Makale

İLLA BİR BİLDİRİ Mİ YAZMALI?

İLLA BİR BİLDİRİ Mİ YAZMALI?

Koray Şerbetçİ

Alman düşünür Hegel; “Doğu’da bir kişi, Antik dünyada birkaç kişi, Hristiyan-Germen dünyasındaysa herkes özgürdür.” der. Böylece eli çabuk illüzyonist kıvraklığıyla bir hamlede Doğu’yu yani Osmanlı sistemini hak ve hukuktan yoksun bir keyfî yönetim olarak zihinlerde perçinler. Hegel önemlidir zira XIX. yüzyılda neredeyse felsefeden bahis açmak istediğinizde Hegel’e dokunmadan geçmeniz mümkün değildir. Sadece o mu? Hayır elbette. Orta Çağ’da Hristiyanlık fanatizmiyle Türklere akıl almadık iftiralar atan Batılı düşünürler, bilhassa “Aydınlanma Çağı” dediğimiz dönemde bu iftiralarını “bilimsellik” olarak etiketleyip tüm dünyanın bilinçaltına Müslümanların cumhuriyetten, kişi hak ve özgürlüklerinden anlamaz insanlar olduğunu ön kabul olarak kazımışlardır.
Hegel’den önce de sonra da Batılı yaklaşım; insanın kazanımları olan demokrasi, insan hakkı, bir arada yaşama kültürü ve mülkiyet hakkını Batılı aklının bir icadı ve uygulaması sayar.
Mesela Fransız Devrimi’nin işaret fişeği sayılan, 1776 yılında Amerika’da Virginia’da ilan edilen Bağımsızlık ve İnsan Hakları Bildirisi’dir. Gariptir ki bu bildirinin ilanına ön ayak olan o günün demokrasi havarisi, sonranın ABD başkanı Thomas Jefferson’un 150 kölesi vardır. Gerçi kendisi kölelikten nefret eder ve bunu söyler ama kölelerini serbest bırakacak kadar da değil tabi. Sonrası malum. Bildiriyle gelen bu özgürlükler ve haklar renk seçer ve sadece beyazlara has kılınır.
1789’da Paris dışında ülkenin geri kalanının pek haberi olmasa da Parisli aydınlamış (!) önderlerin peşine takılan Paris halkı monarşiye karşı ayaklanır. Fransız İhtilali’nin sembolü Bastille Hapishanesi basılır. Ama içeride siyasetten habersiz topu topu 7 âdi suçlu vardır. Garip bir biçimde saatlerce süren çatışmada da sadece bir kişi ölür. Ama Batılı tarih okuması için bunun da bir önemi yoktur. Bu insanlık için dönüm noktasıdır. Çünkü Batılılar tarafından gerçekleştirilmiştir.
Kral dize getirilip yeni rejim kurulunca kanıt aramadan idam kararı veren ihtilal mahkemeleri kurulur ve insanları demokratik bir biçimde idam etmek için giyotin adı verilen bir ölüm makinesi icat edilir. Özgürlük ve demokrasi getiren bu rejim, 1792-93 yılları arasında 40 bin kişiyi ya kralcı ya da sadece Katolik olmak suçundan idam eder. Hatta Lavosier gibi bir müthiş bilim adamı kralcı olmak suçlamasıyla giyotine gönderilirken mahkemenin savcısı F.Tenville:
“Cumhuriyetin bilim adamlarına ihtiyacı yoktur.” diye haykırır.
Burada verilen bir iki küçük örnekten bile anlaşılacağı üzere Batılı tarih okuması, insanlığın tüm kazanımlarını kendine has kılan, insana karşı işlenen sistemli suçları da: “O kadar da olur canım abartmayın!” pişkinliğinde ele alan bir tutuma sahiptir. Ama söz konusu İslam medeniyet iklimi olunca bu sefer Batılı tarihçiler hoşa gitmeyen en küçük bir ayrıntıyı atlamadan etraflıca ele alır, dev aynasına yansıtır ve herkesi kapsayacak bir genellemeye vardırır.
Ya insanlığa örnek teşkil edecek tablolar? Onlardan zaten hiç mi hiç bahsedilmez.
Oysaki masa başında tarih yazmayıp da Osmanlı ülkesine gelen Batılılar bambaşka bir manzara görmüşlerdi. Bu kimseler, Batılı zihninde oluşan çarpık Müslüman-Türk algısından çok faklı tabloları kâh dürüstçe kâh hayretle satırlara döktüler.
Mesela bu tablolardan birisi, bizim tarih yazımında dahi pek dillendirilmeyen bir diyalogdur. Henüz Fransa’da bir devrim yapılıp cumhuriyet ilan edilmesine onlarca sene vardır. Ama cumhuriyetçi düşünürler Fransız entelektüel hayatını bu fikirle fokurdatmaktadırlar.
