Makale

BAYRAM HAKKI

BAYRAM HAKKI

Eda SAKLI KÖKSAL

Her bayram öncesi, ramazanın son günleri zihnimde aynı cümle yankılanır: "Bayram çocuklaradır!" Anneannemin bu sözü, küçükken öyle bir yerleşmiş ki çocuk kalbime o günden sonra tüm bayramları "Neden büyüklere de bayram değil?" diye çocukça bir saflıkla sorgular olmuşum. Ta ki "Nerede o eski bayramlar?" diyecek yaşa gelene kadar. İnsanın özlem duyduğu geçmiş gün müdür yoksa günah bulaşmamış, hesapsız yüreklerin bellekte küçük mutluluklara her zaman yer açabilmesi midir bilinmez. Aklımızın aldığı gönlümüzün bildiği tek gerçek, artık birçok şeyin eskisi gibi olmadığı, olamayacağı.
Dünden bugüne değişmeyenler de var elbette. Bayram öncesi Esenler Otogarı’ndaki heyecan yansır mesela televizyonlara. Bilet bulabilmek için günlerce uğraşılır. O kutlu günde sevdikleriyle olabilme sevinci tüm yorgunluğu alır götürür. Eminönü deseniz Kadir Gecesi’ni görmeden başlar hazırlıklara. Rengârenk şekerler, çikolatalar, çifte kavrulmuş fıstıklı lokumlar paketlenir kilolarca. En güzel ikramlıklar sergilenir tezgâhlarda. Bayramlarda dost sohbetlerine eşlik edecek kahveler de yine Mısır Çarşısı’ndan salar kokusunu tüm İstanbul’a. Ama en tatlı telaş memleketlerde yaşanır. Köylerde hummalı bir koşturmaca başlar. Yaş kaç olursa olsun evlatlar ve torunlar için sıvanır kollar. Tatlılar ve sarmalar az olmamalı. Limon kolonyası kokmalı memleketin her karışı. Bayramlaşmaya gelecek hiçbir çocuk boş çevrilmemeli. Anneler geceden kınalamalı ellerini. Nineler sandıktan beyaz başörtülerini çıkarıp sabaha hazır etmeli. Bayramın eşlikçisi bir yaz ayı ise serin yayık ayranları, taze meyve şerbeti dolaplarda hazır bekletilmeli. Misafir kıymettir, berekettir oralarda. Hem bilirsiniz köy evlerinde kapı zili de yoktur. Hane sahibinin kulağı her daim bahçe kapısının o tatlı gıcırdamasındadır. Gözü yollarda bırakmayan kavuşmalar ne de tatlıdır.
Bayram dünya üzerindeki beşinci mevsimdir. Bayram namazı öncesinde başlayan tatlı telaş o sabahı diğerlerinden başka kılar. Bahçeden eve süzülen hanımeli çiçeği kokusu gibi tazeliği ile kuşatır, baharı bırakır onu kucaklamasını bilen gönüllere. Saatler ilerledikçe bir yaz neşesi gelir hanelere. Aile bireylerinin ve misafirlerin artmasıyla sohbetin doruğa ulaştığı serin bir ağustos akşamının huzurunu ve şükrünü yaşatır. Çocuk cıvıltıları sarar dört bir yanı. Ateş böceklerinin dansını anımsatır coşku ve uyumları. Şimdi düşündükçe daha iyi anlıyorum bayramın neden çocuklara bu kadar yakıştığını. "İnsan kadife bir hatıradan başka nedir ki?"
Bir yarım kürede yaz yaşanırken diğerinde sonbaharlar kışları kovalar. Pencere kenarında yolu gözler yaşlı iki çift göz. Yılların izlerini ve belki acılarını taşıyan iki çift el öpülüp başa koyulacak anı kollar. Dünyanın en geçmek bilmeyen dakikalarını ihtiva eder bekleyişler. "Evin sıcak yüzü bir yokuşun sonunda evin siluetini gördüğünüzde anne sıcaklığında bir bekleyişin yerli yerinde durduğunu anladığınızda başlar..." demiş bir yazar. Dünyadan uçup giden ne kadar sevdiğimiz varsa işte o kadar eksik bir bayram. Kabuk bağlayan yara, yeri doldurulabilen değer yok. "Birileri gider ve bazı şeyler sonsuza dek yarım kalır." O hâlde sevdiklerimizi görmek için mezarlıklara ihtiyacımızın olmadığı her gün bayram tadını taşımalı.
