Makale

ZOR ZAMANLARDA CAMİLERİMİZ

ZOR ZAMANLARDA CAMİLERİMİZ

Dr. Mehmet BULUT

DİB Başkanlık Müşaviri


İçeriğinin farklı mecralara çekilmemesi adına, klasik bir üslupla, bu makalede anlatılmak istenen şeyi baştan ilan etmek istiyorum: Diyanet İşleri Reisliğinin ve onun ana istişare, karar ve hizmet birimi olan Müşavere Heyetinin, zor zamanların intaç ettiği her türlü olumsuzluk durumunda bile cuma namazlarının eda edilmesinin temini hususunda gösterdiği hassasiyet… Bize ayrılan yerin hacmi dolayısıyla konuyu sadece bir örnek üzerinden incelemeye çalışacağız.
Bu derginin okuyucuları çok iyi bilirler ki Allah Rasulü’nün bizzat inşa ettiği mescit; yani cami, çok yönlü fonksiyonları üstlenmiş bir mekândır. Namazların ifası yanında, bir ilim ve irşad meclisi, bir yatılı mektep, davaların görüşülüp halledildiği bir mahkeme salonu, İslam ordularının sevk ve idarelerinin yapıldığı askerî bir karargâh, hatta yabancı heyetlerin ağırlandığı bir konukevi… Bunlara kuşkusuz başka işlevler de ilave edilebilir. Ancak zamanla hizmetlerin farklılaşıp detaylanmasıyla tabii olarak farklı hizmet birimleri ve bu birimlerin konuşlandığı yapılar meydana gelmiş; mesela eğitim faaliyetlerinin yaygınlaşmasıyla mescidin dışında örgün eğitim kurumları olarak medrese ve mektepler vücut bulmuş, hâliyle mescidin giderek ibadet mekânı olma vasfı ağırlık kazanmıştır.
“Camiler sadece namaz kılma yerleri değildir.” Bu hüküm doğru olmakla birlikte kabul etmek gerekir ki bütün İslam tarihi boyunca cami ve mescitlerin en başta gelen işlevi birer ibadet ve irşad mekânı oluşlarıdır. Bilhassa bizim medeniyetimizde cami ve mescitlere daha bir kutsiyet atfedilmesinin arkasında da bu gerçek yatmalıdır. Malumdur; camilerde gelişigüzel yatılıp kalkılması, bir şeyler yenilip içilmesi hatta dünya kelâmı edilmesi halkımızca hoş görülmez. Bununla birlikte, yakın tarihimizde istisnai olarak ve daha çok zaruretlerin ortaya çıkardığı -eskilerin ifadesiyle- “ahval dolayısıyla” mabetlerimiz, normal şartlarda makul sayamayacağımız tarzda kullanımlara da sahne olabilmiştir. Bu durumlarda en çok cuma ve bayram namazlarının edasında sıkıntı yaşanmıştır. Şöyle ki:
Bilindiği gibi, İkinci Dünya Savaşı’na (1939-1945) ülkemiz fiilî olarak girmemiş ancak savaşın seyrini sürekli ve teyakkuz hâlinde izlemiş, birtakım tedbirlere başvurmuştu. Bu cümleden olarak savaş öncesinde, seferberlik ve olağanüstü hâllerde alınacak tedbir ve uygulamaları tespit amacıyla TBMM, 6 Haziran 1939’da “Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu” adıyla bir yasal düzenleme yapmış, bu düzenleme ile sözü edilen durumlarda yediden yetmişe herkesin üstleneceği sorumluluklar tadat edilmiş, askerî kıtaların iskân veya konaklaması gerektiğinde güzergâhtaki kamu kuruluşları veya şahıslara ait binaların, ihtiyaç duyulan araç ve gereçlerin askerî birliklerin hizmetine tahsisi öngörülmüştü. Öyle ki köylerde işe yarayabilecek at, öküz gibi hizmet hayvanlarının tespiti bile istenmişti. Söz konusu kanunda, askerin cami ve mescitlerde de konuşlandırılması ya da buraların