Makale

KAPIYA DAYANAN DİSTOPYA: 1984

KAPIYA DAYANAN
DİSTOPYA: 1984

Emin GÜRDAMUR

George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı, dünya edebiyat tarihinin en karamsar distopyalarından biridir. Okyanusya isimli kurgusal bir ülkede insanlar Büyük Birader’in amansız gözetimi altında yaşamaktadırlar. Toplum evvela dil üzerinden bir manipülasyona maruz kalmıştır. Barış Bakanlığı savaşın, Gerçek Bakanlığı yalanların, Sevgi Bakanlığı işkencenin, Varlık Bakanlığı yokluğun bakanlığı olarak faaliyet göstermektedir. Okyanusya’da insanlar hem yayın yapan hem de görüntü kaydeden tele ekranlar vasıtasıyla sürekli izlenmekte, bütün hareketleri kontrol altında tutulmaktadır. Orwell’ın trajik kahramanı Winston Smith, uyumsuz ve yalnız bir kişilik olarak düzene muhalefet etmeye, başkaldırmaya çalışır. Zaten roman, onun tele ekranın görmediği gizli bir yerde günlük tutmaya başlamasıyla gelişir.
Bugün günlük hayatın ve iletişimin büyük bir kısmını oluşturan internet, eğlenceli platformlar ve sürekli güncellenen uygulamalar aracılığıyla bireyin hayatında gittikçe daha fazla yer edinmiş; yol tariflerinden alışverişe, tatil tercihlerinden sağlık hizmetlerine uzanan geniş bir yelpazede sunduğu hizmetlerle gündelik yaşamın olmazsa olmaz parçası hâline gelmiştir. Modern insanın âdeta bir uzvuna dönüşen akıllı telefonların ve tabletlerin kullanım oranı dünyada olduğu gibi Türkiye’de de her geçen gün artmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2018 yılı Nisan ayı itibarıyla Türkiye’de internet kullanan bireylerin oranının yüzde 72.9’a, hanelerin internete erişim imkânının yüzde 83.8’e, internet üzerinden alışveriş yapma oranının ise yüzde 29.3’e ulaştığını açıklamıştır.
F. A. Zeitung gazetesinin yayımcısı Frank Schirrmacher, Payback adlı kitabında, insanların sosyal medya hesaplarını ve bu hesapların yer aldığı platformları birer oyun ve eğlence aracı olarak gördüğünü fakat bu mecralarda yapılan her hareketin bir girdi olma özelliği taşıdığını ifade eder. Bugün herhangi bir arama motoru üzerinden bir ürün hakkında arama yapıldığında o ürünün diğer pek çok sosyal hesabında kullanıcıya reklam bandı olarak sunulduğu biliniyor. Yılda 60 milyar dolar ciro yapan ve bu cironun büyük kısmını reklam gelirlerinden karşılayan bir arama motorunun, toplam işletme değerinin 350 milyar dolarla dünyaca ünlü bir otomobil grubunun üç katına ulaştığı göz önünde tutulduğunda insan davranışlarının data hâline getirilmesinin ne denli kârlı (!) bir yeni nesil yatırım aracı olduğu ortaya çıkıyor. Bireysel hayatlar, kullanıcıların kendi onayları doğrultusunda şirketler tarafından veriye dönüştürülüp paraya tahvil ediliyor. Google’ın şefi Eric Schmidt, “Biz nerede olduğunuzu biliyoruz. Geçmişte nerede bulunduğunuzu biliyoruz. Şu an neler düşündüğünüzü aşağı yukarı biliyoruz.” diyerek aslında internet çağında yepyeni bir dijital diktatörlükle karşı karşıya olduğumuzu bize hatırlatıyor. Bugünkü depolama, analiz ve algoritmalarla oluşturulan ve gönüllülük esasına dayanan takip sistemi, George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanından çok daha korkunç seviyeye ulaştı.
