Makale

KULLUĞA YÜKSELİŞ: MİRAÇ

KULLUĞA YÜKSELİŞ: MİRAÇ


Hilal KOÇ HANCI
Ankara Keçiören Kuran Kursu Öğreticisi


İnsanoğlunun, inançlarını ve bu inançların yaşama yansıması olan davranışlarını büyük ölçüde çocukken yaşadığı olaylar etkiler. Büyüdüğümüz ortam hangi değerlere sahip ise üç aşağı beş yukarı biz de aynı değerlere sahip oluruz. Dürüst bir babanın evladına mirası dürüstlüktür, ağzı dualı bir anneden evladın gördüğü Allah’ın her şeye kadir olduğu bilincidir. Dine ait olan, “kutsal” saydığımız her husus ilk olarak ailede şekillenir. Mübarek günlere bakış açımız da bundan nasibini alır.
Her kandil gecesi, mahlep kokulu simitler çay eşliğinde ikram edilirdi büyükannemin evinde. Eğer helva kavrulmuş ise onu da komşulara dağıtma vazifesi bana düşerdi. Derin bir huşu ile televizyonda kandil programı izlenir, mevlid-i şerîfin ilgili bahsinden sonra ayağa kalkılır musafahalaşılır, sırt sıvazlanıp kucaklaşılır; bu ritüel öyle içten yapılırdı ki çok büyük bir ibadet yapılıyor sanırdım. O günleri anımsadığımda hâlâ yüreğimi büyük bir sevinç kaplar. Nasıl da güzel duygulardı bu hissettiklerim… Şimdi büyüdüm ve bu duyguları hissedebileceğim ortamları bulmam güçleşti.
Zaman nasıl da hızlı akıp gidiyor. Takvimin gösterdiği günü, ayı ve hatta yılı unutturacak kadar hızlı. Kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk herkes bir koşuşturmadan bahsediyor ve bu arada ömür tükeniyor. İnsan tam da bu koşuşturmanın içinde nefes alabileceği, kendisine hayatın gerçeklerini hatırlatacak “özel günlere” ihtiyaç duyuyor. Takvimlerde kandil diye hatırlatılan, bereketli addettiğimiz günlerin, bize nefes aldıracak günler olduğunu düşünürüm hep. İnsana “Dur!” diyor bu günler, “Ne yapıyorsun?”, “Daha dün değil miydi Kurban Bayramı? Ne çabuk geldi bu Üç Aylar!” ve daha birçok şey… Farkında olarak/olmayarak, hayra vesile olacak işler yaparak/ yapmayarak geçirilen günler, haftalar, aylar ve yıllar… “İki günü birbirine eşit olan ziyandadır.” sözü aklıma geliyor ve düşünüyorum. Değil iki günün aynılığı; öyle bir zamanda yaşıyoruz ki aylarımız, yıllarımız birbirinin aynı. Sabah evden çıktığımız saat aynı, işe gittiğimiz yol aynı, dönüşlerimiz aynı, pişirdiklerimiz, yediklerimiz…
Bu kadar aynılığın insanı çepeçevre kuşattığı zamanlarda, bereketli günlerin yıl dönümleri “can simidi” olur insana. Can simidine sarılıp bir günlüğüne de olsa kıyıya ulaşırsın. Oturup şöyle kenara, içinden çıktığın hengâmeye bakarsın. Önce sadece bakarsın ve mahir isen seyre dalarsın…
İşte bir Miraç Gecesi’ni daha idrak ediyoruz. “Miraç nedir?” önce buna bir bakalım. Ansiklopedide miraç maddesinde şu bilgiler yer alıyor. “miraç” kelimesi “yukarı çıkma vasıtası, merdiven” demektir. Terim olarak Hz. Peygamber’in (s.a.s.)göğe yükselişini ve Allah katına çıkışını ifade eder. Olay, Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya gidiş ve oradan da yükseklere çıkış şeklinde yorumlandığından kaynaklarda daha çok “isrâ ve mi‘rac” şeklinde geçerse de Türkçede miraç kelimesiyle her ikisi de kastedilir. Miracın ne olduğunu öğrendiğime göre derin bir nefes alıp miracı hissetmeye çalışmalıyım o vakit.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (s.a.s.) Mekke’de yaşadığı sıkıntılar hat safhada ve Allah (c.c.), birtakım ayetlerini göstermek üzere gecenin bir vaktinde, ona bir yolculuk lütfediyor. O gece yaşananlar, yaşanılanların nasıllığı, ne şekilde yaşanıldığı kitaplarda uzun uzun anlatılır. Bir dersimizde hocamız, “O gece her ne yaşandı ise Hz. Muhammed (s.a.s.), bir gün önceki Hz. Muhammed (s.a.s.) değildi artık.” demişti. Bu tespit ne kadar doğrudur bilmiyorum ama bende derin bir iz bırakmıştı. Bir de okuduğum siyer kitaplarından birinde “Allah’ın insanlığa bağışladığı Miraç gibi yüce bir lütuftan manevi olarak yararlanmak gerekir. Hz. Peygamber’in miracı kendine, bizim miraçlarımız da bireysel liyakatlerimize göre kendimizedir.” diyordu. Bu nedenle ben o gece yaşananların kritiğini yapmak yerine, iç dünyama dönmeyi yeğliyorum.
Oturuyorum masamın başına, kapatıyorum gözlerimi. Hz. Muhammed’in (s.a.s.) maddi dünyada çok bunaldığı bir zaman diliminde ona açılan rahmet kapısını düşünüyorum. Ne denli derin bir tecrübe yaşadığını anlamaya çalışıyorum ve kalbim, bu derinliği kavrayamayacağında karar kılıyor. Kendi hayatıma dönüyorum muhasebe için; yaşadığım, sıkıntı olarak gördüklerim sıralanıyor bir bir zihnimde, bu sıkıntıları düşünürken yüreğimin daraldığını hissediyorum. Öyle bir darlık ki boğulacak gibi oluyorum. Neyse ki gözyaşlarım sel olup akıyor da kurtuluyorum. Arkama yaslanıp “Hangi sıkıntı rahmetiyle gelmez ki?” diyorum. “Senin fark edemediğin, sana açılan rahmet kapılarını bir düşün.” “Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer, 39/36.) ayet-i kerimesi nasıl da imdadıma yetişiyor. Elbette ki Allah kuluna kâfidir! Miraç’ta, Hz. Peygamber (s.a.s.) bu ayeti kerimeyi yakinen hissetmişti. Şimdi öyle derin düşüncelere dalmalıyım ki bu gece miracım olsun.
Namazın müminin miracı olması beni umutlandırıyor. Namazımı benim miracım olarak düşünmeliyim. Alelacele kıldığım namazları daha özenli kılmalıyım. Kıraatim ve rükûlarım tam olmalı. En önemlisi de secdelerim. Öyle anlamlı olmalı ki secdelerim, oradaki hiçliğim, biricik kulluğa yükseltmeli beni, miracım olmalı secdelerim.
Ankebût suresi 45. ayetin verdiği müjde ne güzeldir: “(Ey Muhammed!) Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı anmak (olan namaz) elbette en büyük ibadettir. Allah yaptıklarınızı biliyor.” Namaz beni kötülüklerden alıkoyacak, namaz beni benden alacak, beni kul kılacak. Nasıl bir huzurdur namaza durmak, nasıl bir rahmettir anlayabilene. Şükreden kul olabilmenin en güzel tecellisi; ne büyük nimet namaz…