Ramazan ve bayram telaşı kapımızı çalınca geleneklerimizden bihaber olan markalar bile reklamlarında ortak değerlerden ve büyüklere hürmetten beslenir. Yine aynı markaların diğer tüm zamanlarda bencillik ve tüketim üzerine ar-ge yaptığı gerçeğini görmezden gelirsek belki de doğru bir noktada durdukları düşünülebilir. Bahsi geçen görsellerde anne ve/veya baba haklı bir bekleyiş içindedir. Fakat bir yandan şüpheyle yaklaşırlar duruma. Ya evlatları, torunları gelmezlerse... İşte bu ihtimale bizi yaklaştıran ne ise bayramlarımızın hırsızı ilan etmeliyiz onu. Sığındığımız tüm bahaneleri de alıp gitmeli bu diyarlardan arkasına bakmadan. Vefasızlığın da bir sınırı olmalı ya da yaralanmış gönüllere bir merhem bulunmalı.
Üç güne sığdıramadığımız bayramların bir kısmını tatil ve tur şirketlerinin ipotek altına alması yetmiyormuş gibi, kalan bölümünü de "bayram kredileri"ne mahkûm bırakan israfkâr harcamalar ele geçirmiş. Manevi atmosferi yaşarken aldığımız tat keyfe kâfi gelmiyor mu artık? Uzun zamandır görmediğimiz aslında gönlümüzün bir yerinde derin izler bırakmış bir dosta sarılmak, onunla iki kelam edip hâl hatır sormak değerini hangi ara yitirdik? Sahi sadece çocuklara ait değil miydi başucunda bayramlıklarla uyuma zevki ve kirlenmesinden korkulan ayakkabıların ilk kez bayram sabahı giyilecek olmasının verdiği heyecan? Nereden buluyoruz tüketim çılgınlığında ihtiyaç bahaneleri üretecek bu kadar bol vakti? Ekonomideki arz ve talebin kurbanı olmuş ve tatminsizliğe itilmiş ruhlarımızın kendine gelme ihtimali yüzde kaçtır ki?
Rakamları ve kârlı ilişkileri seviyor artık insanoğlu. Çalışmanın bir mükâfatı olmalı ve bayramların da diğer hafta sonu tatillerinden bir farkı olmadığına inandırılmalı o yorgun bedenler. Bayramın manevi havasına yakışmayan bu ayrıntı üzerinde düşünülmesi bile bir vakit kaybı sayılıyor. Nitekim her şey hızla yaşanmalı ve tüketilmeli bu evrende. Diğer türlüsü zamanın gerisinde kalanların işi. Çağın getirdiklerini yaşarken o akıntıyla sürüklenen, boğulan değerler ekonominin ilgi alanı değil. Peki ya bizi bizden başka kim düşünecek? Biz olmanın kuşatıcı bütünlüğünü biraz düşünmeli artık belki de. Dünyaya gelmemize vesile kılınan anne babamızdan, ördüğü patiklerle Türk askerinin yolunu gözleyen Ahıskalı geline, vatanımızın bütünlüğü için dua gönderen Bosnalı teyzeden, "Sizi Allah’a söyleyeceğim" diyen Suriyeli çocuğa kadar herkesin hakkı var bu bayramlarda. Bayram orucun, sevginin, saygının, hoşgörünün, merhametin, paylaşmanın hakkını verebilenlerindir. Birbirimize haklarımızı ödeyebildiğimiz, gözyaşımızı dindirip, sevincimizi bölüştüğümüz bayramlara erişebilmek duasıyla. O güne tam manasıyla erişene kadar, yaşı ilerlemiş herkesin dediği ve diyeceği gibi bu bayram çocuklara.