Joseph Nicéphore Niepce, 1826 yılında sekiz saat süren pozlama sonucu evinin penceresinden bir görüntü yakalamayı başardığında fotoğraf bilimi açısından büyük bir adım attığının farkındaydı. Ama bu teknolojinin kendisinden yaklaşık iki yüzyıl sonra bütün dünyayı kuşatacağını, hayatı denetim altına alacağını kolay kolay hayal edemezdi. Bugün şirketlerin yeryüzüne yayılmış gözleri, mini mercekler üzerinden milyonlarca kullanıcının hareketini, alışkanlığını kayıt altına alıyor ve analize uygun rakamlara dönüştürüyor. Bunun için herhangi bir çaba sarf etmelerine de gerek kalmıyor. İnsanlar muhteşem bir manzara karşısında ilk olarak telefonlarına davranıyor. Sosyal medya hesapları çoktan yaşamın gerçekliğini tamamlayan birer unsura dönüşmüş durumda. Bilgisayar bilimcisi Jaron Lanier, sistemin nasıl çalıştığına dair çarpıcı bir ikazda bulunuyor: “Şayet GPS ve akıllı telefonunuzdaki kamera gibi sensörleri sürekli üzerinde taşır ve emrinize amade olan opsiyonları manipüle etmesi için reklam verenler tarafından finanse edilen bir şirketin devasa bilgisayarına sürekli veriler gönderirseniz ilerleyen zamanlarda özgürlüğünüzü kaybedeceğiniz kesindir. Zaman geçtikçe google, amazon, apple ve ortağı, nerelere gittiğimizi, hangi arkadaşlara sahip olduğumuzu, hangi tür filmleri tercih ettiğimizi daha iyi bilecektir. Ancak ağlara girebilen NSA ve diğer gizli servislerin de gerektiğinde eşzamanlı olarak bu bilgilere ulaşabilmesi, durumu daha da ilginç kılmaktadır.” (Stefan Aust, Thomas Ammann, Dijital Döktatörlük, Hece Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2018. s. 22.)
Nesnelerin interneti
Son yıllarda sıklıkla duyduğumuz “Nesnelerin İnterneti”, aslında 1990’ların sonunda literatüre girmiş bir kavram. İnternete bağlı cihazların insan etkisinden bağımsız olarak kendi aralarında oluşturulmuş bir protokolle çalışması, birbirleriyle iletişim içinde olması anlamına geliyor. Akıllı telefon, akıllı saatler, akıllı evler, akıllı arabalar, akıllı marketler, akıllı okullar… Teknolojik ürünlerin gittikçe daha çok birbiriyle bağlantı imkânı bulmasıyla hayatın bütün alanlarına yayılan yapay zekâ uygulamaları... Gerçi bütün otonom sistemlerde bir ölçüde yapay zekâya sahip unsurlara rastlamak mümkün. Bu açıdan yapay zekâ çalışmaları, II. Dünya Savaşı’nda yaptığı deneysel çalışmalarla bilinen Alan Mathison Turing’in, 1950’de yayımladığı “Bilgi İşlem Makineleri ve Zekâ” adlı makalesinde, “Makineler düşünebilir mi?” sorusunu bilimin kulağına fısıldamasına kadar götürülebilir. Kısaca, farklı sistemlerin bir algoritma ve analiz kabiliyetine tabi olarak ortaya koydukları sonuç, nesnelerin interneti olarak tarif ediliyor.
