Makale

Hikmet Üzerine Düşünceler

Emine Yarımbaş
Üsküdar vaizesi

HİKMET ÜZERİNE
DÜŞÜNCELER

Âlemin yaratıcısı olan Allah’ın varlığından bahis, O’nun yaratıklarıyla olan ilişki tarzlarını ortaya koymaktadır. O’nun hikmeti sadece zâtı hakkında bilgi vermesi açısından değil, başka varlık alanlarıyla ilgili nasıl bir ilişki içinde olduğuna işaret etmesi bakımından da önemlidir. Bu varlık alanlarından anlamlı bir şekilde bahsedebilmek için onları yaratan; ilim, irade, kudret ve hikmet sahibinin varlığını kabul etmek gerekir. Kâinata sirayet eden hikmet, yaratıcıdan neşet edeceğinden âlemi yaratıcıdan bağımsız olarak düşünme imkânı yoktur. Yaratılan varlıklardaki hikmet, özellikle yaratıcı ve yaratılışın hikmetini anlamlandırmada önem arz eder.
Yaratılan âlemdeki hikmet konusu incelenirken, bu düzlemde varolan şerlerin anlamlandırılması konusu gündeme gelmektedir. İçinde yaşadığımız evrende bulunan kötülüklerle, ilim ve kudret sahibi iyi bir Tanrı’nın uzlaştırılamayacağı esasına dayanan şer problemi veya bugün kullanılan yaygın ifadesiyle kötülük problemi, tarih boyunca insanların zihnini meşgul eden önemli meselelerden biridir. Hem kötülük problemi, hem de Allah’ın adaletinden hareketle kötülüğü temellendirmeye dayalı çalışmalar (ki bu tür çalışmalar Batı’da teodise başlığı altında İncelenmektedir) hemen hemen her çağda kendini gösteren mühim tartışmalar arasında yerini almıştır. Bugün kötülük problemi dendiğinde, David Hume’da temellendirildiği kabul edilen ancak kaynakları itibariyle Hume’dan çok daha önce yaşamış olan Epikür’e dayandığı bilinen, önerme hâlindeki bazı tespitler akla gelmektedir. Kısaca evrende bulunan kötülüklerle, ilim ve hikmet sahibi bir yaratıcının uzlaştırılamayacağı veya her ikisinin bir arada bulunamayacağı temel tezinden hareket eden bu yaklaşım, eğer Tanrı varsa kötülükler olmamalı ya da kötülükler varsa içinde kötülüklerin yer aldığı bir dünya, Tanrı tarafından yaratılmış olamayacağından Tanrı olmamalı şeklinde, önermelerden birinin varlığı diğerini geçersiz kılacak tarzda şekillenen ve daha ilk bakışta ateizme götüreceği her hâlinden belli olan bir yaklaşım görülmektedir. Bunun da ötesinde zamanla daha sistematik şekillerde ifadesini bulan şer problemi, ateizmin en temel argümanlarından biri olarak ortaya sürülmüştür.
Hakkında kısa açıklamalar yaparak sunmaya çalıştığımız bu yaklaşım şeklinin, daha başlangıçta çeşitli ön kabullere sahip olduğu görülür: Birincisi, realite olarak evrende kötülüklerin varlığını kabul eder. İkincisi, içinde şerlerin bulunduğu bir dünya ile Tanrı bir arada düşünülemez, bu durum kötülüklere Tanrı’nın varlığını tehdit edecek seviyede bir güç ve anlam atfedildiğini gösterir. Üçüncüsü eğer Tanrı varsa mutlaka bu kötülükleri önlemeliydi" ifadesi, Tanrının varlığının neyi zorunlu kıldığına dair bir anlamı içinde barındırmaktadır.
