Makale

AYDINLANMANIN MUMU

AYDINLANMANIN MUMU

Prof. Dr. Adnan Bülent BALOĞLU


İnsan, bir gün gelecek…
Aklın ve bilimin ışığında, Tanrı’yı varlık denkleminden ihraç edip hakikatin tek ölçüsü olarak kendini ikame edecek; vahyin makamına bilgiyi, Orta Çağ bakiyesi hurafe ve önyargıların yerine aklı yerleştirip ideal toplumu kuracak; Tanrı-egemen tarih anlayışına son verip tarihe kendisi hükmedecek; dinsel otoriteyi kilisesine hapsederek dogmalarını halkın belleğinden ve hayatından silecek; sahip olduğu politik güç, akıl ve bilgiyle tarihin ve dünyanın kötü gidişatını değiştirecek; hümanizm, rasyonalizm, sekülerizm ve liberalizmin hüküm sürdüğü yeni bir dünya düzeni tesis edecek…
Bunlar, kabaca, Aydınlanma mimarlarının ana hedefleriydi. Yeryüzünde Aydınlanmanın mumunu yakmak için birilerinin kibriti çakma vakti gelmişti. Tarih boşluk ve ihmal kabul etmezdi.
Bu mimarlara göre, yüzyıllar boyu hurafelerle ve öte dünyada kurtuluş vaatleriyle uyutulmuş ’bahtsız’ ruhları kurtarmak için vakit dolmuştu. Bu ‘kutlu’ yolda önlerine engeller çıkabilir, ayak direyen dar kafalı, bağnaz ve cahillerin ‘katı’ direnciyle karşılaşabilirlerdi. Ne olursa olsun, gözlerini karartmışlardı, pire için yorganı yakmaya kararlıydılar!
Genelde ziyafet sofralarıyla donatılan dost meclislerinde, "Artık kendimizi Tanrı’da değil, kendimizde Tanrı’yı bulmak istiyoruz!", "İnsana insandan başka yoldaş yok!" diye haykırıyorlar, Tanrı fikrinin nasıl mağlup edilebileceği, Kilisenin kıskacında çırpınan ruhların özgürlüklerine nasıl kavuşturulabileceği gibi konular üzerinde ateşli konuşmalar yapıyorlardı. Yürekleri zaferin yakın muştusu ile küt küt atarken kahkahalar atıyorlardı. ‘Seküler’ entelektüelin mutlaka deist, septik veya ateist olması gerektiğinden dem vuruyorlar, tarihin kendilerine modern dünyayı şekillendirmek için özel bir ‘misyon’ yüklediği hususunda birbirlerini ikna ediyorlardı.
Entelektüelin ne vahiyle ne dinle ne de hurafeyle bir işi ve irtibatı olabilirdi.
Onlara göre dinin vesvese ve safsataları toplumda hüküm sürdüğü müddetçe, toplumun ilerlemesi hayâldi. Kişi ne kadar dindarsa, o kadar gerici ve yobazdı; dinden ne kadar arınmışsa, o kadar aydın ve ilericiydi! Gerici ve yobaz toplum aydın ve ilerici toplumla yer değiştirmeliydi.
Hemen söyleyelim ki, ilerleme fikri hiç de masum değildir. Fransız Elisee Reclus’ye göre, ilerleme fikri Fransız devriminden itibaren genellikle seçkincilik, sınıf tahakkümü, emperyalizm, zulüm ve adaletsizlik gibi fenalıkları örtbas etmek üzere kullanılan bir ideolojik kılıftır. (Anarşi, Coğrafya, Modernite, İst. 2016, s. 63.) Reclus sonuna kadar haklıydı. ‘Biz refah, ilerleme ve demokrasi getireceğiz’ diye işgal edilen ve bir zamanların Vahşi Batı’sının Teksas’ına dönüştürülen günümüz beldelerine, ülkelerine baktığınızda anlarsınız.
Tanrısız ütopyanın yol haritasını çizmeyi vazife edinen aydınlanmacılar, Tanrı’ya ve dine isyan bayrağını açarken insanlığın topyekûn aydınlanmasını fiilen başlatan öncüler olduklarını düşünüyorlardı.