Örneğin Amerika’da yapay zekâya sahip market uygulamasını hayata geçiren ünlü bir market zinciri, kasiyer ve raf görevlileri olmaksızın insanların sıra beklemeden, fiş almadan sadece markete girip istediği ürünü alarak çıkmasıyla sonuçlanan yeni nesil bir alışveriş sistemiyle hizmet vermeye başladı. Her şey cep telefonuna indirilen bir uygulamanın ve markete girildiği andan itibaren insanları takibe alan sayısız sensör ve kameranın senkronize biçimde alışverişi tanımlamasıyla meydana geliyor. Alışveriş çıkışı fatura cep telefonuna yansıtılıyor. İnsan faktörünü devre dışı bırakan uygulama, aynı zamanda ürünlere ve fiyatlara bakarken müşterinin aldığı yüz ifadelerini veriye dönüştürüp yeni fiyat politikaları için referansa çeviriyor. Bir başka örnek Çin’den. Kurulan akıllı sınıf, kameralar sayesinde otuz saniyede bir öğrencilerin yüzünü tarıyor. Yüz ifadelerini analiz ediyor, davranışlarını, derslere katılım oranlarını istatistiki veriye dönüştürüyor. Yedi tür yüz ifadesini; okuma, yazma, el kaldırma, dinleme gibi altı tür davranışı tanımlayabilen sistem, öğretmenlere yöntemlerini güncellemeleri konusunda ayrıntılı raporlar sunuyor. Yapay zekânın etkin olarak uygulandığı alanların biri de çeviri programları. Önce yazılı sonra sesli çeviri sistemleriyle ortaya çıkan çalışmalar, günümüzde yapay zekânın ağırlık kazandığı merkezlerin başında geliyor.
Bütün bunlar yapay zekâ ve mercekli tekno dünyanın sayısız faydası konusunda insanları ikna edecek gibi görünse de madalyonun arka yüzü ürkütücü. Geçen yıl, aralarında Tesla’nın kurucusu Elon Musk’ın da yer aldığı dünyaca ünlü 116 robot ve yapay zekâ uzmanı, BM’ye başvurarak öldürme yeteneği olan robotların geliştirilmesinin ve kullanılmasının yasaklanmasını talep etti. Gerekçe olarak da bu sistemlerin savaş odaklı geliştirilmesi durumunda savaşların tarihte eşi benzeri görülmemiş büyüklükte ve hızda cereyan edeceğini öne sürdüler. Bununla birlikte kendi kendine karar verebilen otonom savaş araçları, başta ABD ve Çin olmak üzere Kuzey Kore ve Hindistan gibi yazılım teknolojisine sahip ülkelerde hararetle geliştirilmeye devam ediyor.
Ürettiklerimize esiriz
Yapay zekâ programlarının nasıl bir insan tipini ortaya çıkaracağını kimse bilmiyor. İnsanlarla teknolojik aygıtlar arasında bağımlılığın ötesinde, kullanıcı adına karar vermeyi ihtiva eden bir etkileşim söz konusu. Gönüllülük esasına dayalı bu esaret çarkı, çeyrek asırda insan hayatının ayrılmaz parçası hâline geldi. Şirketler modern insanın hayatını daha konforlu hâle getirmek üzere müşterilerine imkân sunmak karşılığında onların kişilik özelliklerinden davranış kalıplarına kadar pek çok özel hayat bilgisine sahip oluyor. Sosyal hesaplar insanların amel defterine dönüşüyor, kişi her ne yaparsa yapsın bir kez girdiği veriden asla kurtulamıyor. Kapatılan hesaplar, silinen mesajlar asla gerçek anlamda yok olmuyor, şirketlerin belleklerinde arşiv olarak korunmaya devam ediyor. Hayatımız boyunca internette bıraktığınız izlerden oluşturulacak bir sanal biyografinin, çocuklarımıza veya torunlarımıza satılmayacağının bir garantisi yok.
George Orwell’ın romanında dikkat çekici bir ayrıntı, toplumun dili üzerinde yapılan tahrifattır. Sistem, insanların düşünceleriyle savaşmak yerine o düşüncelerin taşıyıcı kolonları olan kelimeleri hedef almış ve başarıya ulaşmıştır. Nitekim düşünce suçunu ortadan kaldırmanın yolu düşüncenin kendisini ortadan kaldırmaktır. Bunun yolu da kelimeleri daraltmaktan, azaltmaktan veya tersyüz etmekten geçer. Kelimeler azalınca bilinç tıkanacak ve sonuçta düşünce işlevselliğini yitirecektir. Özgürlük kavramı ortadan kalktıktan sonra kimse esaretinin farkına varamayacak, böylece kitleler kendilerine empoze edilen söylemlerle yetinecektir. Böylece baştan sonra akıl dışı bir sistem sorgulanmayacak, aksine korunmaya çalışılacaktır.
