Makale

Hüccetü’l-İslâm Ebû Hâmid el-Gazzâli

Doç. Dr. Cağfer Karadaş
Uludağ Üniv. İlahiyat fak.

Hüccetü’l-İslâm Ebû
Hâmid el-Gazzâli

Gazzâlî, 450/1058 tarihinde Büyük Selçuklu Devleti hakimiyeti bölgesinde yer alan Horasan’ın Tûs vilâyetinde, yün işleriyle meşgul fakir bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. Tûs bilginleri arasında kendisi ile aynı lâkap ve nisbeyi taşıyan Ebû Hamid el-Cazzâlî, onun amcasıdır. Aile çevresinin ilim hayatıyla yakından ilgili olduğu düşünülürse, onun ’Ebâ Hâmid el-Cazzâlî’ lakap ve nisbe- sini amcasından tevârüs ettiği sonucuna ulaşılabilir. Öte yandan Gazzâlî’nin babasının okumaya ve bilgiye büyük bir arzusunun olduğu bilinmektedir. Ölüm döşeğinde iken çok yakın bir dostuna oğullarını okutması vasiyetinde bulunması ve bunun için bir miktar nafaka bırakması, bu arzusunun ne derece kuvvetli olduğunu gösterir. Küçük yaşta yetim kalan Muhammed ve Ahmed kardeşler, babasının bıraktığı nafaka ile bir süre Ebû Ali Radkânî adlı bir âlimden Şafiî fıkhı okuduktan sonra, nafakanın bitmesi ile ortaya çıkan maddî zorluk karşısında baba dostu, onlara öğrencilerin yeme ve yatma masraflarını ücretsiz karşılayan medreselere intisaplarının yararlı olacağı önerisinde bulundu. Bu öneri doğrultusunda Gazzâlî, Cürcan’a gitti ve o dönemin Şafiî fakîhi Ebü’l-Kasım Ismailî’nin fıkıh derslerine devam etti. Bu zatın ’ismailî’ nisbesi, aile büyüklerinin adından gelmekte olup bir soy nis- besidir, Bâtınî-ismailîlerle bir alâkası yoktur. Bu aile o dönem Cürcan şehrinde hem servet hem de bilimsel bir şöhrete sahipti.
Gazzâlî, Cürcan’da öğrendiklerini ilk telifi diyebileceğimiz ’Notlar’ şeklinde toplamıştı. Buradan yeteri kadar istifade ettiğini düşünen Gazzâlî, memleketi olan Tûs’a dönmeye karar verdi. Dönüşte içinde bulunduğu kervan, dönemin eşkıyasının saldırısına uğradı. Yolcuların bütün mal varlığına el koyan şakîler, onun derslerde tuttuğu ’Not- lar’ına da el koydular. Eşkıya elebaşısı ile görüşen Gazzâlî, ’Notlar’ın parasal değerinin olmadığını, ancak kendisi için, gece-gündüz verdiği emeğin sonucu olması bakımından çok önemli olduğunu ifade ederek geri verilmesini talep etti. Eşkıya elebaşı bu talep karşısında onun öğrenim hayatını etkileyecek şu mukabelede bulundu: "Öğrendiğini nasıl iddia ediyorsun. Notların elinden alındığında, bildiklerinden de oluyorsun." Bu olayı kendisi için önemli bir ders olarak algılayan Gazzâlî, memleketine döndüğünde, söz konusu notlara üç sene çalıştı ve edindiği birikimi, zihnine yerleştirdi. Ancak okuma sevdası burada bitmedi; ulaşabildiği yere kadar tırmanmak ve zirveye çıkmak