askerî amaçlarla ambar veya depo olarak kullanılması doğrultusunda bir hüküm bulunmamasına rağmen, Milli Savunma Bakanlığı ile Evkaf Umum Müdürlüğü -o yıllarda camilerin idaresi bu müdürlükte idi- arasında alınan bir koordinasyon kararı sonucu, ihtiyaç hâlinde camilerin de muvakkaten ordu emrine tahsisi kararlaştırılmıştı. Başka kaynaklar bir tarafa, taşradan Diyanet İşleri Reisliğine gönderilen bu baptaki yazı ve sorulardan da uygulamanın bu istikamette olduğunu, daha çok kasaba ve köy gibi küçük yerleşim birimlerinde olmak üzere, yer yer camilerin ordu tarafından kışla, yemekhane, mühimmat deposu ve hububat ambarı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
Konuya ilişkin Reisliğe gönderilen yazıların genelde şikâyet amacı taşımadığı -ülke savunması söz konusu olduğunda insanımızın her türlü fedakârlıkta bulanabildiği tarihen sabittir- görülmekle birlikte, bilhassa tek bir caminin olduğu ve bu tür bir tasarruf sonucu orada da ibadet imkânının kalmadığı yerleşim yerlerinde cuma ve bayram namazlarının eda edilmesinde çekilen müşkülat dile getirilmişti. İşte bu noktada Reislik, verdiği kararlarla insanımızın tereddütlerini gidermiş, her hâlükârda bir yolunun bulunarak cuma namazlarının kılınmasının sağlanmasını vatandaşlardan ve din hizmetlilerinden talep etmiştir.
Bu noktada bir tavzihte daha bulunmam gerekiyor: Arşiv belgelerinde ve Müşavere Heyeti kararlarında bu vakıa, “camilerin askeriyece işgali”, “asker işgalindeki camiler” gibi kavram ve terkiplerle ifade edilmiştir. Rahatlıkla anlaşılacağı gibi, burada “işgal”, güç kullanarak bir yeri ele geçirme manasına değil, bir mekânı belli bir süre asli amacı dışında kullanmak, geçici olarak kullanımını elinde tutmak anlamlarında kullanılmıştır.
Bu mahiyetteki soruların Reisliğe 1941’den itibaren gönderilmeye başlandığına ve 1943-1944 yıllarında da yoğunlaştığına şahit oluyoruz. Tespit edebildiğim kadarıyla konuya ilişkin Müşavere Heyeti kararlarının ilki, 24 Ocak 1941 tarihini taşımaktadır. Şile Müftülüğünden gönderilen yazıda, kaza merkezinde mevcut camilerin askeriye tarafından işgal edilip kapatılmaları dolayısıyla beş vakit, cuma ve bayram namazlarının “musalla” denilen mahallerde kılınmasının caiz olup olmadığı sorulmuş, Müşavere Heyeti de, “namazgâh” edinilen bu gibi yerlerde namazların kılınmasında tereddüde mahal bir hususun olmadığı mütalaasında bulunmuştu.
Heyetin bu kabil mütalaalarından biri de 8 Kasım 1943 tarihlidir. Kalecik Müftülüğü, kasabadaki camiler askerî amaçla, köylerdeki camiler de ofis olarak işgal edilmiş olduğundan, cuma ve bayram namazlarının kılınamadığını bildirerek bu durumda Cuma ve bayram namazlarının “fina-yı mısr” denilen mahalde veyahut belirlenmiş herhangi bir yerde kılınıp kılınamayacağını sormuştur. Yazıyı inceleyen Müşavere Heyeti şu kararı ittihaz etmiştir:
“Erzak koymak veya askeri barındırmak için cami ve mescitleri işgal edilen mezkûr kasaba ve köy halkı, kendi cami ve mescitlerinde evvelce tayin edilen imam ve hatiplerle Cuma ve bayram namazlarını kendilerine namaz yeri ittihaz ettikleri bir mevkide kılmaları caizdir. Bunun için imam veya hatibe yeniden buyrultu verilmeye lüzum görülmediği…”