Sömürünün adı alışveriş, dev şirketler tarafından izlenmenin adı sosyal medya, ilgileri dataya dönüştürmenin adı eğlence olduğu zaman, Hitler’in propaganda bakanı Joseph Goebbels’ın dediği gibi, yeterince büyük bir yalan söylenmiş, yeterince tekrar edilmiş ve insanlar ona inanmaya başlamışlar demektir. Artık insan, iradesinin kendisine ait olduğunu zannedecek illüzyonlarla kuşatılmıştır. Açma kapama tuşları, ona özgürlük hissi yaşatmaktadır. Şifrelerle kendini güvende hissetmektedir. Dilediği ürüne ilgisinin kendiliğinden belirdiğini düşünmektedir. Peki, gerçekte böyle midir? Şifreler insanı kime karşı güvende tutmaktadır? Elbette diğer kullanıcılara karşı. Yani asıl büyük soru bütün ağırlığıyla ortada durmaktadır. Dev ticari ağlar, insanlara doğrudan talimat vermek yerine, yapay zekâ teknolojisiyle onları yönlendirmeye odaklanmış; dijital ekran, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir mühendisliğin, ilgi mühendisliğinin uygulayıcısı olmuştur. George Orwell’ın romanında da bu durum net bir şekilde kendini gösterir: “Eski despotluklar, ‘Şunu yapmayacaksın, bunu yapmayacaksın.’ diye buyuruyordu. Totaliterler, ‘Şöyle yapacaksın, böyle yapacaksın.’ diye dayatıyorlardı. Biz ise, insanlara ‘Sen aslında şusun, aslında şöyle düşünüyorsun, şuna inanıyorsun.’ diye bastırıyoruz.”
Evet, eski despotluklar çağında değiliz. Modern zamanlar da geride kaldı. Charles Chaplin’in Modern Zamanlar filminde, fabrikanın üretim bandına bir türlü adapte olamayan, işi eline yüzüne bulaştıran bir insan üzerinden makineleşme eleştirilmişti. İşçilerin yemek paydoslarında kaybedecekleri zamanı telafi etmek üzere icat edilen yemek yedirme aparatına oturtulan Chaplin’in ağzı bir şey yiyemediğinde de makine tarafından siliniyordu. Filmde çarklar arasına sıkışan insan metaforları, esasen standardizasyona maruz kalan modern bireyin beyaz perdede kendisiyle ilk yüzleşmesiydi. Bugün insan artık kapitalizmin doymak bilmez dişlerinin arasında hem müşteri hem pazarlama nesnesidir. Artık makineler yapay zekâlarla donatıldığı için Chaplin’in ağzı yemek yemediği hâlde silinmeyecek. Makine, o gülünç hâlde değil. Büyük iktisadi kongrelerde artık makinelerin, robotların nasıl bir ahlakla donatılacağı konuşuluyor. Gülünç duruma bu sefer insan, iradesini elindeki ekrana bağlayan birey düşmektedir.
Birbirine entegre sistemler aracılığıyla milyonlarca gözenekle izlenen hayatlar pek çok açıdan bize George Orwell’ın Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanındaki distopik ortamı hatırlatıyor. Büyük Birader’in gözleri paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin üstünden bizi izliyor. “Uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta…” bu takipten kaçış yok. Sadece, “Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında hiçbir şey sizin değildi.” (George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, Can Yay., s. 51.)
Roman bütün karamsarlığına karşın kurtuluşu da bir tohum kabilinden içinde barındırıyor. Yaygın toplumsal algıların, genel kabullerin, koro hâlinde tekrarlanan ezberlerin dışına çıkmanın yolu olarak düşünceye işaret ediyor: “Düşünmek, düşünmek, bir saniyecik bile kalmış olsa düşünmek tek umuttur.” İnsanoğlu, tarih boyunca aklı ve düşüncesi sayesinde pek çok uçurumdan kurtulmuş, bataklıktan sıyrılmış, badireyi atlatmayı bilmiştir. Acaba bugün görünmez zincirlerle gittikçe daha çok kuşatılan hayatını ve iradesini yeniden eline almayı başarabilecek midir?