Makale

KLASİKLER NEDEN ESKİMEZ?

KLASİKLER NEDEN ESKİMEZ?

Emin GÜRDAMUR

Tarih bir süreklilik içinde akar. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan ve yeryüzünün mirasçısı konumuna oturtan süreç, tecrübelerin nesilden nesile aktarımıyla ilgilidir. Toplumlar, yaşadıkları kültür havzasında kendinden öncekilerin birikimiyle insanlık yürüyüşüne dâhil olur ve sonraki nesillere kendi kazanımlarını miras bırakırlar. Bu sebeple her çağ kendinden evvelki zamanların toplamı, sonraki zamanların ise bileşenidir bir bakıma.
Eski çağlardan beri insanlar, hususi ve içtimai bilgilerini gelecek nesillere aktarmak için edebî formların kapısını çalmışlardır. En derin anlamlara haiz hikmet parçalarının bile uzun ömürlülük için edebî sanatların imkânlarına ihtiyaç duyduğu aşikârdır. Destanlar, maniler, menkıbe ve mesneviler hep bu niyetle vücuda gelmiş, manayı dilin takatine emanet etmişlerdir. Dilin ve ifadenin kudreti, sözgelişi Yunus Emre’yi, Mevlana’yı, Karacoğlan’ı çağdaşları arasında benzer düşüncelere sahip nice insandan ayırarak tarihe mal etmiştir.
Zihinsel bir eylem olarak okuma faaliyeti, insanın doyumsuz merakından, uçsuz bucaksız bilmek istencinden beslenir. Bilinç, doğduğu ve büyüdüğü çevrenin sınırlı verileriyle yetinmeye razı olmaz. Bilir ki dünya milyarlarca insana, milyarlarca kalbe ev sahipliği yapmaktadır. Acı tatlı duyguların, tecrübelerin çok uzak coğrafyalarda benzer şekillerde yaşandığına şahit olmak insanın yalnızlığını teselli edecektir.
Ortaya koydukları hakikat kıvılcımları hangi coğrafyanın, hangi kültürün ve hangi yazarın elinden çıktığı hususu kimilerince tartışıladursun, klasikler, âdeta bütün çelmeleri umursamadan kıtadan kıtaya, çağdan çağa taşan ırmaklar gibi kendi şarkılarını söylemeye devam etmektedir. Türk aydını klasiklerle büyük bir kültürel yıkımın akabinde tanıştığı için onlara karşı ilk tepkilerinde aşırıya kaçmış, yergide ve övgüde ölçüyü kaçırmıştır. Dünya klasiklerinin tercümesi, Tanzimat dönemi aydınlarının gündemini epeyce meşgul etmiş, başta Ahmet Mithat Efendi olmak üzere, ona şartlı destek veren Cenap Şahabettin ile Ahmet Cevdet, Sait Bey ve Ahmet Rasim gibi isimlerin polemiklerine sebep olmuştur. Her şeyden önce “Klasik nedir?” sorusuna cevap vermek hayli zaman almıştır. Kimi Batı edebiyatına, hatta medeniyetine dâhil olmak için klasiklerin tercümesinin elzem olduğunu, kimi dilimizin klasikleri tercüme edecek olgunluğa erişmediğini, kimi ise klasiklerin başka medeniyetin ürünü olduğundan bizim bünyemize zarar vereceğini ve bu sebeple sadece erbabı tarafından okunması gerektiğini savunmuştur. (Prof. Dr. Ramazan Kaplan, Klasikler Tartışması, AYK Atatürk Kültür Merkezi Yay. 1988 Ankara, s. 48-51.) Cemil Meriç bu polemikleri, körlerle filin kıssasına benzetir ve klasikleri kendisine has üslubuyla betimler: “Kesin olan: soyutun dünyası. Bilgeler masal söylemiş ve uykuya dalmış.” (Cemil Meriç, Kırk Ambar, İletişim Yay. 18. Baskı, İstanbul, s. 49.)