Heyetçe benzer bir cevap, 1944 tarihli dilekçesinde, söz konusu vaziyet dolayısıyla, cuma namazlarını boş olan köy okulunda kıldıklarını belirten Bursa İhsaniye köyünden bir vatandaşa verilmiştir: “Camilerin işgali ve seddi münasebetiyle beş vakit namazlarını kılmak için halkın gerek suret-i mahsusada ihzar ve gerekse musalla ittihaz olunan mahalde cuma ve bayram namazlarını, meşgul caminin hatibi tarafından kıldırmasının cevazında tereddüde mahal bulunmadığı…”
Müşavere Heyeti mütalaalarından konuya ilişkin daha birçok örnek verilebilir ancak verilen örneklerin mesele hakkında bir fikir için yeteceğini düşünüyoruz.
Askerî amaçla cami işgallerinin zaman zaman amacını aşan bir hâl aldığı da yine Reisliğe ulaşan yazılardan anlaşılmaktadır. Bu durumlarda Reislik ilgililere, çok daha önceleri, camilerin yersiz işgalleri karşısında Başvekâletçe yayınlanan ve tasnif harici dahi olsa Vakıflar Umum Müdürlüğünün muvafakatı alınmadıkça hiçbir bahane ile camilerin işgal veya yıkımına fırsat verilmemesini amir olan 10 Nisan 1936 tarihli genelgeyi hatırlatmıştır. Nitekim aşağıdaki örnekte Reislik, bir müftünün isabetli ancak şikâyete mevzu olan icraatını savunup müftüye sahip çıkarken yine o genelgeye atıfta bulunmuştu. Şöyle ki;
Cemaati çok olan Çarşı Camii yerine cemaati az olan mahalle camiinin işgali cihetine gidilmesi doğrultusundaki mütalaasından dolayı Aksaray Müftüsü Sadık Başerdem, Kaymakamlık tarafından ikaz edilmiştir. Mesele Reisliğe intikal etmiş olacak ki, Reislik makamı konuyu vuzuha kavuşturmak üzere, 25.12.1946 tarih ve 6673 sayılı yazı ile Müşavere Kurulunu görevlendirmiştir. Araştırma sonucu Heyet özetle şu değerlendirmede bulunmuştur: Diyanet İşleri Başkanlığının mümessili olan müftü, Vazife Nizamnamesinin birinci maddesine göre, İslam dininin inanç ve ibadetlere dair mesalihini tedvirle mükelleftir. Dolayısıyla, cemaati çok olan cami yerine az olan caminin işgali için mütalaada bulunması onun görevleri cümlesindendir. 10 Nisan 1936 tarihli Başvekâlet tamimindeki emir, Diyanet İşleri Başkanlığından müftülüklere bildirildiği cihetle, müftünün hareketinin tamamen hükümet emirlerine uygun olduğunu teyit etmektedir. Buna göre, Kaymakamlıktan müftüye yapılan ihtar yerinde görülmemiştir.
Âkif merhum, “Allah bu millete bir daha istiklâl marşı yazdırmasın!” diye dua etmişti. Biz de, mabetlerimizi Halık’a ibadet ve kullarını irşad gibi asli amaçları dışında kullanmak mecburiyetinde bırakmaması, şehadetleri dinin temeli olan ezanlarımızın minarelerden ebedi olarak yankılanması için Yüce Rabbimize niyaz ediyoruz.
Günümüzde fiziki mekânlar olarak camilerimizin -tek kelime ile- ihtişamı ortadadır. İçlerinde ibadetlerimizi huşu ve huzur içinde eda etme imkânına sahibiz, şükürler olsun… Artık çağın imkânlarını kullanarak, buralarda insanımıza sahih İslam’ı özümseterek bihakkın öğretmek ve bu yönüyle de mabetlerimizi cazibe merkezi hâline getirmek de fedakâr din hizmetlilerine düşmektedir.