Düşünce tarihinde önemli bir yer işgal eden bu felsefî % problem, İslâm ilahiyatını çeşitli açılardan ilgilendirmektedir. Şer problemi yaratıcının birliğini ve sıfatlarını tehdit eden en keskin şeklini, düalist Tanrı inançlarında bulur. Mutlak iyi olan bir Tanrı’nın kötülükleri yaratmasının mümkün olamayacağı gibi, masum bir bakış açısından hareket ettiği görülen bu yaklaşım, kötülüklerin varlığını izah edebilmek için başka Tanrılar vazetmeye kadar varan elîm bir neticeyi beraberinde getirir. İşte bu netice tarihte Zerdüştlük, Maniheizm, Mazdekizm gibi, Mâtürîdî döneminde tesirlerini ciddî şekilde hissettiren ikici (düalist) Tanrı anlayışlarına sahip bulunan düşüncelere kaynaklık etmiştir. Hayır ve şerrin varlığını ayrı ayrı Tanrılara izafe eden düalist düşünce, aslında hareket noktasını tevhidî dinlerden almakta ve onlardan beslenmektedir. Zira bütün tevhidî dinlerde mevcut olan şeytana atfedilen konum ve özellikler biraz daha genişletildiğinde, şeytan şer tanrısı olmaya yaklaşır.
İslâm inançlarına göre insanlığın yaratılması sırasında, Allah’a karşı gelerek isyan eden ve ondan kıyamete kadar mühlet isteyen şeytan, bu süre içinde insanları dalâlete sürüklemek için çabalayacaktır. Kendisine mühlet verilmesi, aynı zamanda üstlendiği işleri yapabilme gücü ve iradesinin verilmesi anlamına gelir. Burada görünürde yaratıcıya bir muhalefet ve karşı çıkış söz konusudur. Şeytanın insanları kötülüklere sevketmesi ve bu amacını gerçekleştirebilmek için istediği mühleti elde etmesi, İslam inançları açısından bütünüyle yaratıcının kontrolü ve
O’nun izni çerçevesinde olmakta ve bu itibarla bir sakınca doğurmamaktadır. Ancak bu durum, şeytana atfedilen insanları saptırma fonksiyonu ön plâna çıkarılarak, yaratıcıdan bağımsız düşünüldüğünde veya Allah’ın rızasına uygun olmayan bir şeyi yaratmayacağı esasından hareket edildiğinde, yaratıcının meşî- et ve rızasıyla bağdaştırılmayan şeytan şer tanrısına dönüşebilmekte ve böylece düalist düşüncenin temelleri atılmış olmaktadır.
İslâm düşüncesinde şerrin varlığı mutlak olarak şeytana veya şer tanrısına izafe edilmez. Ancak zaman zaman Tanrı’nın şerleri yaratmasının mümkün olmadığı gerekçesinden hareketle, evrende bulunan şerlerin sebebi olarak insanların veya dolaylı bir sebebi olarak şeytanın gösterildiği olmuştur. Allah’ın kötülükleri yaratmasının mümkün olmadığı düşüncesi, zaman zaman kötülükleri yaratmanın Allah’ın hikmetiyle bağdaşmadığı, hatta Allah’ın şerri dilemediği, şerri bir dileyen varsa onun ancak şeytan olduğu tarzındaki ifadeleri peşinden sürüklemektedir. Özellikle Mutezilî düşüncede ve halk arasında yaygın olan bazı anlayışlarda, bu ve benzeri yaklaşımları görmek mümkündür.