Dünya klasikleriyle buluşmanın iki yolu vardır. Birincisi eseri kendi dilinde okumak, ikincisi onun nitelikli bir tercümesini edinmektir. Bu bakımdan tercüme Tanzimat’tan beri önemli bir mesele olarak karşımızda durmaktadır. İslam şairi Mehmet Akif Ersoy, Batı klasiklerinin tercüme edilmesini elzem bulmaktadır: “Fuzuli’yi ne kadar seversem; Lamartin’i de o kadar sever, o kadar hürmetle, o kadar iştiyak ile yâd ederim. Ne olur bir hayır sahibi çıksa da bize, ‘Meditationsları, ‘Harmonieleri, ‘Graziellaları, ‘Raphealleri tercüme etse. Şark’ta Garp’ta birçok bedayi’-i edebiye var ki lisanımıza nakli üdebamız için âdeta farz-ı kifayedir.” (Mehmet Âkif Ersoy’un Makaleleri, Yrd. Doç. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu- Nuran Abdulkadiroğlu, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1. Baskı 1987, s. 21.)
Klasiklere yaklaşırken mikyas, İslam düşünürü Kindi’nin (d. 801- ö.873) “Hakikat membaından müstakildir.” sözü olmalıdır. İnsana dair her kazının aslında onun yaratıcısına doğru bir adım olduğunu, ruhun sınırlarını olabildiğince esnetmenin hakikat gözeneklerinden dökülen meyvelerden olabildiğince nasiplenmek anlamına geldiğini unutmamak gerekir. Literatür Doğu ve Batı diye bir tasnife gitmiş olsa da esasında klasiklerin temas ettiği hayat tektir. Zaaflarıyla, kudretiyle, arayışı ve savruluşuyla insan her yerde insandır ve hemcinslerinden beslenmeye muhtaçtır.
Cervantes, 1605’te, modern anlatının kurucusu kabul edilen ve sanıldığının aksine tarihin en ciddi romanlarından biri olan Don Quijot’un ön sözüne şu cümlelerle başlar: “Aylak okur: Bu kitabın, zihnin, düşünülebilecek en güzel, en zarif, en akıllıca ürünü olmasını isterdim; buna yeminsiz inanabilirsin. Ancak tabiat kanununa karşı çıkamadım; tabiatta her şey, benzerini doğurur.” Bütün benzerliklere rağmen her insanın doğumundan itibaren kendi içinde taşıdığı, farkında olmadan suladığı, besleyip büyüttüğü bir yalnızlık vardır. Her şeyin söylenmiş olmasıyla yetinmeyen, her seferinde tekrarlanmasını icap ettiren yalnızlık. Mananın yeni bir dille söylenmesi, anlatının yontulması, üslubun her mevsim kanatlarını yenilemesi, nesillerin karşısında heykelleşmesi gerekmektedir. Bir sabah uyandığında kendisini dev bir böceğe dönüşmüş hâlde bulan Gregor Samsa’nın hikâyesi, Kafka’nın kendine ve çağa has üslubuyla anıtlaşmamış olsaydı aktarılmaya değer bir hikâye olup olmayacağı tartışılabilirdi.
Klasikler sadece doğdukları çağın değil, gelecek yüzyılların da gözlerini kamaştırır. Zaten onları klasik yapan da budur. Eskilerin tecrübesiyle aramıza giren mesafeyi kapatmanın en kestirme yolu, geçmişin nabız atışlarına vakıf olmaktan geçer. İtalo Calvino, “Klasikler Ne İşe Yarar?” başlıklı ünlü yazısında, “Klasikler, bize, bizden önceki okumaların izlerini taşıyarak ve içinden geçtikleri kültür ya da kültürlerde (ya da yalnızca diller ve alışkılarda) bıraktıkları izleri arkalarından sürükleyerek gelen kitaplardır.” der. Biz klasiklerden Doğu’da ve Batı’da sadece olup bitenleri değil, hissedişleri, duyuşları, hüzünleri de talim ederiz. Gözyaşının renginin olmadığını, inancın gücünü, inançsızlığın azabını, zulmün ve ihanetin bedelini, dünyanın faniliğini, ölüm korkusunun evrenselliğini, kadının ve erkeğin zaaflarını, çocukluğun tarifi imkânsız masumiyetini klasiklerden okurken yüzyılların doluştuğu bir sınıfta milyonlarca insanla aynı dersi işliyor olmanın eşsiz duygusunu yaşarız.
