Makale

Bilgi Toplumu, Duygu Toplumu

Doç. Dr. Halil Altuntaş
Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

Bilgi toplumu
Duygu Toplumu

Kısa diyebileceğimiz bir zaman öncesine kadar ilgili bilim alanları, insan topluluklarının yeryüzündeki on binlerce yıllık hayat macerasını; "tarım toplumu" ve "sanayi toplumu" diye iki temel nitelemenin konusu yapıyordu. Artık bu nitelemelere bir yenisi eklendi: Bilgi toplumu. İlk ve en uzun dönemde hayata toprak ve toprağa bağlı bir yapı hakim idi. insanlar ekip biçiyor; besleyip yiyor ve giyiyordu. Burada toprak, insan gücü ve sermaye odaklı bir faaliyet türü söz konusuydu. Sonra makine, insan hayatındaki en önemli buluş olarak devreye girdi. Bu sayede binlerce yıldır süren hayat biçimi yeni bir akış tarzına, sanayi merkezli bir yapıya büründü. Sanayi de "incelip derinleşerek" ileri teknoloji adı verilen bir düzeye ulaştı. Elektroniğin başı çektiği bu şaşırtıcı atılımın ardında, insanlığın ulaştığı "yoğun" bilgi birikimi yer alıyor. Bu sebeple günümüz toplumunun "bilgi toplumu" diye nitelenmesi âdeta "kendiliğinden" gerçekleşti.
Bilgi toplumu nitelemesi bir önceki dönemde temel faaliyet unsurlarını devre dışı bıraktığı anlamına gelmediği gibi, önceki dönemlerde bilginin etkin olmadığı anlamını da ifade etmiyor. Olan şey şu: Önceden bilgi, toprak, emek ve sermayeden sonra geliyor ve bilgi kavramı gündemde bulunmuyordu. Günümüzde ise "bilgi" artık, bütün yoğunluğu ile vitrinde ve etkin konumdadır.
Sanayi toplumu, İngiltere’de sanayi devrimi gerçekleşmesi ile ortaya çıkmıştı. Bunun yanında aşağı yukarı eş zamanlı olarak Fransa’da ortaya çıkan 1789 siyasal devrimi; düşünce, bilgi/bilim ve özgürlükler alanında büyük bir değişimin başlangıcını oluşturuyordu. Kilisenin düşünceye uyguladığı büyük baskı kırıldı. İş bununla da kalmadı, Hıristiyanlık örneği üzerinden dine karşı yoğun bir karşı tutum ortaya çıktı. "Bilimden başka otorite tanımam" diyen, inanmayı hak eden tek gerçeğin bilim olduğunu ileri süren bu yaklaşım "aydınlanma" ile yaftalandırıldı.
Bilgi toplumunu ortaya çıkaran bilgi sıradan bir bilgi değil, sosyal ve ekonomik sonuçlar getirecek bir bilgidir. Bilgi toplumu temel teknolojilerin sürekli gelişme içinde olduğu, üretiminin sürekli hâle geldiği, eğitimin temel ilke kılındığı bir sosyal yapılanmayı ifade etmektedir. Hangi nitelemelerde bulunursak bulunalım, işin temelinde toplum yani insan faktörü yer almaktadır, insanın refah ve mutluluğu için oluyor her şey.
Sanayi toplumundaki makinenin yerini günümüzde bilgisayarlar aldı. Bilgisayarlar makineleri teslim aldı da diyebiliriz. Devasa makinelerin levyeleri artık bilgisayarların yönetiminde.
Bilgi toplumunda uzaklık kavramı ortadan kalktı artık. Bilgi akışı mesafe tanımaksızın gerçekleşiyor. Küçülen dünya bir yandan, tüm güzellikleri anında yaşayabilirken, diğer yandan her türlü olumsuzlukla da en üst düzeyde yüz yüze gelebilmektedir. Bu "git-gel"lerle dolu süreç, bilgi toplumu insanını -çok kere sebebini bilemediği- girdaplara sürüklüyor. Gerçekte, "Modern toplumsal hayat kendi çelişkilerini taşır: Birbiriyle uyuşmayan arzular dizisi ve tatmin edilmesi mümkün olmayan arzular doğurur. Daha temelde belli bir bireysel kimlik kavramı yaratır ve bu kimliği ayakta tutmak için zarurî kaynakları sağlamaz. Modern dünya egemen bireyin etrafında dönüyorsa da bireyin egemenlik şartlarını imha etmiştir. Eğer düş kırıklığını kaçınılmaz kılan ve kimliğimizi tehdit eden şartların tam da rasyonel bir ahlâkî pratiği imkânsız kılan şartlar olduğu görülürse, o vakit için de ahlâkın mümkün olacağı bir toplumu arzu etmek için sebebimiz var demektir." (Ross Poole, Ahlâk ve Moderlik, Çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı yay. Birici Basım, Ekim, 1973, s. 193)
