrenitsa ve bayram. Daha yirmi sene önce Avrupa’nın ortasında son yüzyılın en büyük etnik soykırımı gerçekleşmiş. Bugün hayatta olan her Srebrenitsalı Müslüman’ın yüreği o kara günlerin izlerini taşıyor. İnancımız, sevdiklerimizle ölümsüz bir dünyada buluşma vadetmese ve ilahi adalet önünde zalimlerin vereceği hesap içimize su serpmese nasıl katlanılır bu acıya.
Potoçari’de, şehitlikte kılınan bayram namazından sonra, Tetka Hatice’ye (tetka: teyze) bayram kahvaltısına davetliyiz. Bahçe içindeki evinin kapısında anladığımız dilde “Bayram şerif mübarek” diyerek karşıladı bizi. Yöresel çorba, et yemeği, Boşnak böreği ve baklava yapmış Hatice Teyze. Biri 18, diğeri 21 yaşındaki oğulları Almir ve Azmir’i, eşini ve akrabalarından birçoğunu şehit vermiş. Acılı ama güçlü bir kadın Hatice Mehmedoviç. Srebrenitsa Anneleri Derneği’nin de başkanı. “Allah, bu yaşananları anlatalım, dünyaya duyuralım diye hayatta bıraktı bizi.” diyor. “Hâlâ kayıplarımızı arıyoruz, bizim için ceset yoksa o çocuğu doğurmadın say, mezarları olmayınca Sırplar ve yandaşları sayıyı düşürüp evlatlarımızı yok sayıyorlar, bunun mücadelesini veriyoruz.” diyor. Saliha, Hanifa, Meyra, Şura ve gözü yaşlı başka anneleri tek başlarına yaşadıkları evlerinde ziyaret ederek ellerini öpüyor; lokum, kahve, kolonya hediye ediyoruz. Srebrenitsa’dan ayrılırken evlat hasretiyle bizi bağrına basan teyzelerden birinin “Sırpların güveneceği, Sırbistan var; Hırvatların güveneceği Hırvatistan var, Bizim Türkiye’den başka güvencemiz yok!” sözleri kulaklarımda çınlıyor. Anlamını bulan gerçek bir bayram günü bu. Paylaştık, dertleştik, mutlu etmekten mutlu olduk.
Akşamüstü Sarayova’ya dönüyoruz. Başçarşı’nın girişinde “Bajram Serif Mübarek Olsun” yazan bir bez afiş karşılıyor bizi. Sokaklar cıvıl cıvıl. Çevabilerimizi yedikten sonra tarih kokan bir cafede, brovnitzalarımızı yudumlayarak yorgunluk atıyoruz.
Adriyatik kıyılarında
Bosna-Hersek sınır şehirlerinden Tribinja üzerinden bir başka Balkan ülkesine Karadağ’a (Montenegro) geçtik. Adriyatik’in en güzel körfezlerinden birinde, Kotor’dayız. Körfezi çevreleyen yemyeşil dağların rengi suya vurmuş, manzara muhteşem. Kıyısına taş evler dizilmiş Kotor Körfez’ini bir uçtan bir uca geziyoruz.
Stari Grad Kotor -“stari grad” slav dillerinde “eski şehir” anlamına geliyor- UNESCO tarafından korunuyor. Kemerli ana giriş kapısından girip sokak başlarında resital veren akordion, saksafon, keman, viyola sanatçılarının müzikleri eşliğinde eski şehri keşfe çıkıyoruz. Dar sokaklara çoğunlukla bitişik nizam dizilmiş Venediklilerden kalma yüksek taş evler, bugün otel, restoran, mağaza olmuş. Küçük bir kent için kilise ve şapellerin çokluğu dikkatimizi çekiyor. Taş merdivenler, tepeye sırtını yaslayan yukarı mahallelere ve 535 yılında kurulan eşsiz manzaralı kaleye çıkıyor. Gerçek dünyada değil de bir film platosunda olduğumuz hissini veren bu masalsı şehri çok beğeniyoruz.
Daha güneyde bir başka Orta Çağ şehri Budva’dayız. Surlarla çevrili Stari Grad Budva’nın üç tarafı deniz. Yine dar sokaklar, taş evler, kiliseler, şapeller… UNESCO’nun korumaya aldığı şehir 1979’daki büyük depremle harabeye dönmüş fakat taşlar numaralandırılarak 8 sene içinde mükemmel biçimde yeniden inşa edilmiş. Karadağ 1479’da Osmanlı hâkimiyetine girdiği hâlde Budva ve Kotor’da Osmanlı’ya dair bir izle karşılaşmıyoruz. Osmanlı’nın, dış politikası gereği Adriyatik kıyılarındaki Kotor, Budva ve Uluçin’i vergiye bağlayıp yönetimlerini Venediklilere bıraktığını öğreniyoruz.
Fakat Bar başka… Karadağ’ın deniz yoluyla dünyaya açıldığı önemli bir liman şehri Bar. Tepeye kurulan Stari Grad Bar Kalesi IX. yüzyılda Bizanslılar tarafından yapılmış, şehir el değiştirdikçe Venedik ve Sırbistan krallığı tarafından kullanılmış. Beş asır Osmanlı hâkimiyetinde kalan kale, 1878’de düşmüş. 1979’da yaşanan büyük depremde oldukça zarar gören Stari Bar’ı UNESCO korumaya almış fakat Roma dönemi eserleri öne çıkarılıp kale içindeki üç kilise onarıldığı hâlde Osmanlı eserleri harap durumda!
Kaleden çıktıktan sonra meydanın tam karşısında, taş duvarlarından begonviller sarkan Hasan Dede Camii ve Tekkesi’nde serinliyoruz. TİKA’nın bölge Müslümanlarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere Bar’da inşa ettiği Selimiye Camii ve İslam Kültür Merkezi bizi gururlandırıyor. Korumaya alınan bin yıllık zeytin ağaçlarıyla meşhur bu güzel Akdeniz şehrinden tadımlık zeytinyağı satın alarak yine yollara revan oluyoruz: Arnavutluk, Makedonya, Kosova bizi bekliyor.