azim ve gayre- tindeydi. Bunun için de o, dönemin gözde eğitim merkezi olan Nizâmiye Medreselerinden birine girmeyi çok arzuluyordu. Bu medreseler, Nizamül- mülk’ün, siyasal ve toplumsal yeniden yapılandırma projesi çerçevesinde Sünnî doktrinin karşıt görüşlere karşı müdafaası, yaygınlaştırılması ve kuvvetlenmesi için inşa ettirilmişti. Eş’arîlik ve Şafiîlik eğitimi veren bu medreselerin en önemlilerinden birisi de ünlü Eş’arî ve Şafiî bilgini Cüveynî ile aynı mezhebe mensup ünlü Sûfî Kuşeyrî’nin öğrencisi olan Ebû Ali Farmadî’nin üstad (öğretim üyesi) olarak görev yaptığı Nişâbur nizamiyesi idi. Gazzâlî, bu medreseye girdi ve kısa zamanda başarılı bir öğrenci olduğunu gösterdi. Adı geçen her iki âlimi beğenmek ve onlardan etkilenmekle birlikte Gazzâlî, kelâmcı olan Cüveynî’den daha çok etkilendi; düşüncesini ve hayatını o istikamette devam ettirdi. Ölümüne kadar da hocasının halkasından (sınıfından) ayrılmadı. Tûs ve Cürcan’da elde ettiği birikim ve buradaki gayreti sonucu halkanın en gözde öğrencisi konumuna yükseldi. Böylelikle daha öğrenciliği sırasında bilimsel anlamda iyi bir şöhrete ulaştı. Nitekim, hocasının vefatı üzerine medreseden ayrılmasının akabinde, Nizamülmülk tarafından karargâha kabul edilmesini ve orada danışmanlık görevine getirilmesini, kazandığı bu şöhretin sonucu olarak görmek gerekir. Bu yeni görevi ile Gazzâlî, Nizamülmülk’ün politikasının yapıcı ve uygulayıcı unsurları arasında yerini almış oldu. Burada Nizâmiye’de öğrendiği teorik birikimi pratiğe dökme imkânı bulmakla kalmadı, dönemin ünlü devlet ve siyaset teorisyeni Nizamülmülk’ten de önemli ölçüde istifade etme fırsatı yakalamış oldu. Daha önce de bahsedildiği üzere, Büyük Selçuklu Devleti’nin o dönem politikası, ’Sünnî inancı kuvvetlendirme ve bu inancı tehdit ettiğine inanılan akımları geriletmeye ve yok etmeye’ yönelikti. Hem Hanefî mezhebini destekleyen Selçukluların ilk veziri Amîdülmülk el-Kundûrî hem de Şafiî mezhebini destekleyen ikinci vezir Nizamülmülk’ün, Sünniliğin güçlendirilmesinin önemi hususunda Sultanları ikna ettikleri ve bunu bir devlet politikası haline getirdikleri görülmektedir. Nizamülmülk, önceki vezirin aksine Sünniliği güçlendirmenin yolunun eğitimden geçtiğini görmüş ve bunu politikasının adeta ekseni kılmış; karargâhını bile bir eğitim, münazara ve araştırma merkezi haline getirmişti. Öyle ki, önemli devlet meselelerinin görüşülüp konuşulduğu ’divan’ toplantılarına bilginlerin teklifsiz giriş çıkışları diğer devlet adamlarının rahatsızlıklarına rağmen Nizamülmülk tarafından hoşgörüyle karşılanmış, hatta teşvik edilmiştir.