Günümüzün hayat biçimi, toplumları geçmişte hiç olmadığı kadar yoğun kişisel bir yapıya sokmuş, onu "bağımlı" olduğu diğer bireylerden koparmıştır. Bu olgu, bencillik, duyarsızlık, güvensizlik, kişisel "değerleri" önceleme mekanizmalarını güçlendirmiştir. Oluşan şartlar onun arzularının doyumunu hedefler yapıdadır. Ama öbür taraftan da birey dikkate alınmaz. Bütün bunların temelinde gizli veya bir yabancılaşma olgusu yer alır. Üretim piyasanın işlemesi uğrunda, bireyin aynı zamanda insan oluşu parantezdedir. O, bir makine konumuna getirilmiştir, ilginç olan şu ki; insanın bu konuma isteyerek gelmesi gerektiği ona "belletilir":
"Trrrumm, Trrrumm, Trrrumm, Trak, Tiki-Tak, makinalaşmak istiyorum." (Nazım Hikmet)
Bilim/ilim, yeni bir döneme adını veren "bilgenin tertibe alınmış biçimidir, işte aydınlanmacı bakışa göre bilim sırf bilgi işidir. Ahlâkî yön ve yöntem göstermez. Bütün dikkatini yalnız gerçek üzerine toplar; iyilikle de kötülükle de ilgilenmez. Bilim "gerçeği yeniden keşfetmek değil, sadece onu gözlemlemek"tir. (Albert Bayet, ilim Ahlâkı, Çeviren Vedat Günyol, Çan Yay. İstanbul, 1963, s. 35) Ne var ki bu bakış açısı bilimsel derinlik görüntüsü altında ciddi anlamda yüzeysellik sergilemektedir. Çünkü, "Gerçek tam bilgi, hadiselerin akışının tanınmasından ibaret değildir. Bilmek seyretmek değildir, bir sırsa çözmektir. Kâinat olaylarını çok tanımak, bilmek değildir. Bilmek, kanunu bilmektir. Dünyamızın nizamını anlamaktır. Sebepleri ve zaruretleri görmektir. Büyük nizamın muammasını çözmektir." (Nurettin Topçu, Ahlak Nizamı, Yağmur Yay, 1st. 1965, s. 20) Kur’an’ın ısrarlı çağrısı bu yöndedir: "Ey basiret sahipleri ibret alın." (Haşr, 2) Bu sebeple Muhammed İkbal, "Avamın dini nedir?" sorusuna, "işitmektir" cevabını verirken, "Ariflerin dini nedir?" sorusuna "görmektir" diye karşılık veriyor. (Câvidnâme, 2002, s. 57) "Görme" yi ele ve göze hitap edene hapsetmek, insan oğlunun temel bahtsızlığıdır. Hakikatin görülmesidir asıl erdirici olan. "Nesneleri hep acayip gösteren bilgisizliktir" der, Platon. (Devlet Adamı, Çev. Behice Boran, Mehmet Karasan, Cumhuriyet yay. Çağdaş Matbaacılık, 1998, s.72) Aynı şey Mutlak’ın bilgisi için de fazlası ile geçerlidir. "inanma"ya inanmayanlar da aynı illetle, bilgisizlik illeti ile "malül"dürler. Kur’an - vahyin son tecellisi olarak- insanı bu illetten kurtarmayı amaçlıyor.
"Pozitif" bilimin merak üzerine kurulu olduğunu söyleyenler, maddenin bittiği yerde bilimi bitirmekle asıl "bilgi"nin kaynağını kurutmuş oluyorlar. Zira gerçek merak, "göz"ün ve "el"in durduğu yerde başlıyor. Bu sebeple merakın önünü alabildiğine açmaya, görülenden görünmeyene ulaştırıcı bir bakış açısı yakalamaya (itibar/ibret almak) ihtiyaç vardır. -"Ibret"in; sözlükte "aşmak", "ötesine geçmek" anlamlarına geldiğini hatırlatalım.- Bu da fizikî göz (basar) plânını aşıp, kalp gözü (basiret) alanına erişmekle gerçekleştirilebilir. "Deveye bakmıyorlar mı, nasıl yaratılmıştır! Göğe bakmıyorlar mı, nasıl yükseltilmiştir! Dağlara bakmıyorlar mı, nasıl dikilmişlerdir! Yeryüzüne bakmıyorlar mı, nasıl yayılmıştır!" (Fecr, 20) Ayetler, insanın dikkatini, kendisini çepe çevre kuşatan tabiata yöneltiyor, her şeyi "didik didik" etmesini istiyor, istenen bir şey daha var insandan: Görünüre takılmadan, yola devam etmek, mutlak’ın bilgisine ulaşmak. "İbret alın ey basiret sahipleri!" (Haşr, 2)
Gerçek bilgi toplumu olmanın gereği "mutlak bilgisi"nin peşinde olmaktır. Gerisi ise -Necip Fazıl’a ait ifade ile- "çelik çomaktır.
