Makale

BUDAPEŞTE-MOHAÇ-PEÇ VE ZİGETVAR NOTLARI

BUDAPEŞTE-MOHAÇ-PEÇ VE ZİGETVAR NOTLARI

Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU
Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi

İlk olarak 2012 yılında Macaristan’a gitmiştim. O zaman Viyana’dan Budapeşte’ye ulaşmış ve burada bir gece iki gündüz geçirmiştim. İlk gün şehri gezmiş, ikinci gün ise neredeyse tam günümü alacak şekilde trenle Estergom’a (Macarlar böyle yazıyorlar.) gitmiştim. Yine de ülkenin kuzeyini Estergom özelinde bu gezimde dolaşmıştım. Sonraki yıllarda bazı hocalarımızla bir defa daha Budapeşte’ye ulaşmış, burada bazı müze ve saraylar ile Estergom’u ziyaret etmiştik.
Bize yine sefer yolları gözükmüştü. 9-13 Kasım 2017 tarihleri arasında bu sefer başta Budapeşte olmak üzere bilhassa ülkenin güney kesimlerini, Mohaç, Peç ve Zigetvar’ı gezmek üzere bir plan yapmıştık.
Malumunuz Budapeşte, Tuna Nehri’nin iki yakasında inşa edilen Buda ve Peşte’den oluşan bir kent. 1526’da Mohaç Zaferi sonrasında şehir Osmanlıların eline geçmiş ve 1686 yılına kadar da ellerinde kalmıştır. Bu süre zarfında muhtelif imar faaliyetlerine girişen atalarımız, bugün bile şehrin muhtelif yerlerinde görülen eserlere imza atmışlardır. Gülbaba Türbesi’nde TİKA’nın hâlen restorasyon faaliyeti sürmektedir. Bugün Rudas Hamamı olarak bilinen Sokulluzade Mustafa Paşa Hamamı gibi birkaç hamam ile Buda kısmında Taban denilen yerde bulunan bazı mezar taşları görülebilmektedir.
Her zaman olduğu gibi şehri, bir tur otobüsü ile hızlıca turlamıştık. Çıktığımız Gallert Tepesi’nde, Osmanlının dediği gibi "Nazlı Budin"i ve Peşte’yi fotoğrafladık. Tuna Nehri ve Budapeşte kenti bütün haşmeti ile bu tepeden seyredilebiliyordu. Zaten aynı biletle nehirde de tekne ile tur atma imkânı bulmuştuk.
Otobüsümüz Szechenyi Kaplıcaları’nın yakınında durmuştu. Tur otobüsünden inildikten sonra birkaç dakikalık yürüyüş ile Vajdahunyad Kalesi’ne varmıştık. Burası ilk defa ziyaret ettiğimiz bir yerdi. Sağlı sollu mahalli yemeklerle muhtelif eşyanın satışa sunulduğu küçük sokaktan ve kale kapısından içeri girmiştik. Kalenin avlusunda da mahalli yiyecekler satılıyordu. Burada ise avluda eski zamanların oyuncakları teşhir ediliyordu. Ebeveynlerinin yanlarında çocuklar, bu oyunları oynuyorlardı. Aileler için güzel bir haftasonu faaliyeti olarak hoşuma gitmişti. Çocukluğumuzda oynadığım çelik çomak hatırıma gelmişti. Beraber gezdiğimiz Prof. Dr. Ahmet Kankal Hocamla, sahip olduğumuz değerleri neden çocuklarımıza aktaramadığımızı, burada gördüğümüz oyunlar gibi bize ait olanlarını canladırmak için neden çaba sarfetmediğimizi konuştuk. Bu arada hocamla kırk iki buçuk euroya birer astarhan kalpak satın aldık. Çevremizdeki insanların meraklı bakışları altında kalpaklarımızı takmıştık bile. Burada bir kilosu tatlı, 250 gramı da acı olmak üzere bir miktar Macar biberi satın aldığımı da ifade edeyim.