Gazzâlî, böyle bir ortama katılmakla hem bilgi ve birikimini test etme ve geliştirme hem de kendisini ispat etme imkânı bulmuştu. Hocası Cüvey- nî’nin ölümüyle (578/1085) karargâha katıldığında Gazzâlî, henüz 28 yaşında genç bir âlimdi. Onu genç yaşta bu noktaya kadar taşıyan gayreti, birikimi ve en önemlisi de bir hedef ve kaygısının bulunması idi. Onun bu özellikleri kazanmasında, hocası Cüveynî’nin büyük payı bulunduğunu da söylemek gerekir. Eş’arî mezhep geleneği içerisinde değerlendirildiğinde Cüveynî’nin seçkinliğinin, farklılığından kaynaklandığı kolaylıkla görülebilir. Çünkü Cüveynî, bütün bir Islâm düşünce geleneğini sahiplenen ve istisnasız hepsinden istifade eden geniş bir düşünce yelpazesine sahipti. Sözgelimi onun, Sünni-Eş’arî gelenek içerisinde yer almakla birlikte, sıfat görüşünde Mutezilî Ebû Haşim el- Cübbaî’nin (ö. 321/933) ’ahval teorisi’ni benimsemesi bunun açık delilidir. Gazzâlî de hocasının yolunu ve yöntemini benimsemiş, bütün Islâm düşüncesini kucaklayan bir anlayış içerisinde hareket etmiştir.
Gazzâlî, Nizamülmülk’ün karargâhında altı yıl müşâvir ve hukuk danışmanı olarak çalıştı. Gayreti, çalışkanlığı ve başarıları ile vezirin takdirini ve güvenini kazandı. Münazaralardaki üstünlüğü göz doldurduğu gibi, o yıllarda yazdığı eserler de beğeni topladı. Böylesine parlak başarılar yeni bir görevin tevdi edilmesini de peşi sıra getirecekti. Nitekim Bağdat Nizâmiyesi başmüderrisi Ebû Ishak es-Şira- zî’nin 476/1083 tarihinde ölümünden sonra yerine atanan kişilerin, eski müderris kadar yeterlilik gös- terememeleri üzerine Nizamülmülk, Gazzâlî’yi 484/1091 yılında henüz 33 yaşında iken dönemin en önemli bilimsel unvanı olan ’başmüderrislik’ unvanı ile bu medreseye tayin etti. Hitâbeti, açıklama yeteneği, otoriter kişiliği ve karizması genç bilginin Bağdat’ta çok kısa zamanda kendisini kabul ettirmesine, beğeni toplamasına ve şöhret bulmasına yardımcı oldu. En önemlisi de, vezirin özel himayesinin hep arkasında olduğu duygusu kendine olan güvenin pekişmesini sağladı.
Gazzâlî’nin felsefe hakkında araştırma yaptığı dönemi anlatırken "Şerî ilimlerde tasnif ve tedris faaliyetinden arta kalan zamanlarda felsefeye çalıştım. Halbuki o sıralarda Bağdat’ta 300 talebeye ders vermekte idim. Allah Teâlâ beni sadece okumak suretiyle iki seneden daha az bir zaman içinde felsefecilerin ilimlerinin son merhalesine muttali kıldı" ifadesinden hareketle medresede üç görevi birden yerine getirdiğini söylemek mümkündür: Birinci görevi; bulunduğu kurumun gereği olarak medresenin yönetim ve eğitim işleri, İkincisi; Cün- can’da başladığı ve Nişâbur nizâmiyesi ile karargâhta sürdürdüğü telif faaliyeti, üçüncüsü ise; karargâha intisap ile yüklendiği Sünniliği güçlendirme ve buna yönelik tehdit ve tehlikeleri bertaraf etme siyaseti gereği çalışmalar yapma. Dönemi ve sonrasına olan etkisi dikkate alındığında, bu üç görevi de başarıyla yerine getirdiği kolaylıkla söylenebilir. Nitekim, kendisinden önceki müderrislerde olduğu gibi, Gazzâlî’nin başmüderrislik görevinin hiçbir zaman tartışmaya açılmaması ve kendi isteği ile bırakana kadar göreve devam etmesi, bu başarısının en açık göstergesidir. İkinci ve üçüncü görevlerindeki başarısının delilleri ise, günümüze kadar gelen eserleridir. Onun dinî alanda telif ettiği eserler, o günün uleması kadar bugünün bilginleri için de önemli ve müracaat eserleri olma özelliğini sürdürmektedir. Medresedeki görevi esnasında felsefecilere yönelik eleştirilerini kaleme aldığı Tehâfü- tü’l-felâsife ve Bâtınîliği red ve tenkit için yazdığı Fadâihu’l-Bâtıniyye adlı eseri siyasî misyonunun gereği yazılmış güçlü ve bugün dahi kaynak niteliğini koruyan eserlerdir.
