Makale

HANGİ AKLI BAŞA ALMALI?

HANGİ AKLI
BAŞA ALMALI?

Koray ŞERBETÇİ

Tarih boyunca yeryüzünden pek çok millet geldi geçti. Bu serüvende her millet hayata dair kendince bir bakış ve duruş sahibiydi. Boy gösteren milletlerden kiminin ışığı zamanla söndü ve varlığı yeryüzünden silindi. Bunlardan günümüze yalnızca meraklı bilim insanlarına araştırma malzemesi olan, oraya buraya serpiştirilmiş harabelerin hatırası kaldı. Tıpkı Hititler yahut Babilliler gibi. Kimi de bakış ve duruşunu kaybetmeyerek çağdan çağa taşıdı. Böylece yeryüzüne kök saldı.
Fakat tüm bu oluş ve bozuluşlar içinde milletleri farklılaştıran, onlara farklı bir kültürel renk veren şeyin ne olduğu pek de merak edilmedi. Bu hengâmede bizlere de tarih namına tatsız tuzsuz bir şekilde milletlerin takvimin hangi zaman diliminde ve haritanın neresinde parladığı, sonra da hangi tarihî kasırgaya tutulup söndükleri ezberletildi. Aslına bakılırsa esas mesele milletlerin karakterini belirleyici unsurların neler olduğuydu.
Bir milleti millet kılan etkenlerin en esaslısı, onun hayatı yorumlayışı ve tarihî macerasında karşılaştığı zorluklara verdiği tepkidir. Yani “kendi” aklıdır. O nedenle milletleri hayatı algılama biçiminden yakalamak, sosyal meselelerin çözümünde hem daha sağlam tespitler yapmamıza imkân verir hem de tarihi okuma adına daha keyifli bir uğraştır.
Bunun önemini fark eden Amerikalı düşünür Emerson şöyle der: “Bir Mısırlıyı Romalıdan, Avusturalyalıyı Amerikalıdan ayırt eden şey düşüncesidir.”
Hz. İsa’nın (a.s.) mesajını Helen dünyasının pagan öğretileri ve muharref Yahudi inancıyla harmanlayıp çarpıtarak Hristiyanlığı kuran St. Paul, bir mektubunda şöyle demektedir: “Yahudiler doğaüstü belirtiler ister, Helenlerse bilgelik arar.”
Bu söz iki bin sene önce iki farklı millete de söz anlatabilmek için onların zihinsel önceliğini arayan St.Paul’un zekice bir tespitidir. Aynı durumu Hz. Mevlana da tespit etmiş ve çok önemli bir sosyal ilkeyi Mesnevi’sinde şöyle dile getirmişti: “Memleketin neresi? Çünkü her memleket halkının ilacı başka başkadır.”
Fakat buna karşı denilebilir ki: “İnsan her yerde insandır ve aklın yolu ise birdir.” İşte tam da burada durup acaba cidden aklın yolu bir midir ya da milletlere özgü akıl olur mu olmaz mı, bakmak için tarihte kısa bir gezinti yapmak yerinde olacaktır.
İsviçre’nin Zürih kentinde bir kilise. Görülecek mahkeme için kilisede tüm hazırlıklar tamam. Rahip kürsüye çıkıyor ve önündeki çıngırağını çalarak sanığı salona davet ediyor. Sanığın avukatı da yerini almış hazır bekliyor. Tam o sırada görevliler sanığı kilisenin içinde hazırlanmış mahkeme salonuna sokuyorlar. Ama bir tuhaflık var. Gelen insan değil bir mayıs böceği. Peki, neden yargılanıyor mayıs böceği?
Mayıs böceği, çekirge, tarla faresi gibi hayvanlar ekinlere verdikleri zarardan dolayı çiftçileri yıldırmaktadırlar. Öfkelenen çiftçiler ilaçlama yerine bu zarar veren haşeratlardan hukuk önünde şikâyetçi olurlar. Görevliler de bunlardan birini yakalayıp yargıç huzuruna çıkarırlar.
İşin ilginç yanı savcının mayıs böceğine verdiği zarardan ötürü ciddi ciddi suçlama yöneltmesi ve mahkemece tayin edilen bir avukatın da böceği savunmasıdır. Şikâyetler ve savunma dinlenir, resmî zabıtlar tutulur. Zürihli rahip Felix Haemmerlin’in aktardığına göre sıkça tekrarlanan bu davaların birinde ceza alan mayıs böceği, İsviçre Chur Piskoposluğu tarafından hayvanın çocukluğu ve küçüklüğü dikkate alınarak üç kez bağışlanmıştır.
Bu basit tarihi olay pek de öyle akılcı bir tutum gibi görünmüyor. Ama aslında buradan okunması gereken başka bir nokta öne çıkıyor. O da “akıllı” olmakla “akılperest” olmak arasındaki fark.