İşte tam bu esnada yani takvimler 1737’yi gösterirken Osmanlı-Rus-Avusturya harbi patlak verir. O yıllarda Osmanlı ile diplomatik dostluk gösteren Fransa, bu savaşta arabuluculuk rolüne soyunur. Bu amaçla Fransa’nın İstanbul’daki büyükelçisi Marquis de Villeneuve, dönemin Osmanlı dışişleri bakanı sayılan Reisülküttap Emirzade Hacı Mustafa Efendi ile görüşür. Bu görüşmede Reisülküttap Efendi, Fransız elçisine öyle bir tespitte bulunur ki tüm Batılı şartlanmaları altüst edecek niteliktedir. Şöyle der Reisülküttap Efendi:
“Bizim hükûmetimiz sizin sandığınızdan çok fazla bir cumhuriyet mahiyetindedir. Petersburg’la Viyana’da devlet işleri hakkında karar verme yetkisi yalnız bir yahut iki kişinin elindedir. Bizde ise padişah ne kadar zorlayıcı olursa olsun, Şeyhülislam ile kanun adamlarının olurunu almadan bir barış antlaşmasını bile kabul etmek yetkisine sahip değildir.”
Bir Osmanlı bürokratının bu kıyaslamalı yaklaşımı, durum tespiti, cumhuriyetten bahsetmesi, ne yazıktır ki ne Batılılarca ne de bizce yeterince ilgi görmüş, üstünde durulmuştır. Oysaki sırf bu pasaj bile Osmanlı insanının ne kadar kendinin ve çevresindeki dünyanın farkında olduğunu gösterir bir kanıttır.
Avrupa monarşileri ilahî hukuk teorisiyle kralın Tanrı’dan başka kimseye karşı sorumlu olmaması ilkesini getirirken Osmanlı padişahının yetkileri kanuna tabi olmasıyla sınırlanmıştır. Hatta süreç kimi zaman padişahın idarede yetersiz olduğu ya da kanun-ı kadime aykırı düştüğü iddia edilerek tahttan indirilmesiyle bile sonuçlanmıştır. Ama Batılı düşünürler bir “Nomokrasi” yani şu veya bu ferdin, şu veya bu zümrenin değil “kanun hâkimiyeti düzeni” olan Osmanlı sistemini bir çırpıda keyfî bir istibdat olarak ilan edivermişlerdir.
Oysaki İngiltere’deki Türk algısının şekillenmesine katkı sağlayan büyükelçi Sir James Porter, işin hiç de öyle olmadığını söyler. Büyükelçi, Osmanlının kendine mahsus demokratik bir zihniyete sahip olduğunu bizatihi tanıklık ederek şöyle dile getirir:
“Türkler her ne kadar çocukluklarından itibaren padişahın ilahî hukuka dayandığını öğreniyorlarsa da, bu hukukun Kur’an’a dayandığını, bütün niteliğini Kur’an’daki ilahî kanunlar bütününden aldığını, padişahın da onlara sadakatle uymak zorunda olduğunu da biliyorlar. Kısacası, Türkler bütün bu kanunların kendilerine olduğu kadar padişahlarına da aynı kesinlik ve aynı şiddette yükümlülükler yüklediği kanaatindeler.”
Görüldüğü üzere Osmanlı ahalisini gözlemleyen İngiliz büyükelçisi hiç de Hegel ve türevleri gibi düşünmüyor. Öyle Hegel’in sandığı gibi hiçbir kayıtla sınırlanmayan bir müstebit sultanın hiçbir şeyden haberi olmayan köle halkı gibi bir şey yok ortada. Padişahın sorumlulukları ve sınırlılıkları belli. Ulema tarafından denetleniyor ve her şeyden öte ahali herkesin yetkisinin de olduğunun gayet farkında.
Bu sistemi fark eden başka bir Batılı Comte De Marsigli, okuyucularına bunu kanıtlayan örnekleri ardı ardına sıraladıktan sonra hükmünü verir:
“Osmanlı saltanatının bir mutlakıyet, bir aristokrasi mi sayılması yoksa demokrasi adıyla anılması mı lazım geldiği kendiliğinden anlaşılır.”
Hegel ve türevlerine göre Osmanlının yani Doğu’nun öyle başıboş bir istibdat rejimi olmadığının, Osmanlı ahalisinin de köle yığını değil, hak ve sorumluluklarının gayet farkında olan bir kitle olduğunun Batılı tanıklarını dinledik.
Peki ya insan hakları? Osmanlı ahalisi, illa Virginia Anayasası ya da Yurttaş Hakları Bildirisi gibi bir belge ilan edilmedi diye burada yazanlardan mahrum muydu? Yani yaşama hakkı, vicdan hürriyeti ve mülkiyet hakkı yok muydu?
Fransız İhtilali’nin fanatizminin din adamı kıyımını bir Fransız olarak gayet iyi bilen A. Ubicini, 1855’te Osmanlı sosyal hayatını gördükten sonra büyük bir itirafı dile getirmeden edemez:
“Katolik mezhebi, Paris ve Lyon’a göre İstanbul ve İzmir’de daha serbesttir.”