Dünyadaki en büyük destekçisi Nizamülmülk’ün 485/1092 tarihinde öldürülmesi, ardından Melikşah’ın ölmesi ve özellikle vezirin öldürülmesindeki entrikalar, Gazzâlî’yi devlet ve siyasetten soğutmuştur. Devlet eliyle yürütülen projenin ruhî ve manevî tarafının eksik kalması ve halka mal edilememesi, kendisini rahatsız etmiş, ümitsizliğe sevk etmiştir. Bu üzüntü onu yemekten içmekten alıkoymuş ve ders veremeyecek duruma getirmişti. Kurtuluş için bir ’arayış’ içerisine girmiş ve kendi ifadesiyle "En büyük sûfîlerin ulaşmak istediklerinin, öğrenme ile değil zevk, hal ve sıfatların değişmesi ile olduğunu" görmüş ve tasavvuf yoluna yönelmişti. Tasavvufa yönelmesiyle, Nizamülmülk’ün projesinden vazgeçmiş, zâhir ilimlere tamamen sırt dönmüş değildir, aksine eksik bulduğu projenin ikmali için yeni bir arayış içerisine girmiştir. Bunlara ilâve olarak, uzlet hayatında ve sonrasında telif faaliyetine ara vermemesi, Nişâbur’de üç-dört yıl sürecek bir eğitim hayatına yeniden dönmesi ve Tûs’taki kendi medresesinde eğitim ve öğretim faaliyetini devam ettirmesi, problemler karşısında mücadele ruhunu hiç yitirmediği anlamına gelir. Sözgelimi Ihyau Ulumi’d-din başta olmak üzere birçok önemli eserini bu dönemde telif etmesi ve öldüğünde Tûs’taki medresesinde yüz elli öğrencisinin faal olarak okuyor olması mücadelesindeki kararlılığının açık delilidir. Bir başka ifadeyle Gazzâlî, Nizamülmülk’ün tepeden inme bir anlayışla uygulamaya konulmuş projesini, tabana yayma çabası içerisindedir. Ancak Bağdat’ta geçirdiği tecrübenin onu devlet adamlarından ve siyasetten soğuttuğu da bir gerçektir. Bundan dolayı da devlet adamlarından uzak durmaya özen göstermiştir. Bu soğukluğun oluşmasındaki en önemli sebep, Melikşah’ın hanımı Terken Hatun’un çeşitli baskı ve siyasî manevralarla daha beş yaşındaki oğlu Nasırüddin I. Mahmud’u tahta çıkarma teşebbüsüdür. Bu girişim karşısında Gazzâlî, "yaşı sultanlığa uygun değil" şeklinde fetva vermiş ancak Terken Hatun, ordu mensuplarına yirmi bin altın dağıtarak ve çıkarcı birtakım âlimlerden fetva almak suretiyle henüz beş yaşındaki oğlunu tahta oturtmayı başarmıştı.
Bu gelişme karşısında halifenin etkisizliği, devlet adamlarının çekingenliği ve ulemânın kişiliksizliği Gazzâlî’yi çok etkilemiş, kendi konumu ve durumunu sorgulamaya itmişti. Dönemindeki meslektaşları olan âlimleri eleştirirken manevî ve ahlâkî ilkelerden yoksunluklarına dikkat çekmesi, kişinin dünyadaki konumunun en önemli belirleyicisi olan ahire- ti gündeme getirmesi ve gerçekte âlimlerin âhiret kaygısı taşıyan kişiler (el-ulemâü’l-âhira) olmalarının gerekliliğini vurgulaması bu nedenledir. Daha önce geçtiği gibi, bazı devlet adamlarının yanlış politikalarının da etkisiyle Sünnî mezhepler arasında çatışma ve çekişmeler meydana gelmesini, minberlerden birbirlerine lanet okumaya kadar varan çirkinliklerin sergilenmesini de, Gazzâlî’yi arayışa iten sebepler arasında saymak gerekir.