Batılı milletler Rönesans’tan bu yana aklı işlettikleri için bunun meyvelerini bilim ve teknik gelişmeler olarak toplamışlardır. Burası nettir ve söylenecek bir söz yoktur. Fakat çarpık olan nokta insanın tüm varlığının ve melekelerinin saf aklın kulları hâline getirilmesidir. Zira Batı için aklın meşruiyeti bizatihi kendisidir. Fakat sadece bir örnekle Batı akılperestliği yargılanabilir mi? Ama mesele öyle basit değil zaten. Zira bu mahkemede sergilenen mantık bir süre sonra Batı toplumlarında bir kartopunun çığa dönüşmesi gibi her yanı saracaktır. Zira mayıs böceğini hukuka uygun diye yargılayan zihin haritası, daha sonra John Locke’un ağzından “İnsan beyazdır.” önermesini de kuracaktır. Bu önermeyle başlayan sömürgecilik hamlesi ise Aztek, İnka ve Maya Kızılderilileri ile Avustralya Aborjinleri gibi beyaz olmayan insanların varlığını söküp atacaktır yeryüzünden. Afrikalılara neler yaşattığıysa herkesçe malum. Yine mayıs böceğini yargılayan akılperest tutum, Darwin’ce dile getirilen “Doğada zayıflar silinir güçlüler ayakta kalır.” önermesini de Nazilerin eliyle kurduğu toplama kamplarıyla hayata geçirecektir. Sovyet genetikçi Lysenko da akla dayanarak ve canlıların çevresel faktörlerin bir ürünü olduğunu iddia edecek; “Madem Hristiyan Rus köylüsü SSCB eliyle bir Sovyet insanına dönüştürülebildi, neden Sovyet buğdayı olmasın?” diyecektir. Demekle de kalmayacak soğuk suda beklettiği buğdayları devlet eliyle götürüp Sibirya’nın soğuk düzlüklerine ektirecektir. Sonuç malum: kıtlık ve ölüm.
Batı’nın kendisine pusula edindiği akılperestlik sonuçta akli gerekçesini bulmak kaydıyla her merhametsizliğe kapı açacak cinsten bir hâldir.
Peki ya Batı’nın antitezi
Osmanlı insanı?
III. Selim döneminde, maktul Kethüda Yusuf Ağa’nın biriktirdiği tüm dünyalığı müsadere edilmiştir. Kethüdanın malları arasında bulunan küçük bir kilitli sandık açılır ve içinden bir senet çıkar. Sandıktan çıkan senet okununca kıyamet kopar. Senet, kethüda Yusuf Ağa ile devrin ünlü bestekârlarından Sadullah arasında yapılmış bir alışveriş sözleşmesidir. Peki, ne mi yazmaktadır senette?
Bestekâr Sadullah Ağa’nın, ömrünün yedi yılını belli bir meblağ karşılığında Kethüda Yusuf Ağa’ya sattığı yazmaktadır. Hatta bu garip alış verişi Mekke kadılığı da yapmış devrin Galata kadısı Haffafzade Mehmet Emin Efendi de şahitler huzurunda onaylamıştır. Tabii belge ortaya çıkınca saray, Bâb-ı Âlî ve ilmiye çevrelerinde kıyamet kopar. Aklen ve şeran anlamsız olan bu olay ve hele de bunun belgelendirilmesi skandal olarak sayılır. Belge şeyhülislamlık makamınca dinen ve hukuken geçersiz ilan edilir. Ayrıca bu belgeyi onaylayan kadı ile şahitler sürgüne gönderilirler.
Aslında anlattığımız bu olay tam da Osmanlı insanını Batı insanından ayırt eden en büyük ruhsal özelliklerimizden birisini gözler önüne serer. Yani Osmanlı’daki ifadesiyle “aklıselim” denilen kavramı. Peki, nedir bu aklıselim?
Selim akıl, Batı’daki sınırsız akla karşı Müslüman Türk’ün; tüketime karşı kanaatkârlık, her şeyin alınıp satılabildiği bir dünyaya yapılan bir reddiye, kişisel arzuların sonsuz bir özgürlükle kamçılanmasına karşı ruhsal bir Zülkarneyn seddi, ‘ben’i değil ‘sen’i önceleyen ruh hâlidir.
Batı’nın akılperestliği, akli bir gerekçe bulduktan sonra her şeyin yapılabileceği bir düşünce iklimi oluşturmuştur. Osmanlı insanıysa bunu cehennemî bir hâl olarak görür. Zira Osmanlı insanı akıllıdır. Fakat önce işini hem aklının hem de ilahî sözün terazisinde tartar sonra hamle yapar. Bu sebeple de tarih boyunca ne toplama kamplarına ne sömürgeciliğe ne de zayıfın doğaya uygun olarak (!) silinip gitmesine dair akli gerekçeler üretmiştir. O nedenle başa döner ve bizim millet olarak şu yeryüzünde yüzyıllardır her türlü taarruza karşı var kılan en belirgin vasfımız nedir diye sorarsak, cevap “aklıselim” olur herhâlde.