Makale

PROF. DR. HALİS AYHAN: “Dini Doğru Bilen Kadın ya da Erkek Hayra Ulaşmıştır.”

PROF. DR. HALİS AYHAN:
“Dini Doğru Bilen Kadın ya da Erkek
Hayra Ulaşmıştır.”


Dr. Lamia Levent ABUL - Mahir KILINÇ

Sayın Hocam, Din eğitimi konusunda Osmanlı’dan tevarüs eden miras üzerinden kendi eğitim geleneğimizi oluşturma hususunda ne kadar başarılı olduk?
Osmanlı döneminde eğitimin durumunu göstermesi bakımından XVII. yüzyılda yaşayan Kâtip Çelebi’nin yazdığı bir kitap dikkate değerdir. İsmi, “Mizanü’l-Hak fi İhtiyari’l-Hak” Türkçe bir kitap. Yani hakkı bulmada, en doğruyu bulmada ölçü. Orada şöyle diyor: Medrese eğitiminde birtakım mutaassıp kimseler tarafından akli ilimler, felsefi, hikemi ilimler medrese programından çıkarıldı, yerine fıkıh koydular; ne şeriat ne de hikmet kaldı Osmanlı medreselerinde. İlim pazarında cehalet hüküm sürdü. Hikmeti bilmeyen şeriatı hiç bilemez. diyor ve Kur’an’dan, Peygamber Efendimiz’in ha-
dislerinden bize nasıl bir din öğretmemiz gerektiğini ortaya koyan örnekler veriyor. Aynı yüzyılda, yani XVII. yüzyılda Batı’da kim var, Dekart var. Ölüm tarihleri de bir birine yakın. Dekart’ın kitabının ismi de benzer “Discourse on the Method” yani “Metot üzerine Konuşma” Kâtip Çelebi’nin kitabı da “En Doğruyu Bulmada Ölçü” isimlerde benzerlik var, aynı şeyleri yazıyorlar kitaplarında aşağı yukarı. Bunun üzerine Batı’da Rönesans oluyor ve XVIII. ve XIX. yüzyıllara geliyorlar. Kâtip Çelebi’nin eğitim konusunda yazdıklarını ise 1908’e kadar kimse okumuyor. O, medreselerde akli ve nakli ilimlerin birlikte okutulması gerektiğini ve birini terk etmenin ötekini de yok edeceğini söylüyor. Osmanlı’nın son yüzyılına bakarsak Osmanlı’nın eğitim mirasının nasıl olduğunu ve bu geleneğin Cumhuriyet dönemine nasıl intikal ettiğini daha iyi anlarız. Fatihlerin, Kanunilerin kurduğu medrese Osmanlı’nın son yüzyılında yok. Öğrenci on altı yıl eğitim görür medresede, eski alet kitaplarını tekrar tekrar okur. Fakat felsefe yok, kelam yok, tasavvuf tarihi, İslam tarihi yok, dünya tarihi hiç yok. Sözgelimi Maturidi, Farabi, İbn-i Sina yok kısaca düşünce yok. 1908’e gelindiğinde ise bu yanlışlık görülmüş ve böyle olmaz denilerek medreseler ıslah edilmiş. Fatih’in Sahn-ı Seman’ını ihya edilelim şeklinde medreselerle ilgili çok ciddi çabalar var. Bu arada modern mektepler açılmaya başlanmış, Rüştiye, Sultani, Darülfünun açılmış ve 1920’ye böyle gelmişiz. Ankara’da yeni Cumhuriyet Hükûmeti kurulurken ellerinde bir medrese mirası yok maalesef. Yani Fatih’in Sahn-ı Seman’ı gibi medreseler. O gelenek günlük ihtiyaçlara cevap vererek, gelişerek 1920’lere gelemiyor. Eğitim ile ilgili düzenlemelerin yapıldığı 1924 yılında ise Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Şubat ayında İzmir’de bir toplantıya Darülfünundan beş profesörü çağırıyor, zaten tek üniversite var ve biz eğitimde ne yapacağız konusunu görüşüyorlar. Fuat Köprülü, İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi isimler var. Cumhuriyet yeni ilan edilmiş, daha bütün kanunlar çıkmamış yani Tevhid-i tedrisattan önce. Gazi Paşa, bu hocalara, din eğitimini ne yapacağız diye soruyor. Hocalar, mekteplerde din eğitimi vermeyelim, ailelere kalsın diyorlar. O dönemde Darülfünun İlahiyat Fakültesi ve İmam-Hatip mektepleri var. Bu toplantıdan bir ay sonra Tevhid-i Tedrisat Kanunu çıkıyor ve şöyle diyor kanun: Maarif Vekâletine bağlı din hizmetlerini ifa için İmam-Hatipler açılsın, yüksek din eğitimi için de Darülfünuna bağlı İlahiyat açılsın ve açılıyor. 