Makale

TEFEKKÜR, BİLGİ Hikmet

TEFEKKÜR, BİLGİ
Hikmet
Prof. Dr. Hüseyin Aydın
Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi

Tefekkür (düşünme), bilgi ve hikmet (bilgelik), insan etkinliği ve insan başarısı olarak ancak insanın olduğu yerde ortaya çıkar. Tefekkür ve bilme, biri diğerinin eseri olmaksızın birlikte çalışırlar ve birbirlerini desteklerler. Bunların ürünü ve bir insan başarısı olarak bilgi ortaya çıkar; ama insan bilgide durup kalmaz. Hikmet dediğimiz başarıya da ulaşmaya çalışır. Peki, bu süreç nasıl işliyor?
"Tefekkür (= düşünme)" ün, sadece insana özgü bir etkinlik olduğunu ve ancak insanda ortaya çıktığını az önce belirttik. İşte bu nedenle, daha düşünce tarihinin erken dönemlerinde, insan "düşünen canlı" olarak tanımlanmıştır. Çünkü, ne boyutta olursa olsun, yetişkin insan davranışlarının temelinde düşünme vardır. İslâm düşünce tarihinde de bu tanım "nutk (= düşünme-ko- nuşma)" kavramı ile yapılmıştır. Böylece de tanım, "insan, düşünen-konuşan (nâtık) bir canlıdır." şeklini almıştır.
Bilgi ve hikmet sahibi olarak sadece insanı görmüyoruz. Allah da ilim ve hikmet sahibidir. Kelimenin tam anlamı ile Bilen (Âlim ve Alîm) ve Bilge (Hakîm) olan yegane varlık Allah’dır. Fakat, Allah’ın bilmesi ile insanın bilmesi arasında mahiyet farkı vardır. Allah’ın ilmi mutlak, insanın bilgisi ise şarta bağlıdır. Allah, ilmi ve hikmeti, idrak, düşünme ve bilme etkinliklerini gerçekleştirdikten sonra elde etmemiştir. İnsanın bilgisinin şarta bağlı olması, şu anlama gelir: insan dünyaya hazır hiçbir bilgiyi beraberinde getirmez; ama her türlü bilgiyi elde etme imkânları ile donatılmış olarak bu dünyaya gelir, insanın bilgiye sahip olması, idrak, düşünme ve bilme imkânlarını gerçekleştirmesi şartına bağlıdır. Bu şartlar yerine getirilince, insan bilgi sahibi olur. Böyle bir süreci gerçekleştirip de sonradan bilgi sahibi olan insanın dışında başka hiçbir varlık yoktur.
İşte biz bu anlamda, yeryüzünde yegâne bilen varlık olarak insanı görüyoruz.
Düşünce tarihinin başlarında, insan üzerine düşünülmeye başlandığında, insanın ilk dikkat çeken yönünün düşünmesi olması, öyle tesadüfî bir olay değildir. Çünkü, insanın varlık bütünlüğünün derinliklerinde yatan ve bizim çok kez yetenek (kabiliyet) diye ifade ettiğimiz etkinliklerinin harekete geçmesi ve ortaya çıkması, büyük ölçüde düşünme ve düşünmenin dışlaşma imkanı olan konuşma sayesinde mümkün olmaktadır.
Aynı zamanda, bilimsel gözlem ve verilere dayanan günümüz felsefe disiplinlerinden birisi olan insan Felsefesi (Felsefî Anthropoloji) de insanı tasvir ederken, insanda birtakım "varlık şartları" tespit etmiştir. Bu varlık şartları, insan yapısının temel öğeleridir, insanı insan yapan temel taşlarıdır. Bu varlık şartlan; düşünme, konuşma, bilme, inanma, değerleri duyma, çelişkilerle yüklü olma... vd. Bunlar yirmiye yaklaşan bir sayı oluşturur. Burada onların hepsini dile getirmiyorum. Bunlar, insan varlığının yapısını oluşturan kurucu unsurlardır. Bir tanesinin eksik olduğu yerde, insan dediğimiz varlık tam olarak oluşmaz. Ve bunlar mahiyet itibariyle her insanda vardır; ama güç itibariyle, gerçekleşme itibariyle her insanda aynı derecede ortaya çıkmaz. Şöyle dendikte, insanın varlık şartlarına, mahiyet itibariyle her insan sahiptir; ama derce itibariyle bunlar her insanda aynı boyutta gerçekleşmez. Bu hususa, konumuz olan düşünme açısından bakacak olursak, her insan düşünür; ama her insanın düşünmedeki başarı ve mükemmellik derecesi aynı değildir.