Özellikle bugün Batı düşüncesinde anladığımız mânâda kötülük, İslâm düşünce sisteminde bir problem olarak görünmez. Hikmet kavramı, şer probleminin izahı sırasında karşımıza çıkan bir terimdir ve şerleri İlâhî hikmet çerçevesinde bir yere oturtma çabasına işaret eder. Hikmet kavramı şerrin ne müteradifi, ne de mukabilidir. Bu kavram şerri açıklama ve izah etme noktasında sığınak rolü üstlenen, ona barınabileceği bir yer tahsis ederek anlam kazandıran, zengin muhtevalı bir kavramdır. Batı düşüncesinde kötülük probleminin çözümü veya izahına ilişkin konular "teodise" başlığı altında İncelenmekte ve bu kavram "İlâhî adâlet" anlamına gelmektedir. Adalet kavramına nispetle daha derin anlam alanına sahip olan hikmet ifadesi, hem İlâhî hem de beşerî varlık düzlemlerinde kullanıldığı gibi, felsefe ve tasavvuf başta olmak üzere, birçok bilim dalında incelenen temel bir kavramdır. Kur’an, tefsir, Kur’an’da geçen öğütler, nübüvvet, Hz. Peygamberin hadisleri, anlayış ve ilim anlamında hüküm, ilim-amel bütünlüğü, kalp ve akıl, faydalı söz ve amel, akla uygun olan özlü söz gibi mânâlarının yanı sıra, fiil olarak işleri gereği gibi yapmak, iyi olana yönlendirmek, çirkin olandan alıkoymak, en değerli varlıkları en üstün bilgiyle bilmek, dengeli olmak, adalet niteliği taşımak, nesnelerin mahiyet ve hakikatlerini bilmek, eşyayı bilmek ve onu sağlam ve kusursuz bir şekilde yaratmak anlamlarında kullanılmaktadır. Bunlara genel olarak bakıldığında, hikmet teriminin İlâhî yönünün daha çok dikkat çektiği görülür. Bu terim mutlak anlamda düşünüldüğünde, yaratıcıdan başkasına atfı söz konusu olamaz. Zira nesnelerin bütün yönlerine hakkıyla vâkıf olan ve onları maharetle uygulayan ancak Tanrı olabilir.
Yaratıcıdaki hikmetin, ilim ve adi terimleriyle yakın bir ilişki içinde olduğu görülür. Çünkü hikmetli olmak ya da bir şeyi hikmet üzere yaratmak, o şeyin hakikatini bilmeyi ve dengeli kılmayı gerektirir. Yüce yaratıcının yaratılan varlıklarla bağlantısında karşımıza çıkan "halk/yaratma" ile bundaki sağlamlık ve kusursuzluk şeklindeki hikmet açıklamaları, hikmet üzere yaratılan mahlukâtın da aynı özelliklerde olduğunu kabul etmeyi gerektirir. Şer ve hikmet kavramlarının açıklanmasında dış dünyanın yapısı ve onun yaratıcıyla olan ilişkisi büyük önem arz eder. İlâhî mesajla bize ulaşan buyrukların vaz’ olma nedeni (meselâ içkinin haram kılınma illeti olarak sarhoşluk verme bilgisi), Tanrı’nın o yasağı koyuş hikmetini (içkiyi haram kılmasını) keşfetmede bize yardımcı olabilir. Şer’î hükümlerin illeti konusunda fakih- ler tarafından üretilen bilgi ve yorumlar, şâriin o yasağı koymasındaki hikmeti tanımada bize yardımcı olan açıklamalardır. Yoksa hükmün konulma illeti veya hükmün konulmasından amaçlanan, kesin netice anlamında İlâhî iradenin kasdına dair net şeyler söylemek zordur. İlâhî kasda dair birtakım açıklamalar getirme imkânı olsa bile, doğruluğu hakkında şüpheler bulunan böyle bir bilgiden hareketle, Tanrı’yla ilgili bir ahlâk sisteminin varlığına ulaşmak ve bununla ilgili ilke ve sistemler tespit etmek mümkün değildir.
Usûl ve kuralları Tanrı tarafından belirlenen bir sistemde geçerli olan düzen ve kurallardan hareketle, esasları tespit edilen bir ahlâk sistemini, Tanrı’nın uymak zorunda olduğu objektif bir sistem olarak tayin etmek büyük bir hata olur. Yaratılan her şeyde Allah tarafından belirlenen bir hikmetin olduğu muhakkaktır. Ancak bu sınırları ve tanımı insanlar tarafından belirlenen bir hikmet değil, Allah tarafından bilinen ve uygulanan bir hikmettir. Bu hikmetin ne olabileceğini keşfetme konusunda gösterilen gayret, İlâhî hikmeti anlama ve anlamlandırma çabası olarak takdire şayandır. Ancak bu durum insanlara, Tanrı için genel geçer bir ahlâk sisteminin var olduğunu ve Tanrı’nın bu sisteme uygun olarak eşyayı halkettiği- ni/halketmesi gerektiğini söyleyerek Tanrı’yı bağlayan bir ahlâk yasasının varlığına hükmetme hakkını veremez.