1931’e kadar İmam-Hatipler devam ediyor. 1933’e kadar Darülfünun’da ilahiyat devam ediyor. 1933’e gelindiğinde ise İlahiyat kapatılıyor, Darülfünunun ismi değiştirilerek İstanbul Üniversitesi yapılıyor ve burada öğrencisi olmayan İslam Araştırmaları Merkezi gibi bir merkez kuruluyor. 1933’ten 1949’a kadar Türkiye’de hiçbir yüksek din eğitimi yok. Orta eğitim seviyesinde örgün eğitim kurumu yok. 1947’de bu konuda tartışmalar başlıyor. II. Cihan Harbi’nin bittiği, demokrasi arzularının yükseldiği bu dönemde dini eğitim konusundaki tartışmalar tekrar alevleniyor. 1947’den 1949’a kadar iki yıl boyunca mecliste, basında, kurultaylarda dini eğitimi ve Diyanet’in yapılandırılması konuları tartışılıyor. Çetin tartışmalar yapılıyor, çok güzel raporlar hazırlanıyor, lehte ve aleyhte çeşitli görüşler var. Bu tartışmaların nihayetinde 1949’un şubatında ilkokul dört ve beşinci sınıflara isteğe bağlı din dersi konuluyor. İmam-hatip okulu açılamıyor fakat imam-hatip kursları açılıyor. 1949’un haziran ayında ise meclisin oybirliği ile ilahiyat fakültesi açılıyor. O zaman yapılan tartışma şu; ilahiyat fakültesini İstanbul’da mı açalım Ankara’da mı açalım? Yani açılmasın diyen bir tek vekil yok. Nihayetinde Ankara Üniversitesine bağlı bir ilahiyat fakültesi açılmasına karar veriliyor ve o yılın ekim ayında da eğitim-öğretime başlıyor. 1950’lilerle birlikte çok partili döneme geçildi, imam-hatip okulları açıldı, ortaokullara din dersi kondu daha sonra liselere de isteğe bağlı olarak kondu. İmam-Hatip Okulları 1957’de ilk mezunlarını vermeye başladı. Ben de ilk mezunlar arasındayım. Ancak imam-hatip mezunları ne ilahiyat fakültesi ne de diğer fakültelere giremiyor. Bunun üzerine İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü 1959’da açılıyor. Bu okullara yalnız imam-hatip mezunları girebiliyordu. Ankara İlahiyat Fakültesi imam-hatip mezunlarını almıyordu, Yüksek İslam Enstitüleri de lise mezunlarını almıyordu.
1960 darbesi ile beraber, o günkü yönetime; imam-hatip okullarına ihtiyaç yok, Yüksek İslam Enstitülerine ihtiyaç yok, kapatalım, şeklinde dayatmalar yapılmak isteniyor. Ancak dönemin hükümetine, yanlış yapıyorsunuz, örgün eğitimin her kademesinde din eğitimine ihtiyaç var, 1931’de yapılan yanlışa tekrar düşmeyelim, diyorlar Kemal Kürkçüoğlular, Ali Fuat Başgiller, Nihat Sami Banarlılar… Bunun üzerine aynı yanlışa tekrar düşülmüyor ve 1962’de Konya’da ikinci Yüksek İslam Enstitüsü açılıyor. 1965’te Kayseri’de ve devamında Erzurum, İzmir ve Bursa’da da Yüksek İslam Enstitüleri açılıyor. Günümüzde ise hemen hemen her üniversitede var ilahiyat fakülteleri. Benim kanaatim de o, üniversite olan her yerde ilahiyat fakülteleri açılmalı.