Biz, soyut düşünmeden, soyut bilmeden söz ediyoruz. Objesiz düşünmeden söz edemeyiz. Objeden söz ettiğimiz zaman, bilginin de neyin bilgisi olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Düşünmenin objesi, "var-olan (varlık)’lar"dır. Bu var-olanlar, sonu - sınırı belirlenemeyen bir sınırlılık ve çeşitlilik içindedir. Bu tek tek var-olanları tek bir kavram altında toplarız: Varlık. Var-olanlar, varlıksal (ontik) yönden, varolma yönünden çok farklı oldukları için, onları algılama, onlara yaklaşım ve onların bilgisini elde etme imkânı da çok farklı olur. Aynı zamanda, bütün varolanların, her insanın algı ve düşünme alanına girmesi mümkün değildir.
İnsanın idrak alanına girmemiş, yani insanın beş duyusuna verilmemiş varlık alanları da vardır. Bunların başında dinî varlık alanı gelir. Bu varlık alanını insan kendisine obje yapamaz. Bu varlık alanı bir şuur hâli olarak insana verilmiştir. Ama bu alanın bilgisine insan kendi imkânları ile ulaşamaz. İnsanın kendi imkânlarının kendisini yüzüstü bıraktığı yerde, VAHİY elinden tutar. Ve işte bu alan hakkında Allah insana hazır bilgi lütfeder. Dinî varlık alanının dışında insana hiçbir varlık alanı hakkında hazır bilgi verilmemiştir.
İnsanlığın dinamizmi, insanın düşünme ve bilme eylemleri ile ortaya çıkar. Başka türlü ifadeyle, insanın varolma potansiyelleri ancak düşünme ile gerçekleşir. Aynı şekilde varlığın mahiyetinin (özünün) kavranması, insana açılması da yine tefekkür ile mümkün olmaktadır.
Düşünmeyi bir de; a) teorik ve b) pratik olarak görmemiz gerekir. Varlığın özüne teorik yani günlük çıkarlara, önlemlere yönelik olmayan, salt varlıkla ilişki kurmaya, varlığı anlamaya yönelen düşünmedir. Anlık-gün- lük yarar kaygusu gözetmez. Bilimsel düşünce aslında budur.
Her düşünen de aynı şeyi aynı tarzda düşünmez, insanın bireysel (kişiliğine özgü) yaklaşım tarzı, geleneğin ve sosyal yapı ve konumların zihinde oluşturduğu anlam yapılanmaları (idrakî kognitif yapılar) vardır. Her insanda farklı olabilecek metafizik alt yapılar vardır. Her insan aynı derecede pratik kaygulardan kendini soyutlayıp teoriye kendini veremez. Bunlara genelde "ön yargı" denir. Bütün bunlar düşünmede farklı tavır ve yaklaşımların sergilenmesine neden olurlar. Bu da bir bakıma insanlığın zenginliğini ve imkânlarının sonsuzluğunu gösterir.
Düşünme eyleminin olduğu yerde bilme eylemi de ortaya çıkar.
Yalnız şunu vurgulamak isterim ki, bilme eylemi, düşünme eyleminin sonucu değildir. Çünkü insanın varlık şartları olarak gördüğümüz bu etkinliklerin hiçbiri diğerinin eseri değildir; ama yerine göre birlikte çalışıp ve birlikte ortaya çıkabilirler. Bu nedenle düşünme ile bilme etkinliği arasında sıkı bir işbirliği vardır. Bu eylemlerin ürünü olarak da bilgi ortaya çıkar. Böylece düşünme ve bilme eylemleri, sadece insan etkinlikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Bilgi de sadece bir insan başarısıdır.
İnsanı yönlendiren, hayatını belirleyen bilgidir, insanın bütün yapıp-etmelerinin temelinde bilgi vardır. İnsan bilmediği bir şeyi isteyemez. Bilmediği bir şeyi yapamaz. İnsanın hayat indeksi, ancak bilgisine sahip olduğu şeylerden oluşur, insanın hayattaki başarısı, yapıp etmelerinin temelindeki bilgi ölçüsündedir. işte Cenab-ı Hakk da Kur’an’da "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?" buyuruyor. Daha da başa gidersek, bilgi edinmenin en önemli yolu okumadır. Allah vahyin ilk ayetinde, Resulünün şahsında bütün insanlığa "Oku!" diye hitap etmektedir.