Bu süre zarfında internetten bulduğum, şehrin merkezinde yer alan bir otelde kalmış, onların aracılığı ile de Mohaç, Peç ve Zigetvar’ı ziyaret için şoförü ile birlikte bir araç kiralamıştık. İngilizceyi gayet iyi bilen şoförümüzle, şehitlerimizin ruhlarına okuduktan sonra segah tekbir, salat-ı ümmiye ve hüzzam ilahilerle ülkenin güneyine doğru yola çıkmıştık. Takriben Mohaç’a 200 km kadar yolumuz vardı. Oradan batıya doğru Peç kenti 30 km mesafede idi. Sonrasında da yine batıya doğru hareket edecek ve Zigetvar’a ulaşacaktık. Buradan sonra da yine 200 km yolu kat ederek Budapeşte’ye dönecektik.
Yol boyu puslu bir hava vardı. Yer yer ormanlık alanlar görsek de düz bir coğrafyada mesafe kat ediyorduk. Aracımızın sıcak ortamında biz Mohaç hakkında konuşmaya başlamıştık bile. Savaşın nasıl cereyan ettiği üzerine Feridun Emecen Hoca’nın hazırladığı ansiklopedi maddesini (DİA) bu arada okuduk. Şavaşın nedenlerini şöyle kısaca aktarmakta fayda var. I. Süleyman tahta çıktığında (1520), Macarlarla iyi ilişkiler kurmak niyetiyle Macar kralı II. Layoş’a elçiler göndermiş ne var ki bu elçiler Macarlar tarafından hapsedilince durum düşmanlık belirtisi olarak addedilmiştir. Gerekli hazırlıklar tamamlandıktan sonra Osmanlı ordusu Macaristan’a yönelmiştir. Osmanlı karargahında hemen bir savaş planı hazırlanmıştı. Akşama doğru Mohaç Ovası’na henüz ulaşan Osmanlı birlikleri ağırlıklarını indirmiş ve kamp kurmak için hazırlandıkları bir zamanda, ağır zırhlı Macar süvari birlikleri hemen Türk ordusuna bir saldırı tertip etmişti. Önceden planlandığı gibi beklenilen bu saldırı ile Rumeli askerleri ikiye ayrılacaklar; Macar süvari birlikleri, bağlanmış top arabaları ve tüfek kullanan 2000 yeniçeri ile karşılaşacaklardı. Savaş tam da beklenildiği gibi cereyan etti. Savaş bittiğinde Macarların 20 bin piyade ile 4 bin süvarisinin cesedi sayıldı. 10 bin de esiri vardı. Bizim kaybımızda ise ihtilaf söz konusu idi. Kaynaklar birkaç yüz ile bine ulaşan rakamları vermektedir. Aslında çok fazla zayiat verilmeden kazanılmış büyük bir başarı idi. Mohaç Savaşı, Macar krallığının sonunu hazırladığı gibi Habsburglar ile 150 yıl sürecek olan mücadelenin de ilk adımını oluşturdu.
İlk uğrak yerimiz önceki zamanlarda bir köy olarak kaynaklarda zikredilen küçük ve şirin Mohaç kasabası idi. Kasabanın içinden geçtikten sonra şehrin hemen dışında yer alan müzeye dönüştürülen savaş alanına vardık. Demir parmaklıkların olduğu büyük bir kapıdan içeri girdik. Girişin sağında yer alan iki kattan oluşan müze binasının altında, arkeolojik kazılardan çıkartılan kemiklerin fotoğraflarından oluşturulan bir tabut ile duvarlarda tarafların muhtelif savaş araç ve gereçleri, flamaları, yeniçeri ve Macar asker maketleri vardı. Ayrıca yaşlı bir adamın elinde kürek olduğu hâlde ayakta beklerken, üzeri bir bezle örtülü ve bir eli dışarda kalmış bir ceset figürü ile cesedin üzerine gül atan bir kadının yer aldığı bir temsil bizi karşılıyordu. Temsilin rastgele oluşturulmadığı anlaşılıyordu. Türk olduğumuz anlaşılınca Türkçe savaşı anlatan bir video sunuldu. Üst katta ise sahada yapılan arkeolojik kazıların fotoğrafları ile küçük bir kafeterya vardı. Masa üzerinde kılıç, mızrak, tüfek ve miğfer ziyaretçilerin fotoğraf çektirmesi için bırakılmıştı.
