Makale

GÖÇ, SIĞINMA VE MEDENİYETİN DAYANIŞMA KODLARI

GÖÇ, SIĞINMA VE MEDENİYETİN DAYANIŞMA KODLARI

Prof. Dr. Celaleddin Çelik
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi


Göç; coğrafi, sosyal ve kültürel sebeplerle bir yerleşim yerinden bir başka yere gerçekleşen bir hareketliliktir. Göçü insani açıdan önemli kılan şey demografik özelliğinden çok kişisel ve toplumsal hayatta yarattığı etkilerdir. İnsanda mekânsal değişiklik eğilimini çoğu zaman içinde bulunduğu şartları iyileştirme ve daha uygun bir çevrede yaşama isteği yönlendirir. Bazı durumlarda insanlar, yaşadıkları çevrede coğrafi, kültürel ve sosyal şartların elverişsiz ve yetersiz hâle gelmesiyle başka yerlere göç ederler. Bu bakımdan kitlesel göçler, çoğu kez zorunlu sebeplere bağlı olarak gerçekleşmiştir. Esasen zorlayıcı faktörler olmadan insanlar, kolay kolay doğup büyüdükleri ve yurt edindikleri yerleri terk etmek istemezler. Genellikle kitlesel göçlerin temelinde coğrafi, kültürel ve siyasal olumsuzluklar, toplumsal çatışmalar ve savaşlarla güvenli yaşama şartlarının kaybolması etkili olmaktadır.
İnsani gelişim sürecinde kısmi ya da toplu olarak süren göçler, günümüzde artık değişen sebepler ve görünümlerle hayatı ve dünyayı etkilemeye devam etmektedir. Modern dünyada göç artık yalnızca toplum içi sosyal demografik bir hareketliliğin ötesinde, toplumsal sınırları aşan etkileri ve yansımalarıyla tüm dünyayı ilgilendiren küresel bir sorun hâline gelmiştir. Göçlerin toplumsal hayatımızda her şeyden önce zihniyet, davranış ve tutumları etkileyen, kültür ve insani ilişkilere yansıyan özel bir boyutu vardır. Göçe ve etkilerine maruz kalan toplumlarda öncelikle kültürel farklılıklardan ve sosyal yetersizliklerden kaynaklanan gerilim ve çatışmalar ortaya çıkabilmektedir. Öte yandan insanlar göç ederken gittikleri yerlere kimliklerini, düşünce, davranış, kültür ve zihniyet kalıplarını da taşırlar. Farklı kültürlerin karşılaşma sürecinde dışarıdan gelenlerin sığındıkları kültürel çevreye uyum ve intibakları bazen sancılı ve sarsıcı tecrübeleri gerektirebilir. Esasen büyük şehir ortamında cari olan kültürel eksen, göçmenleri içine alabilen bir mahiyet taşımalıdır. Zira bir yaşam tarzı olarak şehir, değişik kültürlerin bir arada yaşadığı, farklılıkların kendi kültürel zenginliğine katkıda bulunduğu bir muhit demektir. Nitekim biz, dinlerin ve kültürlerin bir aradalığını, asırlarca huzur ve adalet temelinde sürdüren özel bir tecrübeyi Selçuklu ve Osmanlı Türk-İslam şehir geleneğinde görürüz. Ancak modern şehir hayatında toplumsal sistem ve kurumlar bazı geleneklerin fonksiyonlarını devraldığı için kültürel dünyanın derinlerinde yer alan mahalli geleneksel dayanışma dinamikleri de zayıflayabilmektedir.