"İslâm bilgi teorisinde bilgi için kullanılan terim, Arapça bir kelime olan "ilim"dir. ilim/ilm; Roshental’ın da doğrulayıcı biçimde işaret ettiği gibi, İngilizce’deki ve diğer batı dillerindeki en anlamlılarından çok daha geniş bir çağrışıma sahiptir. "Bilgi", "ilm"in bütün yönlerini ifade etmekte yetersiz kalır. Batı dünyasındaki bilgi, İlâhî veya cis- manî bir şey hakkındaki malumat anlamına gelir. Halbuki ilim, eylem ve eğitimi de kapsayan, her şeyi kuşatıcı bir terimdir. Roshental, bu terimin İslâm’da ve Müslüman medeniyetindeki öneminin altını çizerek, ilmin Müslümanlara, kendine özgü bir biçim verdiğini söyler." (Absar Ahmet, Islâm Bilgi Kavramını Keşfetmek, Deri. Temel Yeşilyurt, Din Bilgisinin İmkânı" içinde, İnsan Yay. 2003, s. 57)
Eskiden bir ülkenin gelişmişlik düzeyi, ürettiği çelik ve enerji miktarı ile ölçülürken, günümüzde bilgi teknolojisi yani iletişim, elektronik ve bilgisayar teknolojisi sayesinde elde edilen, saklanan ve iletilen bilgi miktarı ile ölçülüyor. Gel gör ki, bilgi toplumu insanı, bu baş döndürücü ilerleme peşinde gerçek boyutlarını henüz fark edemediği bir değerini kaybetmiştir: Duygu. İnsanlar büyük ölçüde, "kışr"ı özle karıştırıyor. Kalbi, ruhu, gönlü unutan, burnu havada "bilgi toplumu" insanı türedi. Bu söylediklerimiz, gerçekten "bilgi toplumu" özelliğinde olanları niteliyor. -Bilgiden yoksun olup da "bilgi toplumu" özentisi yaşayanların durumu ise daha da acındırıcı.- Bireysel, bencil, hırs küpü; insanlara, insanlığa, duyguya, sevgiye "küskün" bir hayat sürüyor bilgi toplumu insanı, insan sormadan, demeden edemiyor:
"Hep bir yerlere, bir şeylere yetişme telâşındasınız değil mi? Hiç vaktiniz yok, "Fast live", "Fast food", "Fast music", "Fast love"... Dikte ettirilen "yükselen değerler", "in"ler, "out"lar... Buna benzer bir odada, şanslıysanız gökyüzünü görebilen bir pencere ardında bitecek hepsi. Dostluğu klavyelerinde, hayatı monitörlerinde arayanlar, size sesleniyorum!
Hangi tuş daha etkilidir ki sıcacık bir gülüşten ya da hangi program verebilir bir ağaç gölgesinde uyumanın keyfini? "Copy-paste" yapabilir misiniz dalgaların sahille buluşmasını?
içinizi ısıtan gün ışığını gönderebilir misiniz "mail"le arkadaşlarınıza? Sevgiyi tuşlarla mı yazarsınız? Ya da geri dönüşüm kutusunda saklanabilir mi kaybolan zaman?
Doğayı bilgisayarlarına döşeyenler, neden görmezsiniz bahçedeki akasyanın tomurcuklandığını. Ve ıslak toprak kokusu var mıdır dosyalarınız arasında? Öpmek, koklamak, duymak, dokunmak, yok mu hayat skalanız- da? Bilgi toplumu oldunuz da, duygu toplumu olmanıza megabaytlarınız mı yetmiyor?" (Müşfik Kenter)
Yabana atılabilecek bir yakınma mıdır bu? Kendimizi bilgi toplumunun neresinde görürsek görelim, bizde yerini bulan göndermeleri var mı, yok mu yukarıdaki satırların? "Yok" diyorsak, "olmayacak" da diyebiliyor muyuz? Bilgi, aklın ürünü. Bilginin ürettikleri insanı dört bir yandan kuşatıp, duygu dünyasını gölgeler ardına itiyor. Orada "insan" tarafımız hırpalanıyor, örseleniyor; eşyalaşıyoruz. Duygusuz olamayız, duyguya küsemeyiz, duygudan soyutlanamayız.
"insanı duygudan soyutlamak mümkün mü ki?" denebilir, insan duygudan soyutlanmaz ama duygu bastırılır, sindirilir; baskın yönelişler tarafından. O zaman da şu gerçeği yaşar insan: "Dışı sükûn ile zâhir, derû- nu mahşerdir." (Abdülhak Hâmid) Bu, bilgiye sırt dönüp, duygu denizinde yüzelim demek değil. Sözünü ettiğimiz şey, akıl- duygu dengesinin duygu aleyhine bozulmasıdır. Duygusuz akıl kuru, akılsız duygu zayıflıktır. Duygu toplumu olmak, duygulu olmak; "Kimse Yok mu?" programlarını seyredip, sıcacık odamızda gözyaşı dökmek değildir. Çaresizlikten bükülmüş bir boynu doğrultmak, solgun yanakları ıslatan göz yaşlarını silmek gerekir. içe akan göz yaşlarını keşfedecek duyarlılığa sahip olmak gerekir. Bu anlamda, "Duygu toplumu olmaktan çıkıp, akıl toplumu hâline dönüşebilme- miz için gerekli olan bütün atı- lımlar yapılmalıdır". Aksi bir tutumun açık adı riyakârlıktır.
Duygunuzu dışa, etkin davranışınızla vurmalısınız.