İslam düşüncesinde çok önemli bir yere sahip olan Mâtürîdî’ye göre hikmet, "Her şeyi yerli yerine koymak"tır. Bu tanımın ilim ve adi kavramlarıyla daha yakın irtibatı olduğu ve İlâhî hikmete işaret ettiği ortadadır. Zira her şeyi yerli yerine koymak için öncelikle o şeylerin yerlerini bilmek gerekir. Bilgi olmadan eylem mümkün değildir. Mutlak ilim, bu ilme dayalı doğru ve yerinde fiil, hem hikmetin hem de adlin tanımıdır. Bu itibarla ilim, hikmet ve adâlet üçgeni hikmetin anlaşılmasında itibar edilmesi gereken esas yapıyı teşkil eder.
Âlemin yaratıcısı olan Allah’ın varlığından bahis, O’nun yaratıklarıyla olan ilişki tarzlarını ortaya koymaktadır. O’nun hikmeti sadece zâtı hakkında bilgi vermesi açısından değil, başka varlık alanlarıyla ilgili nasıl bir ilişki içinde olduğuna işaret etmesi bakımından da önemlidir. Bu varlık alanlarından anlamlı bir şekilde bahsedebilmek için onları yaratan; ilim, irade, kudret ve hikmet sahibinin varlığını kabul etmek gerekir. Kâinata sirayet eden hikmet, yaratıcıdan neşet edeceğinden âlemi yaratıcıdan bağımsız olarak düşünme imkânı yoktur. Yaratılan varlıklardaki hikmet, özellikle yaratıcı ve yaratılışın hikmetini anlamlandırmada önem arz eder. Yaratılan varlıklardaki hikmet olmasaydı, diğer hikmet türleri bize çok fazla bir anlam ifade etmeyecekti.
İslam düşüncesinde ilgili literatüre bakıldığında, şerrin problem olarak önemli bir yer işgal etmediği görülür. Zira genel anlamda şer problemi dendiğinde kâinatta yer alan kötülüklerin, beraberinde inkârı getiren ciddi bir sorun olarak algılanması, bunların varlığı ile yaratıcının varlığının bir arada düşünülememesi gibi problematik meseleler akla gelmektedir. Halbuki İslam düşüncesinde şer, Allah’ın hikmet ve adâleti açısından İncelenmektedir. Bu hikmet İlâhî ve beşerî varlık alanlarında birbirleriyle iç içe bir yapı arz etmektedir. O halde hem yaratıcı, hem yaratılış, hem de bu yaratılışın sonucu olarak âlemde yaratılan varlıklar, hikmet özelliğine sahiptirler. Allah’a ait olan hikmet, eşyanın tam bir şekilde bilinmesi ve yaratılması ve bunun sonucu olarak her şeyin yerli yerine konulmasıdır. Allah’ın hikmet ve inâyetinin sonucu, evrenin bir amacı ve gayesi bulunur. Hikmete uygun olan insan fiillerinin de öncelikli bir amacı vardır ve insan, yaratılış gayesine uygun hareket ettiği ölçüde hikmete yaklaşmaktadır. İslam düşüncesindeki hikmet anlayışı bütün yönleriyle ortaya konduğunda, meseleye bakış açısındaki incelikler ortaya çıkacak ve bu yolla kötülük probleminin günümüzdeki versiyonu ve dünyada şer olarak kabul edilen hadiseleri izah etmede yeni bakış açıları kazanılacaktır. Böylece hem kötülükleri yaratıcının hikmeti çerçevesinde temellendirme imkânı doğacak, hem de ortaya çıkan sonuçlar şer konusundaki problemleri aşmaya yardımcı olacaktır.