Hızlı bir şehirleşme ve sanayileşme sürecine girdiği dönemlerde iç göç olgusunu sarsıcı bir şekilde yaşayan Türkiye, özellikle seksenlerden sonra da giderek artan bir dış göç ve sığınmacı meselesiyle karşılaşmıştır. Öte yandan hızlı nüfus artışı ve zamanın ekonomik koşulları önemli oranda bir kitlenin Avrupa’ya iş gücü olarak göç etmesine yol açmış, bu mesele “gurbetçi” başlığı altında temel tartışma konularından birini oluşturmuştur. Esasen kırsal kesimden şehirlere yönelik göç, toplumsal ve kültürel dinamikleri olumlu-olumsuz yönde bazı değişimlerle etkileyen bir hareketlilik meydana getirmiştir. Çarpık, hızlı ve sağlıksız şehirleşme, gecekondulaşma, arabesk, varoş kültürü, şehirlerin kırsallaşması gibi bazı özel kavramlar altında sosyolojik görünümleri ve tartışmaları hâlen devam eden göç olgusu, toplumsal tarihimizin ve gündelik hayatımızın dinî-sosyal ve kültürel kodlarında önemli etkileşim ve farklılaşmalara yol açmıştır.
Şehir kimliğine ve insani değerler dünyasına nüfuz etmiş İslami gelenekler, anlayışlar, zihniyet ve davranış kalıpları ile harekete geçen dinî, kültürel ve mahalli dinamikler sayesinde göçün sarsıcı etkileriyle baş etmek mümkün olmuştur. Göçün sosyokültürel etkileri her ne kadar kolektif kültür dünyamızda aileden eğitime, siyasetten dinî hayatımıza kadar uzanan çok yönlü değişimlere sebep olsa da kültürel dünyamızın süreklilik arz eden maddi manevi dinamikleri, bu tür ciddi toplumsal dönüşümlerin olumsuz etkilerini bertaraf etmemizde önemli bir rol oynamıştır.
Ülkemiz seksenli yıllarla birlikte kendi bölgesindeki yakın ve uzak coğrafyasından gelen dış göç dalgalarıyla da yüz yüze gelmiştir. Nitekim bu süreçte neredeyse bölgemizin her tarafından tarihî ve kültürel ortaklığımız bulunan pek çok topluluk, totaliter, baskıcı ve ölümcül zulüm politikaları ya da içine düştükleri çatışma ve savaş ortamlarından kaçarak ülkemize sığınmıştır. Esasen bu topraklar, tarih boyunca kendi ülkelerinde her türlü zulüm ve baskılarla karşılaşan topluluklar için bir sığınma ve kurtuluş yurdu olmuştur. Avrupa’nın en batısında Endülüs’ten diğer ucundaki Balkanlara; Kırım ve Kafkaslardan Afganistan, Çin ve Orta Asya’ya kadar uzanan bir coğrafyadan Anadolu’ya mazlumların ve sürgünlerin akını tarih boyunca hiç durmamıştır. Anadolu’nun bir sığınma ve kurtuluş mekânı olarak üstlendiği bu tarihsel misyon, tevhit ve adalet ekseninde haksızlığa karşı mazlumları ve mağdurları kucaklayıcı bir medeniyet tasavvuru ve pratiğiyle ilişkili olmalıdır. Osmanlı Türk medeniyet tasavvuru, kendisine sığınan mazlumlara kanat germeyi büyük ölçüde dinî-tarihsel dünya görüşü ile kökleşmiş zihniyet kodlarından almaktadır. Esasen farklı kültürleri kendi şehirlerinde yüksek bir medeniyet idealinde birleştirebilen bu tarihsel tecrübe, zamanın Batılı örneklerinde görüldüğü üzere ötekileştirici ve dışlayıcı niteliklere de sahip değildir.