Öyle sözcükler vardır ki, işitince insanda ayrı bir etki yapar. Hemen insanın duygulanım ve düşünmesini mevcud ilişkilerinden koparıp ayrı bir iklime götürür, işte bu sözcüklerden birisi de "Hikmet (= Bilgelik) sözcüğüdür. Bu etki, hikmet sözcüğünün sıradan bir sözcük olmayıp bir kavram olması ve içeriğinin insanın bu dünyadaki konumuna ve kaderine ilişkin olmasından kaynaklanır. Bu nedenle, işitilince insana heyecan veren bir niteliğe ve etkiye sahiptir.
Hikmet kavramı, daha ilk Çağda Yunanlılarda "Eşyanın bilgisine eksiksiz olarak sahip olmak." diye tanımlanmıştır. Yunanlılar da bu kavram ve onun tanımı karşısında irkilmiş, ürpermiş, "Böyle eksiksiz bilgiye sahip olmak, yani Sophos (= hakîm = bilge) olmak ancak Tan- rı’ya yakışır, insan sophos olamaz, ancak philosophos (hikmeti seven, hikmeti arayan = filozof) olabilir." demişlerdir ve bugün bildiğimiz ve kullandığımız "filozof" sözcüğü de böyle türeyip düşünce dünyasına girmiştir.
İslâm kültür dünyasında da hikmet, başta Allah’a mahsus olan bir hazine olarak ortaya çıkar. Allah Kur’an’da kendisini "Hakîm" olarak nitelemekte ve pek çok yerde bunu tekrarlamaktadır. Yine Allah hikmeti Kitap ile birlikte anar ve onu peygamberlere ve insanlardan dilediğine verdiğini beyan eder ve peygamberlerin de onları insanlara öğretmekle görevli olduğunu bildirir. Şöyle ki, "Nitekim Biz, size ayetlerimizi okuyacak, sizi her türlü kötülükten arıtacak, size Kitab’ı ve Hikmeti öğretecek ve bilmediklerinizi bildirecek kendi içinizden bir elçi gönderdik." (Bakara, 151) ve "Kime hikmet verilmiş ise, ona pek çok iyilik verilmiş olur." (Bakara, 269), buyurur.
Tefsir bilimi çerçevesinde de "Hikmet, bilginin en doğru bir şekilde elde edilmesi ve eylem (amel) in en mükemmel bir şekilde gerçekleştirilmesidir." ve "Hikmet, bilgi ve eylem yolu ile ’Hakikat’ e ulaşmaktır." şeklinde tasvire yönelik tanımlar yapılmıştır.
İslâm kültürünün özelliği gereği hikmet, sadece insan yönünden ele alınmaz; Allah ile ilişkisi açısından da bir tanımı verilir: " Allah yönünden bakıldıkta hikmet, eşyanın tam olarak bilinmesi ve onların en mükemmel bir şekilde yaratılmasıdır, insan yönünden bakıldıkta da yaratılmış olan şeyleri bilmesi ve iyi davranışlarda bulunmasıdır."
Bilgi değere karşı kayıtsızdır. Ama insan sadece bilgide durup kalmaz; hayat bir eylem hâlidir. Eylemin olduğu yerde değer duygusu da iş başındadır. Çünkü insan, değerli gördüğü ya da değer yüklediği şeylere yönelir. Eylemine onları konu edinir. Çünkü "insan değerleri duyan bir varlıktır." insanın kendi varlığının dışında değişmeyen değerler vardır. Her insan bu değerlerle ilişki kurar. Ama bu ilişkinin her insanda kuvvetli ve zayıf olma yönünden yine derece farkları ortaya çıkar.
Görüldüğü gibi İslâm düşüncesi, hikmeti sadece bir bilgi birikimi olarak görmez. Ama sadece bir eylem hâli olarak da ona bakmaz. Bilginin hayata geçirilmesi ve davranışlara temel edilmesi ile ulaşılan bir hayat tarzı olarak görür. Burada değer duygusu, irade ve yargı gücü ve vazife şuuru da devreye girer. Bu etkinliklerin birlikte oluşturdukları bir sentez olan hikmet (bilgelik) de bir insan başarısıdır.
Artık burada bilgili, amelde gayretli, değer duygusu yüksek, irade ve yargı gücü kuvvetli, vazife şuuru tam olan insanlar, hikmet sahibi konumuna gelirler ve faziletli insanlar ortaya çıkar.