Bu sorgulama ve arayış sonunda onun karar verme aşamasına getirdi. Medreseden ve diğer resmi görevlerinden istifa etti. Eşi ve çocuklarının geçimi için gerekli nafakayı bırakan Gazzâlî, Bağdat’tan ayrıldı ve maneviyat arayışının ilk durağı olan Şam’a gitti. Burada uzun bir süre inzivâ (yalnızlık) hayatı yaşadı ve bir nevi kendisini dinledi. Bu arada uzun mütalâalar ve araştırmalar yaptığı ve arayışını zihnî olarak sürdürdüğü; bu çerçeveden olmak üzere hicrî III ve IV. yüzyıl zâhitlerinden Haris el Muhasibî ve Ebû Talip el-Mekkî gibi sûfîlerin eserlerini okuyarak tasavvuf hakkında bilgi edinmeye çalıştığı, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî ve Bâyezîd-i Bistâmî gibi geçmiş dönem sûfîlerin menkıbelerinden yararlandığı görülmektedir. Kendi dönemindeki sûfî büyüklerinden eserlerinde bahsetmemesi, içinde bulunulan açmazdan ancak kendi çabası ile çıkabileceği düşüncesinde olduğu kanısını uyandırmaktadır. Ancak şunu da göz önünde bulundurmak gerekir: Gazzâlî her ne kadar el-Munkız’da görünürde kendi sorunlarını dile getiriyorsa da, aslında görünenin arkasında, içinde yaşadığı ve aynı sorunları paylaşmak zorunda kaldığı Islâm toplumu- nun içine düştüğü açmazın tercümanı olduğu da bir gerçektir. Çünkü Gazzâlî, toplumun dinî düşüncesini ıslâh ve ona yönelik tehditler bertaraf için yazdığı önceki eserleri reddetmiş (redd-i miras), önceki inandığı değerlerden bütünüyle yüz çevirmiş, geçersiz olduğunu ilân etmiş ve topluma bütünüyle sırt dönmüş değildir. O "şeriatı tasavvufa yaklaştırma" idealinin peşinde olan başka bir ifade ile şeriatla tasavvuf arasında izdivaç kurmaya çalışan bir bilim adamıdır. Bu da onun şahsî problemlerini çözme peşinde koşmadığını, diğer bir değişle bireysel tatmin arayışında olmadığını gösterir. Öte yandan Gazzâlî’yi el-Munkız’da olduğu gibi önce kelâm, sonra sırasıyla felsefe, talim metodu ve tasavvuf alanlarında hiyerarşik bir seyir içerisinde araştırma yapan kişi olarak düşünmemek gerekir. Zira o, medreseden ayrılıp bir ’arayış’ içerisine girdiğinde zaten kelâm, fıkıh, felsefe ve Bâtınî yorum hakkındaki araştırmasını sırasıyla değil eşzamanlı olarak tamamlamıştı. Onun ciddî anlamda araştırmadığı belki tek öğreti, tasavvuftu. Öyleyse Gazzâlî ’arayış’ döneminde diğer ilim dallarındaki araştırmasını tamamladığı için özellikle tasavvuf alanında araştırmaya yöneldi. Bu araştırmasının sonucunda zâhirî ilimler, felsefe ve ismailîlerin temsil ettiği bâtınî yorumun (te’vil) tek başına kendisini tatmin etmekten ve toplumun sorunlarına çözüm üretmekten uzak olduğu tespitini yaptıktan sonra, tasavvufun desteğine ihtiyaç olduğunu gördü.