Din eğitimi konusunda uzun bir kesinti dönemi var ülkemizde. Bu kesintilerin olması ne gibi kayıplar meydana getirdi?
1933’ten 1950 yılına kadar yani Ankara İlahiyat Fakültesi açılıncaya kadar 17 yıl bu memlekette üniversite ortamında din, diyanet ve İslam konuşulmuyor. Akait, kelam konuşulmuyor. Hatta kâğıt üzerinde açık görünen Kur’an kursları dahi fiilen ortalıkta yok. Böyle bir ortamda geleneksel öğretiler, yetişkin nesil de ömür gereği rahmeti rahmana kavuşuyor. Belli yaştakiler ölüyor. 1933 yılında 70 yaşındaysa 1950’ye kadar yaşaması mümkün değil. Türkiye’nin 1940’lı yıllardan sonra köyünde, kentinde, şehrinde hemen hemen hoca diyeceğimiz, müderris diyeceğimiz hiç kimse kalmıyor. Geleneksel öğreti de böylece bitiyor. O dönemde örgün öğretim olmadığı gibi yaygın öğretim de yok. Babadan oğula, dededen toruna ulaştıracak bir bilgi de yok. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açıldığında akademisyen, doktora yapmış bir tek hoca yok. İlahiyat Fakültesine felsefede, tarihte, sanat tarihinde yetişmiş hocaları getiriyorlar. O dönemde yetişmiş iki hoca var: Biri, şimdiki hadis ve tefsir hocalarının hepsinin hocası da olan Muhammed Tayyip Okiç; diğeri ise mağripli Muhammed Tavit Tanci Hoca. İki tane profesör var ulum-ı diniyyede, üçüncü bir kişi yok; diğerleri okutman seviyesinde. Medrese usulüyle yetişmiş hocalar var ama onların hiçbirinin akademik çalışmaları yok. O dönemde Ankara Senatosu, Ankara İlahiyata Maarif Vekâleti hoca bulamıyor. Rahmetli Erol Güngör Hoca der ki: Ne garip bir tecellidir ki 1950 Türkiye’sinde İslami ilimlerde doktora yapmış bir kişi bile yok. Bu alanda hoca bulamıyorlar. Öyle açılıyor Ankara İlahiyat ve ilk mezunlarını da 1953’te veriyor. 1951’de imam-hatip okulları açılıyor ancak orada da fakülte mezunu hiç hoca yok. İmam-hatipteyken bize fakülte mezunu hiçbir hoca gelmedi. Eski hocalar, âlim adamlar, dedemiz yaşında insanlar ama 40-50 kişilik sınıflarda ders vermeyi hiç görmemiş insanlar. Herhangi bir camide imam, müderrislik yapan hocayı getiriyor Maarif Vekâleti imam-hatip okullarına.
O dönemdeki kesinti gerçekten âlim insanların yetişmemesine neden oldu ve büyük bir boşluk meydana getirdi. İslami meselelerde kafa yoran, çözüm üreten, bu meseleleri güncel ihtiyaca göre açıklayan hiçbir hoca kalmadığı gibi öğretmen de kalmadı. İmam-hatiplerde öğretmen, fakültelerde de hoca yok. Diyanet’te ise 1962’de müftü, vaiz, imam oluyoruz. Şimdi müftü, vaiz ve imam olmak ne kadar da zor bir süreç gerektiriyor. Hatta o dönemde okurken bile bu görevlerini yerine getiren arkadaşlarımız vardı.
Hocam 12 Eylül ve sonrası dönemi din eğitimi açısından nasıl değerlendirirsiniz?