Sadece Katolik mezhebi mi? Elbette hayır. Bakın De La Motraye 1727’de ziyaret ettiği Osmanlı ülkesini bize Batılı tanıklığıyla nasıl resmediyor:
“Din ayrılığından dolayı insanlar birbirine karşı kin beslerler. Bu eksiklik İslamiyet’ten ve hatta Hristiyanlıktan bile eskidir. Fakat bu küçümseme Türkiye’de görülmez çünkü Türkler kendi dinlerinden ne kadar ayrı olursa olsun, hiç kimseyi dininden dolayı tehdit etmezler.”
Hatta bu kadarla da kalınmıyor:
“Takdis ayini yortusunda Galata ile Beyoğlu’nun bütün kiliselerindeki papazlar ruhani alaylar hâlinde ilahi söyleyerek ve haçlarıyla bayraklarını taşıyarak caddelere çıktıkları zaman, kendilerine bir askerî kıta refakat etmektedir.”
Şimdi aynı yıllarda bu etkinliğin tam tersini Avrupa başkentlerinden birinde ve Müslümanlarca yapıldığını düşünelim. Fakat düşünemeyiz. Zira Avrupa başkentlerinde ne yüzyıllardır oturan bir Müslüman ahali bulabilirsiniz ne de ilahiler söyleyerek yürümek isteyen bir Müslüman gruba tahammül.
Fakat olsun Magna Carta, Virginia Anayasası ya da Yurttaş ve İnsan Hakları Bildirisi ilan etmediğiniz için bunların hiçbir kıymeti yok. Elbette Batılının gözünde!
Belki Hegel ve çağdaşları gibi sert ifadelerle söylemese de “Kanunların Ruhu” eserinin sahibi Montesquieu da Osmanlının medenî ve tarihî birikimini masa başında yaptığı akıl yürütmelerle bir çırpıda harcamıştır. Fransız düşünür, Osmanlıyı tüm Batılıların yaptığı gibi indirgemeci bir yaklaşımla mülkiyet hakkından yoksun, istibdat düzeninin köleleri olarak görür.
Montesquieu’nun bu satırları yazmasından yaklaşık altı yıl sonra İstanbul’daki İngiliz büyükelçisi Sir James Porter İstanbul’da bir olaya tanık olur. O yıl çıkan bir yangında Bâb-ı Âli yani günümüz karşılığıyla Başbakanlık binası tamamen yanar. Binayı yeniden yapma çalışması başlar. Ama bir daha böyle bir sıkıntının yaşanmaması için etrafındaki binaların satın alınıp genişletme çalışması yapılması uygun görünür. Bâb-ı Âli etrafındaki mülk sahipleri paralarını alır ve evlerini satarlar. Ama yaşlı bir kadın hariç. Teklif edilen para da mülk sahibi yaşlı kadının umurunda değildir ve evini satmamakta ısrarlıdır. Yetkililer gelir, ikna etmeye çalışır hatta kimileri kadına bağırıp çağırır bile. Ama ki hiçbir yetkili evin çivisine dahi el süremez. Bu durum karşısında proje durur. İngiliz büyükelçi; padişahın neden gücünü kullanıp kimsesi olmayan bu yaşlı kadından evi zorla almadığını sorunca aldığı cevap bıçak gibi keskindir:
“İmkânı yok, öyle şey olmaz, mülk onun mülkü!”
Gerçi buna benzer bir olayın Yıldırım Beyazıt devrinde Ulu Camii inşasında yaşandığını da Tarih-i Saf ve Tuhfetü’l-Ahbab adlı eser bize aktarır. Durum aynıdır, elbette sonuç da. Ama olsun Fransız düşünür Montesquieu bir kere akıl yürüterek Osmanlı insanını mülkiyet hakkından yoksun diye tespit etti ya, artık bu tekerleme dilden dile aktarılacaktır.
Şimdi daha yüzlerce örnekleme yapılabilecek bu konuyu kısaca özetlersek:
Alman, Fransız, İngiliz, Rus ve daha pek çok Batılı düşünür, kitaplarını ve bildirilerini satırlarda ışıl ışıl parlayan demokrasi, insan hakları, vicdan ve mülkiyet hürriyeti ifadeleriyle süslediler. Ama bu ışıltılar Avrupa’da yaşayan üst sınıf beyaz insan dışında ne Avrupa’nın yoksul kitlesine ne Kızılderililere ne Afrikalılara ulaştı. Ama yine de Batı ve Batılı, insanlığın tüm ortak kazanımlarının kurucusu ve kollayıcısı sayıldı ne hikmetse.
Osmanlı ise ne bildiri yazdı ne de teorisini ışıltılı kelimelerle bezedi. Ama padişahından ulemasına, yeniçerisinden mahalle esnafına bilinçli ve sorumlu bir biçimde; insanın vicdan ve din hürriyetini, mülkiyetin hak ve hukukunu hayata geçirdi. Kanun dışına çıkan padişahına bile sesini yükseltti. Ama ne demokrasiyle ne de insan haklarıyla anılabildi. Ne yaparsınız ki yetmedi işte.
O zaman toplayıcı hükmü verelim ki mevzu netleşsin: Batılı düşünür, Osmanlı davranır!