Müzeyi gezdikten sonra merdivenlerden indiğimiz bir alanın ortasında yarılmış bir kalp heykelinden geçerek asıl savaş alanına doğru yöneldik. Belli bir sıra dahilinde çok sayıda, balbalları hatırlatan ahşap heykeller yer alıyordu. Ahşap atlar, tatar yayları, haçlar vs. Ahşap heykellerden birisi sarığının parçası bir müdahale ile kırılmış olduğu hâlde Kanuni’ye aitti. Yanında da Macar kralının heykeli vardı. Kanuni’nin heykeli diğerlerinden bir miktar farklı idi. Macar kafası bizim Sultanımızı oldukça farklı bir şekilde heykelleştirmişti. Sultan’ın elinde bir file vardı ve filenin içerisi ise çok sayıda Macar kellesi ile doluydu. Burasının hemen her vakit küçük, büyük, yerli ve yabancı demeden binlerce insanın ziyaret ettiği bir mekân olduğu düşünülecek olursa yapılan propagandanın etkinliği göz ardı edilmemelidir. Ormanlık alana doğru da ahşaptan birkaç tane haç vardı. Bizim ilerimizde yer alan bir grup ise ahşaptan oluşturulan yapının üzerindeki çanı çalıyordu. Hâlbuki binlerce kadının kocasız, çocuğun da babasız kalmasının sorumlusu biz değildik. Müzedeki temsil bir yana ayrıca Macarları kurşuna dizen askerlerin bir de bunları gömmek için çabaladıkları ayrıca düşünülmelidir.
Yolumuzun üzerinde planladığımız gibi Peç (Peçoy) kenti vardı. Burası meşhur Osmanlı tarihçisi İbrahim Peçevî’nin doğduğu kent idi. Şehirde bir teşehhüt miktarı durduk. Büyük meydanda müze olarak kullanılan Osmanlı camisinin kubbesinde hilal yerine haç vardı. Peçoy küçük ve şirin bir şehirdi. İki saat kadar hızlıca gezdik. Gördüğümüz diğer camide cuma günleri namazların kılındığı yazılıydı. Hemen caminin girişinde TİKA tarafından yaptırılan İbrahim Peçevî’nin heykeli vardı. Ruhuna okuduktan sonra yolumuza devam ettik.
Yarım saat kadar sonrasında Zigetvar’a ulaşmıştık. Buranın oldukça küçük bir kent olduğu anlaşılıyordu. Zigetvar üç ayrı kaleden oluşuyordu. Osmanlılar aldıktan sonra büyük kalenin içine bir cami yapmışlardı. Minaresinin sadece kaidesi görülüyordu. Caminin yanındaki ek bina ise müze ve satış yeri olarak kullanılıyordu. Kalenin surlarını çepeçevre gezdikten sonra müzeyi de fotoğrafladık. Müzede harita, canlandırma ve o dönemlere ait bazı alet ve edevat teşhir ediliyordu. Zigetvar’ı tanıtan bir kitap aldım. Bu arada kale içerisinde iki genç, kurdukları tezgahta gelen turistlere ikişer ok attırıyor, mahalli kadın kıyafetleri giymiş iki hanım da çocuklara muhtelif mahalli oyunlar oynatıyorlardı.
Şehrin hemen dışında TİKA’nın yaptırdığı Türk-Macar Dostluk Parkı’na da uğradık. Küçük ve hoş bir açık hava müzesi gibiydi. Kanuni ile Macar komutan Zirinyi Miklos’un heykelleri vardı. Bir Osmanlı çeşmesi, muhtlelif tablolar ve temsili olarak Kanuni’ye ait bir türbe ve mezar taşı vardı. Mezar taşı oldukça basitti. Koca Sultan’a yakışmamıştı. İstanbul mezarlıklarından sıradan bir mezar taşı bile o taştan daha gösterişli dururdu.