Bu tarihî süreçte 12 Eylül 1980’de de tartışmalar devam etti. Din dersleri kaldırılsın, Kur’an kursları Milli Eğitime bağlansın. İmam-hatiplerin sayısı azalsın, yüksek İslam enstitülerinin sayısı 5’e insin, şeklinde görüşler ortaya atıldı. Böyle bir teklif de YÖK’ten ve MEB’den Evren Paşa ve arkadaşlarına sunuldu. Bunun üzerine ben, rahmetli Ahmet Yurttaş, Ali Şakir Ergin, Mehmet Ferdi Gül ve Mustafa Uzunbostancı’dan oluşan beş İslam Enstitüsü müdürü bir araya geldik, ne yapabiliriz dedik ve daha sonra Evren Paşa ve Milli Eğitim Bakanına ulaştık. Benim başkanlığımda içerisinde raporlarımızın yer aldığı bir kitap hazırladık ve Evren Paşa ile görüştük. Beş arkadaş şunu dedik: “Sayın devlet başkanım, Osmanlı dedelerimiz son yüzyılda din adına tabii ilimleri, fen ilimlerini dışladılar, yanlış yaptılar. Cumhuriyet de pozitif bilim adına dini dışlarsa yanlış yapar, aynı yanlışa bir daha düşmeyelim. Doğru öğretim ikisini birlikte vermekle ancak mümkün olur. Anlattık niçin böyle olması gerektiğini sonra imam-hatip mezunun üniversiteye girememesi yanlış olur. İmtihanını kazandığı her yere gidebilmeli. Hiçbir İslam enstitüsü kapatılmasın çünkü devlet kendi eliyle açtığı bir okulu kapatırsa halk nezdinde güven kaybı oluşur. Cezaevleri kapatılır, hastaneler geliştirilir ama okullar asla kapatılmaz. Okullar nitelik ve nicelik bakımından geliştirilir. Eğer bu okullar kapatılırsa büyük bir yanlışa kapı açar ve vatandaşın illegal öğretime yönelmesine sebep olur.” Bu konuşmadan sonra hazırladığımız raporu sunduk. Evren Paşa brifing masasında raporları, tekliflerimizi okudu ve pek çok konuda mutabık kaldık. Görüşmeden sonra aynı ayın son günlerinde şûra yapıldı ve o şûrada bunların hepsi tartışıldı. 1982 Anayasasının 24. Maddesi çıktı. Neydi o madde? “Din kültürü ve ahlak dersi müşterek dersler arasındadır. Küçüklerin velilerinin isteğine, büyüklerin ise kendi isteğine bağlıdır.” 24. Madde Kasım 1982’de yayımlandı, Anayasaya girdi.
Bu gayretlerimizin sonucunda din dersi zorunlu dersler arasına girdi; imam-hatip okulları öğrencileri de Milli Eğitimin Temel Kanunu 42. Maddesince kazandıkları okullara gider oldular. Yüksek İslam enstitüleri ilahiyat oldu ve bulundukları yerdeki üniversitelere bağlandı. Kur’an kursları da Diyanet’te kaldı.
28 Şubat 1997’ye geldiğimizde 1980-1982’deki tüm kazanımlar kanunla olmasa da kararnamelerle, genelgelerle tersine çevrildi. 1997 yılındaki Türkiye 1980 şartlarına geri dönmek zorunda kaldı. 1997 yılında 8 yıllık kesintisiz eğitim çıkardılar, imam-hatip ile meslek liselerinden mezun olanlar için katsayı uygulaması getirdiler ve bu liselerdeki öğrenciler üniversiteye gidemediler.
Din eğitiminde bugün ne durumdayız, bugünkü sorunlarımız nedir Hocam?
Bugün Türkiye’miz bunları geride bıraktı ama Elmalılı Hamdi Yazır’ın Metalib ve Mezahib adlı kitabının girişinde dediği bir şey var: “Dün ne olduğunu bilirseniz bugünümüzü doğru anlarsınız, geleceği de doğru yorumlarsınız.” Diğer ilimlerin de öğretiminde geçerli olan ve din öğretiminin olmazsa olmazı olan temel kural şudur: Doğru öğretmek, yeterli öğretmek ve zamanında öğretmek.