Avrupa’da din adına terör estiren, kurduğu engizisyon mahkemeleriyle halka kan kusturan, kanlı emellerine kralları da alet eden ruhban sınıfına öfke büyüktü. Kilise’nin yıkılması için Tanrı’nın inkârı şarttı; bu da yetmez, öldürülmesi (!) gerekirdi.
Nitekim tarihte vuku bulan dört engizisyon sürecinde on binlerce kişi akıl almaz işkencelerin altında can verdi. İspanyol engizisyonunun öncülerinden biri olan Kral V. Ferdinand’ın 1400’lü yılların sonlarında sarf ettiği şu cümle o süreçlerin dramatik özetidir: "İspanya, Müslümanlardan ve dinsizlerden temizlendi!"
Stefan Zweig engizisyon günlerini, “Bütün ülkelerde kiliseye ters düşenlerin, sapkın sayılıp vahşi hayvan sürüleri gibi kovalandığı cinnet günleri” olarak tasvir eder. (Vicdan Zorbalığa Karşı, İst. 2017, s. 14.) Kiliseyi ‘tehdit eden’ ne kadar gafil varsa hepsinin bir dikenli tel ağına hapsedildiğini söyleyen Zweig için o günler, ‘İnsanlık tarihinde insanı dizginlemek için günümüze kadar daha sert bir gemin dayatılmadığı’ günlerdir. (s. 59.)
Kiliseye olan öfke başka bir mecraya yürür, zehir zemberek sözlerin hedef menziline Tanrı’nın da dâhil edilmesi sürpriz olmaz. Zira insanların beyinlerinden Tanrı fikrini silmeden Kiliseyi ve onun dogmalarını silip süpürmek mümkün değildir. Bu amaçla kolları sıvayanlardan biri de Fransız sosyolog Auguste Comte (ö. 1857) olur. Comte bir ’insanlık dini’ kurma ülküsüyle yola çıkar. En büyük hayali, Tanrı’nın eski mihraplarının yerinde tanrılaşmış insanlığın heykelini görmek, içinde Tanrı izleri bulunmayan bir insan bulmak, papazları bilginler olacak bir toplum kurmaktır. Albert Camus onun bu sözlerini nakleder ve ardından okkalı bir laf eder: "İnsanlık dini gerçekten de kurulacaktır ama insanların kanları ve canları üzerine!" (Başkaldıran İnsan, İst. 2016, s. 234.)
Gerçekten de Tanrı’ya ve dine savaş açanlar, politik eylemle bir yeryüzü cenneti inşa etmek için yola çıkmışlar ve insanlığa daha fazla sefalet, düşmanlık ve savaş getiren Nazizm, faşizm, komünizm, liberalizm, neo-liberalizm gibi seküler dinler kurmuşlardır. Her bir seküler din / ideoloji milyonlarca insanın hayatına mâl olur. Diğerlerinin kıyıya çekildiği günümüzde şiddet ve sömürü politikalarının dizginleri liberalizmin rötuşlanmış, makyajlanmış versiyonu olan neo-liberalizmin eline geçti!
Devran, artık kapitalizmin Truva Atı neo-liberalizmindir!
Ekonomik liberalizmin ardındaki fikre göre, sermayenin büyümesi ve refahın inşası toplumun menfaatine olacaktı. On dokuzuncu asrın ortalarına gelindiğinde ekonomik liberalizmin vaatleri tutmayınca sosyalizm ve komünizm gibi alternatif ideolojilere gün doğar. Karl Marx, kapitalist sistemin toplumun alt sınıfları üzerindeki etkisini Das Capital’inde sıralar. (James Adair, Introducing Christianity, London 2008, s. 277.) Dini kapitalist, sömürü sistemini meşrulaştıran bir aygıt olarak gören Marx da, döneminin aydınlarının dine olan nefretini yansıtan ’Din halkın afyonudur’ şeklindeki klişeleşmiş fikri aynen benimser ve meşhur eserinde tekrar eder.