Arayış serüveninin ilk durağı olan Şam’da Ihyâu Ulûmi’d-dîn adlı kapsamlı ve hacimli eserini yazmaya başladı. Bu eserini Şam’da yazmaya başlamış olması, ’ihya projesi’nin burada kafasında şekillendiğini ele vermektedir. Şam’dan Kudüs’e geçen Gazzâlî (489/1096), orada da uzlet hayatını sürdürdü, aynı yıl hac ve Hz. Peygamber’i ziyaret için Hicaz’a gitti. Oradan, bir rivayete göre İskenderiye’ye uğradı ve tekrar Şam’a döndü. Eşi ve çocuklarının isteği üzerine Bağdat’a dönen Gazzâlî, yolunun üzerindeki Hemedan’a uğrayarak zihinsel olarak tasarladığı ihya projesini hayata geçirmek için uygun bir zemin olarak gördüğü memleketi Tûs’a döndü. Böylelikle o, Hz. Peygamber’in, adaletin aşındırıldığı Mekke siyasî ortamından ve katılaşmış, çoraklaşmış geleneksel yapıdan daha esnek ve bereketli Medine iklimine hicret etmesi gibi, Bağdat’ın bürokratik hiyerarşisinin getirdiği siyasî ve sosyal ağır havasından uzaklaşıp daha sâkin ve sâde Tûs toprağına hicret etmeyi tercih etti. Aradaki farklılık Hz. Peygamber’in baba ocağından kopmasına karşılık Gazzâlî’nin, baba ocağına dönmesi idi. Orada kurduğu medresede, eğitim-öğretimin yanı sıra te’lif faaliyetini de sürdürdü.
Unutulmamalıdır ki, Gazzâlî gibi şöhret bulmuş ve İlmî üstünlüğü her kesimce teslim edilmiş bir âlimin bir köşede rahat bırakılması düşünülemezdi. Nitekim, Nizamülmülk’ün oğlu ve devrin Selçuklu Sultanı Sencer’in veziri Fahrülmülk, Nişâbur Nizâ- miyesi’nde ders vermesi için ona yoğun ısrarlarda bulundu. Bunun üzerine Gazzâlî, 499/1105 yılından itibaren Nişâbur Nizâmiye’sinde ders vermeye başladı; böylece 488/1095 tarihinden itibaren on yıl gibi uzun bir dönem ara verdiği Nizâmiye’deki öğretim hayatına tekrar dönmüş oldu. Vezirin Bâtınî dâilerce öldürülmesi ve ulemâ arasında hakkında birtakım söylentiler çıkarılması üzerine Gazzâlî, üç yıl süren Nişâbur Nizâmiyesi’ndeki tedris hayatına son verdi ve tekrar Tûs’a döndü. Bu aslında ona, bizzat kendi zihnî çabası ile oluşturduğu ’ihya projesi’ için resmî ortamların uygun olmadığını görme fırsatı vermiş olacak ki, Nizamülmülk’ün diğer oğlu Ziyâdülmülk tarafından teklif edilen (504/1110) Bağdat Nizâmiyesi’ne dönmesi ve derslere tekrar başlaması yönündeki teklifini, yaşını mazeret göstererek nazikçe geri çevirdi. Ancak Tûs’ta evinin bitişiğinde bulunan medrese ve han- kahta ömrünün son demlerine kadar eğitim-öğre- tim ve telif faaliyetlerini sürdürdü. Aslında Bağdat’a davet hususunda yaşını mazeret göstermesi bir gerçeğin ifadesi imiş ki, bu olaydan bir yıl gibi kısa bir süre sonra tarihler 14 Cemaziyelahir 505/18 Aralık 1111 ’i gösterirken ahirete göçtü. Memleketi Tûs’da ünlü Iranlı şair Firdevsî’nin kabrinin yakınlarına defnedildi.