Din bize doğru, yeterli ve zamanında öğretilmiyor. Benim kanaatim şudur ki: Dini doğru bilen kadın ya da erkek hayra ulaşmıştır. Doğru bilgilerle, doğru düşünür, doğru kararlar verir, toplum ve ahlak kurallarına uygun davranır ve hayra ulaşır. Eğer ulaşamıyorsa din bilgilerini biz doğru vermiyoruz.
Peki, Hocam insanlara doğru dinî bilgiyi nasıl öğreteceğiz?
Burada en büyük sorumluluk üniversitelere düşüyor. Eğitimin en yüksek kademesi üniversiteler ilahiyat fakültelerinde örgün öğretimin içerisinde yer alan isteğe bağlı derslerle diğer fakültelerdeki bütün öğrencilere doğru dinî bilgiye doğrudan ulaşma olanağı sağlanacak. Her şehirdeki üniversite devletin desteğiyle üniversite gençliğinin doğru din bilgisine ulaşabileceği hocaları ve imkânları sağlayacak.
Cami kürsüsünden yapılan din eğitiminin yanında radyo, televizyon ve Diyanet’in yaygın eğitim hizmetleri aracılığıyla doğru dinî bilgilere ulaşılabilmesi için programların çoğaltılması ve daha nitelikli hâle getirilmesi gerekir.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve Milli Eğitim’in personel ihtiyacını karşılayan imam-hatip liselerini ve ilahiyat fakültelerini din eğitimi ve öğretimi açısından değerlendirecek olursanız neler söylersiniz?
İlahiyat fakülteleri, üç amaca yönelik çalışıyor: Bir, Diyanet İşleri Başkanlığının hizmet alanına dair imam, vaiz, Kur’an kursu öğreticisi, müftü gibi meslektaşlarımızın yetişmesini sağlıyor. İki, ilkokul, lise ve imam-hatip liselerine öğretmen hazırlıyor. Üç, akademisyenler yetiştiriyor. Üniversitelerde 18 ana bilim dalımız var ve bu anabilim dallarında tüm dünyada araştırmalar yapılıyor.
Bu üç amaca yönelik çalışmalar yapılırken de yöntem şu olmalı: Müftülerimiz, örgün anlamda hoca olmasalar bile ayda bir Diyanet’in karşılaştığı soruları ilahiyat öğrencilerine anlatmalı. Bu sorulara yönelik kendisine refakat eden ilahiyat fakültesi hocalarıyla o sorulara çözümler üretmeli. Yine MEB’deki meslek dersleri öğretmenleri karşılaştıkları problemleri örgün öğretimdeki hocalarla ve öğrencilerle paylaşmalı. Fatih dönemindeki sahn-ı seman medresesinde şöyle bir kural var: Bir üst sınıfa geçen talebe, bir alt sınıftaki talebeyle gördüğü derslerin müzakeresini yapar. Çünkü en iyi öğretim modeli öğretirken öğrenmektir. İşte bu anlayışı günümüze de taşımak mümkün. Diyanet İşleri Başkanlığı bir rapor hazırlar bunu ilahiyat fakültelerinin dekanlarına ve YÖK’e sunar. Bu raporda imamların, vaizlerin, müftülerin vb. din görevlilerinin görev esnasındayken karşılaştığı problemlerin daha nitelikli kimseler yetiştirmek için ilahiyat fakültelerindeki öğrencilerle paylaşılmasının uygunluğu yer alır. İlahiyat fakülteleri dekanları YÖK’ün de onayıyla bunlara kapı açar. Hatta ilahiyat fakültesi öğrencileri kendileri gibi aynı yerlerden geçen meslektaşlarının yanında staj görerek pek çok soru ve sorunla da yüzleşmiş olur.