Klasikler her şeyden önce kendilerini zamana karşı ispatlayan, insanın ruhsal serencamına projektör tutmayı başarabilen, kendi çağına bir yenilik olarak doğup kendi dilini inşa eden ve kendinden sonraki devirleri de etkilemeyi başarabilen eserlerdir. Doğar doğmaz ortalığı velveleye vereni de sarsıntısı on yıllar sonra fark edileni de vardır. Nuri Pakdil’in, “Orta bir yazar olabilmek için beş kez okumalısınız.” dediği Dostoyevski, bir seferinde Moskova Haberleri Gazetesi muhabirleri tarafından ziyaret edilir. Ona son günlerde yazdığı “Karamazov Kardeşler” romanının içeriği hakkında sorular sorarlar. O da romanın ana temalarının günah ve bağışlamak, tanrı ve tanrısızlık, kötülük ve iyilik olduğunu söyler. Misafirler Dostoyevski’ye, hep aynı şeyleri yazdığını, oysa kimi genç yazarların daha ilginç, daha güncel meselelerle daha çok okura ulaştıklarını ifade ederler. Dostoyevski ise kısa konuşur: “Bütün mesele iş ciddiye binince anlaşılır!” Yani tarihle yüzleştikten sonra. Yani genel geçer olanın tozu sindikten, alkış karşılığında kitlelere duymak istediklerini mırıldanan cücelerin perdesi sona erdikten sonra.
Klasikleri klasik yapan ve eskimelerine mani olan sırrı; risk alan, insan soyunun tekâmülü adına uçurumları yoklamaktan imtina etmeyen, konjonktürün kaygan tırabzanlarına, popülaritenin saman alevi algılarına yaslanmayan; ne kendinden öncekilerin ne de çağdaşlarının mukallidi olan; kendi dilini, düşünce evrenini ve biricikliğini inşa edebilen; meramını insanoğlunun büyük sancılarının tarihsel aksına oturtabilen, insan kalbinde beliren hakikat kıvılcımlarını anaç bir titizlikle kelimelere aktarabilen, bunu yaparken aşırılıktan kaçınan ama yeknesaklığa asla pirim vermeyen karakterlerinde aramak lazım gelir.
Bir klasiği seçerken ve okurken onun tarih karşısında sınavını vermiş olması yeterli midir? Bu soruya cevap vermeden evvel hatırlanması ve aslında hiç unutulmaması gereken bir konuyu açmakta yarar var. Bir esere gerçek anlamıyla temas etmenin yolu o eseri kendi lisanından okumaktır. Başta şiir olmak üzere hiçbir metin kâmilen aktarılamaz. Tercüme her hâlükârda bir sürahi suyu bir bardağa boşaltmak anlamına gelir. Çünkü onun içine doğduğu çevre aynı zamanda ruhunu teşkil eder. Okurların büyük çoğunluğunun metinleri kendi dillerinden okuyabilme şansına sahip olmadıklarını biliyoruz. Kaldı ki bizim gibi kendi klasiklerini bile orijinalinden okumaktan aciz bırakılmış toplumlar için klasiklerle buluşmak dikkat edilmesi gereken engebeli bir yola dönüşecektir. Sözcüklerin ruh iklimini, çağrışımını çevirmenin liyakati ve insafı ölçüsünde inkişafa sebebiyet verecektir. Bu durumda okur herhangi bir çeviriyi değil, hem kaynak dilin hem de çeviri dilin düzenini, dil bilgisi öğelerini ve ruhunu azami derecede bilen çevirmenlerin eserlerini tercih etmelidir.