İnternetten Kanuni’nin kabrinin buraya yakın bir yerde bulunduğunu ve burada bir kazının yapıldığını öğrenmiştik. Şoförümüz ısrarlarımıza dayanamadı ve Turbe denilen köye yöneldik. Hava kararıyordu. Dönüş vaktimiz gelmişti. Fakat biz ısrarla burayı da görmek istediğimizi belirttik. Çok sayıda ev ve bağın olduğu bölgede etrafa sormaya başladık. İlk yöneltildiğimiz yer yanlış çıkmıştı. Sonra bir çift bizi aracıyla kazı yerinin yakınlarına kadar götürdü. Biz de daha sonra beş dakikalık bir yürüyüş ile bahçe ve bağların arasında, henüz yeni kapatıldığı anlaşılan geniş bir kazı alanına ulaştık. Hava da kararmak üzereydi. Bu arada kazı alanının neden kapatılmış olabileceği üzerinde düşündük. Belki de sorun çıkmaması için inceleme yapıldıktan sonra kapatılması uygun görülmüştü. Fotoğraf ve kamera kayıtlarımızı yaptık. Fazla vaktimiz yoktu. Bizim için oldukça güzel ve bereketli bir gün olmuştu. Akşam sekiz gibi Budapeşte’ye varmıştık.
Termal turizmin önemli bir yer tuttuğu Macaristan’da, çok sayıda hamam faaliyet göstermektedir. Osmanlı hamamlarının da hâlen bu sistem içerisinde varlığını sürdürdüğünü söylemeliyiz. Gallert Tepesi’nin eteklerinde yer alan Rudas Hamamı, bünyesinde Sokullu Mustafa Paşa Hamamı’nı barındırdığı gibi gayet modern bir konsept ile müşterilerini ağırlamaktadır. Yorgunluğumuzu burada atmaya karar vermiştik. Kubbeli yapının altında ortak bir havuz, yanlarda ise muhtelif ısılarda küçük havuzların varlığı dikkat çekici idi. Fakat en önemlisi ise bu yapılar topluluğunun en üstünde yer alan küçük ve açık havuzdan Tuna ve Budapeşte manzarası muhteşemdi.
Macaristan Bacs-Kiskun bölgesindeki Bugac kasabasında 2008 yılından beri iki yılda bir gerçekleştirilen, Avrupa’nın en büyük gelenek yaşatıcı etkinliği olarak kabul edilen bir kurultayın olduğu bilinmektedir. Macar-Turan Vakfı tarafından altıncısı düzenlenen, Türk kökenli milletleri buluşturmayı amaçlayan "Hun ve Türk Kökenli Milletlerin Soyları Toplantısı: Kurultay" adlı kurultaylardan 2014 yılında düzenlenen kurultaya yaklaşık olarak 200 bin kişinin iştirak ettiği belirtilmektedir. 5-7 Ekim 2017 tarihlerinde tertip ettiğimiz “Bütün Yönleriyle Çubuk ve Çevresi II. Uluslararası Sempozyumu”nda bunun gibi bir kurultayın da Ankara Savaşı münasebetiyle Çubuk Ovası’nda organize edilmesi teklifinde bulunmuştum. Pekçok Avrupa ülkesi ve bilhassa Macaristan’ın bu gibi organizasyonlarda bizden çok iyi oldukları hemen fark edilmektedir. Aslında pek çok kurumuyla Avrupalılar, bu tarz etkinliklere sahip çıkmaktadırlar. Mesela son yıllarda ülkemizde de artan okçuluk faaliyetlerinde kullanılan yayların Macaristan’dan getirildiklerini üzülerek söylemeliyim. Okçu milletin çocukları henüz yay yapımında emekleme aşamasında görülüyorlar. Macarlar sadece yay yapımında değil, diğer pek çok geleneksel silahların yapımında da maharetli olduklarını göstermektedirler. Girdiğimiz küçük bir dükkanda satılan Macar el sanatlarına dair pek çok eşyayı görünce şaşırmıştım. Kendime bir Hun yayı, bir savaş baltası, gürz, kama, kalkan gibi silahlar satın aldım.