İç göç durumunda kolektif dinî hayatın istikrar dinamikleri kişilik, aile ve kültür bağlamında dayanışma ve birlikteliği ikame ettiği gibi, başka coğrafyalardan gelen göçmenleri de içine almayı ve yaralarını sarmayı bilmiştir. Bugün de ülkemiz, tarihin en büyük sığınmacı akınlarından birisi ile karşı karşıya olup çaresizlik ve yoksunluk içinde sığınanlar için yurt olmaya devam ediyor. Türkiye bugün üç milyonun üzerinde Suriyeli sığınmacı misafiri ağırlıyor. Ağır çatışma ve savaş şartlarında baskılar, saldırılar ve katliamlardan kaçarak ülkelerini terk eden bu büyük kitlesel nüfus ülkemize sığınmak zorunda kalmıştır. Gelişmiş ülkelerin kendi sosyal sistemleri ve ekonomik düzenlerini koruma adına mesafeli durdukları mülteci sorununa karşılın; Türkiye, tarihî, dinî bağların ve coğrafi kaderin getirdiği sorumluluk bilinciyle hareket ediyor. Elbette toplumsal sistemin ve kurumsal yapıların alışık olmadığı devasa boyuttaki sığınmacı akını hepimizi ister istemez birtakım sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya bırakmaktadır. Bununla birlikte dinî, tarihsel ve kültürel medeniyet kodları sayesinde seküler Batılı zihnin idrakini zorlayan muazzam dayanışma ve yardımlaşma örnekleri sergilenmekte, devletimiz de kurumsal anlamda eğitim, sağlık, iş ve sosyal güvenlik bakımından sığınmacı kardeşlerimiz için kucaklayıcı tedbirler almakta ve çalışmalar yapmaktadır.
Diğer yandan bu yoğun sığınmacı nüfusun, farklı toplumsal ve kültürel bir dünyayla irtibatından kaynaklanan gerilimler, çatışmalar ve uyum sorunları da ortaya çıkabilmektedir. Ancak küresel tüketim toplumunun insani, ahlaki değerleri önemsizleştiren yapısına karşın Müslüman Türk toplumu sığınmacıları “misafir” kabul eden bir tasavvurla hareket etmeye devam etmektedir. Misafir göçmenlerin içimizden birileri olarak hayata dâhil olmaları, bir yandan ticari, insani ve kültürel varlığımızın zenginleşmesine, diğer yandan bizi tarih önünde üzerimize düşeni yapmış bir millet olmanın keyfiyetine çıkaracaktır. Bu minvalde statülerinin belirsizliğine rağmen sosyal güveni ve kültürel aidiyetlerini güçlendirip yakınlıklarımızı inşa edecek dayanışma dinamikleri canlandırılmak durumundadır. Yine bu süreçte İslam inanç, kültür ve ruh birlikteliğimizin bize hatırlattığı muhacir-ensar gibi özel kavramlar, modern bireyci kültürlere rağmen kardeşlik, zihniyet ve eylem kodlarını harekete geçirebilmektedir. Günümüzde dünyanın en fazla yardım yapan toplumu olma vasfını istatistiklerde gösteren milletimiz, bir bakıma diğer toplumlara ve dünyaya tarihî bir örneklik sergilemektedir. Elbette bütün bunları sistemli, toplumsal dinamikleri ve dengeleri sarsmadan bir uyum ve birliktelik stratejisi içinde düzenlerken İslam dünyasını da bu minvalde harekete geçirecek düzenlemelere ihtiyaç bulunmaktadır.
Netice olarak kitlesel göçler, toplumsal kültürel dengeleri ve dinamikleri olumlu-olumsuz etkileyebilmektedir. Sarsıcı karşılaşmalarda ortaya çıkacak muhtemel sorunlar, dinî, tarihî ve kültürel dayanışma sistemleri ile dengelenebilir. Toplumun iç yapıları resmî-sosyal kurumlar ve düzenlemelerle desteklenmek durumundadır. Dayanışma ve yardımlaşma tutumlarımızın dinî motifleri, temelleri, modern dünyada karşılaştığımız yeni göçmenlik durumlarına karşı yeni kalıp, form ve anlayışlarla toplumsal yapılanma ve yeniden inşa için harekete geçirilmelidir. Suriyeli göçmenlerin yaşlılar, kadınlar ve çocuklar düzeyinde sosyalleşme ve intibak zemini için dinî, sosyal ve kültürel fırsatların teşekkülü, zorunlu sığınma durumundaki insanların geleceğimizle bütünleşmesini temin edecektir. Türk milletinin Müslümanların kardeşliği ilkesini somutlaştıran dayanışma ve yardımlaşma konusunda sergilediği benzersiz örnekler, İslam medeniyet tasavvurunun istikrar ve sürekliliğinin de zeminini oluşturmuştur.