Bugün nerdeyse her mahallede açılan ve oldukça yaygınlaşmış olan Kur’an kurslarında verilen Kur’an eğitimini nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye’de Din Eğitimi kitabınızda Kur’an kursları hakkında önerileriniz var. Bugünkü durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eğitim tarihi boyunca nitelik ve nicelik çatışması hep yaşanmıştır. Nicelik arttıkça nitelik düşüyor; hâlbuki önemli diyoruz. Bu böyle paradoksal bir şey değil. Nicelik artmalı, çare yok. Çünkü nüfus artışının sürekli olduğu bir ülkede eğitim yerlerinin niceliğinin artması kaçınılmazdır ve öyle de olmalıdır. Yani her mahallede Kur’an eğitim yerlerinin, Kur’an kurslarının olması kaçınılmazdır ve tabii bir şeydir. Bu kaçınılmaz bir sosyal olay. Peki, nüfusa bağlı olarak gelişen nicelik uğruna nitelikten vaz mı geçeceğiz. Hayır. Diyanet’in Kur’an kurslarımızın niteliğine yönelik her geçen gün çok ciddi çalışmalar yaptığını biliyoruz. 4-6 yaş Kur’an kurslarının yanı sıra yaz kursları var ki bu kurslarda camiler dolup taşıyor. Bunlar kaçınılmaz bir olay. Diyanet İşleri Başkanlığımız bu çabayı güncelleştirerek devam etmeli. Her üç beş yılda niteliği gözden geçirip kaliteyi yükseltmek lazım. Kur’an kurslarında dönem sonlarında öğrencilerden, öğretmenlerden ve velilerden geri bildirim almak lazım. Bu geri bildirime dayanarak eğitimin niteliğini daha da geliştirmek lazım. Söz gelimi Kur’an kursu salonları fiziki aydınlığı ve bahçesi olan bir ortama kavuşturulmalı. Bahçesiz kurslar için de belediyelerle görüşerek varsa yakınındaki bahçenin kursa tahsis edilmesi sağlanmalı. Kur’an kursunun ortamı asgari bir okuldaki sınıf ortamıyla sırası, masası, havalandırmasıyla aynı şartlarda olması lazım. Kur’an kursumuzun fiziki ortamını tıpkı okullardaki yaş grubuna göre oluşturmak şarttır. Öğretmen arkadaşların da öğrencileri 1-2 saat salonlarda tutmak yerine 20 dakikalık, en fazla yarım saatlik bir süre içerisinde alanı, konuyu değiştirmek gibi, ortam hazırlamak ve çocuğun tekrar öğrenmeye hazır olmasını sağlamak gibi tedbirler alması gerekir. Hem müftülüklerde hem ilahiyat fakülterinde bu konuda çalışan hocalarımız var. Dolayısıyla bu konuların üzerinde Diyanet, ilahiyat bir araya gelerek daha iyi, güncel ve nitelikli hizmetler üretebilir.


Halis Ayhan 1944 yılında Yozgat’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kayseri ve Yozgat’ta tamamladı. 1966’da Konya Yüksek İslâm Enstitüsü’nde yüksek öğrenimini tamamladı. Kayseri Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Din Psikolojisi ve Pedagojisi öğretim görevlisi olarak bulundu. Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde Eğitim Tarihi alanında doktorasını tamamladı. 1975-1983 yıllarında Bursa Yüksek İslâm Enstitüsünün kurucu Müdürlüğünü yaptı. Enstitünün fakülteye dönüşmesiyle aynı yerde öğretim üyesi ve bölüm başkanı olarak görevine devam etti. 1988-1991 yıllarında T.D.V. İslâm Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü görevinde bulundu. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde 1994’te doçent, 2000 yılında profesör oldu. 2005-2009 yılları arasında Bakanlar Kurulu kontenjanından Yüksek Öğretim Kurulu üyeliğine atandı. Halen İstanbul Aydın Üniversitesi Eğitim Fakültesinde öğretim üyesi ve Yeditepe Üniversitesi Mütevelli Heyeti üyesidir. Evli ve dört çocuk babasıdır.