Söz konusu seküler dinler, kutsalı ve vahiysel olanı her yerde geriletme ve sindirme harekâtına dönüşecek; insanı ezme, onun değerlerini yok etme hamleleri olup çıkıverecek; insanlığı sayısız cinayet, zulüm ve katliamın derin sularına itecektir. Boğazlarına kadar ‘üstün insan’ mitinin kibrine batan eli kanlı despotlar (Robespierre, II. Leopold, Hitler, Mussolini, Pol Pot, Stalin, Mao Zedong vb.), bütün hazları tadıp milyonlarca insanı katlettikten sonra bu dünyadan çeker giderler.
İdeolojileri din düşmanlığından beslenen bu nihilistler, insanlığın gördüğü en sert, en acımasız rejimlerin mucitleri ve uygulayıcıları olmuşlardır. Yerkürenin en kitlesel katliamlarındaki parmak izleri onlarındır.
Dine ve Tanrı’ya karşı savaş açanlar, ne dini ne de Tanrı fikrini kalplerden söküp atabildiler.
Onlar, yüce bir Yaratıcı’ya inanma ihtiyacının insani fıtratın katıksız bir özelliği olduğu gerçeğini gözden kaçırdılar veya kasten görmezlikten geldiler. Lâkin Yaratıcıyı inkâr eden, değerden arınmış bir hayat tahammül edilesi değildi. "Tanrı’nın ölümü" insanın ölümü; dinin ölümü, toplumun ölümüydü! İnsan için bir amaç değil, bir araç olan din, "İnsanla birlikte dünyaya gelmiş, onunla devam etmiştir.” diyen Ahmet Hamdi Akseki merhuma göre bunun sebebi, bu duygunun insanda fıtrî oluşudur. Bu fıtrî duyguyu tarihte hiçbir güç yok edememiştir.
Ancak büyük hasarlar verdiler…
Klasik biçimi ve köklü kurumlarıyla toplumun tenha kıyılarına çekilmek zorunda bırakılan geleneksel dinin bıraktığı boşluklara ezoterik/gizemli, spiritüel yeni dinimsi akımlar, kültler sızdı. Gizemli mesajlar aldıklarını, sırlı hakikatlere eriştiklerini, bireyi, aklı ve bilimi öncelediklerini iddia eden fırsatçılar/gurular etrafında kümelenen bu modern eklektik (her sistemin sunduğunun en iyisini alan) yapılar, özellikle de toplumun zenginlerini ve gençlerini hedef kitle olarak seçtiler.
Aydınlanmanın şüpheci, materyalist ve agnostik ruhuyla sarsılan ve dini bir ‘yanılgı’, ‘yanlış önermeler bütünü’ veya ‘düzmece bir bilim’ olarak gören ve nihayette Tanrı’yı ‘öldürme’ görevine soyunanlar, toplumun fertlerini birbirine bağlamada ‘tutkal’ görevi gören ana dinin ve onun kurumlarının yıpranmasından ve sahte din formlarının üremesinden de sorumludurlar.
Yine bu Aydınlanmacı aydınlar, sönmüş bilinçlerin, çökmüş zihinlerin, kömürleşmiş beyinlerin, pörsümüş kalplerin, narsist ruhların, fanatik muhterislerin mantar misali çoğalmasından da sorumludurlar.
Horkheimer’ın dediği gibi, Aydınlanma’nın günahlarıyla malûl bir dünyadayız. (Ahmet Çiğdem, Aydınlanma Düşüncesi, İst. 2017, s. 8.)
Bütün bu tahribata rağmen, din geri döndü! Hem de her yerde, ideolojilerin toplu katliamlarla dayatıldığı topraklarda bile…
İnsanı Yaratıcı’nın yerine koymayı hayal eden Aydınlanmanın öncü mimarları bugünleri görselerdi, kahırlarından ölürlerdi. Dinin şimdilerde sert esen rüzgârı Aydınlanmanın mumuna ‘püf’ dedi.
Beşerî fıtrata, inanmak yaraşırdı, ama öyle ama böyle…