Makale

TEŞKİLATIMIZA “DİYANET” ADI NASIL VERİLDİ?

TEŞKİLATIMIZA “DİYANET” ADI NASIL VERİLDİ?

Yrd. Doç. Dr. Mehmet BULUT

DİB Başkanlık Müşaviri


Dinî nitelikli hizmetler Osmanlı döneminde Şeyhülislamlık çatısı altında oluşturulan birimler aracılığıyla yürütülmüştü. Ankara’da oluşturulan Büyük Millet Meclisi hükümetleri döneminde (1920-1924) bu hizmetler, kabinelerde yer verilen Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti aracılığıyla yerine getirildi. Cumhuriyetin ilânını müteakip adı geçen vekâletin 3 Mart 1924 tarihinde lağvedilmesiyle, uhdesindeki hizmetlerin bir kısmını yerine getirmek üzere, bugün adı Diyanet İşleri Başkanlığı olan “Diyanet İşleri Reisliği” kuruldu.
Bilindiği gibi, günümüzde seçkin ve devasa bir teşkilat olarak Diyanet İşleri Başkanlığı, kamuoyunun gündeminde yoğun bir şekilde yer almakta; bu ad, her gün yüzlerce kez söylenip yazılmaktadır. Üç kelimeden oluşan bu kavramda anahtar kelime ise ‘Diyanet’tir. Fakat “Diyanet” ne demektir, bu yeni teşkilata bu ad niçin verilmiştir? Doğrusu pek çoğumuzun bir çırpıda ve isabetli bir şekilde bu soruyu cevaplandırabilmesi çoğu kez mümkün olmamaktadır, günlük konuşmalarımızın bir parçası olduğu halde…
429 sayılı Başkanlığımızın kuruluş kanunu tasarısının TBMM’de görüşülmesi sırasında, üzerinde müzakere cereyan eden tek hususun “Diyanet” kavramı olması da konunun hassasiyetini ortaya koyar. Hemen belirtelim ki, bu mefhum tesadüfen seçilmemişti ve kurucu neslin tesis etmek istediği müesseseyi tam olarak ifade ediyordu. O halde önce kavrama bu neslin yüklediği manayı anlamaya çalışalım.
Kanun tasarısının ilk maddesinde, kurulması öngörülen teşkilatın adı “Umûr-i Diyâniyye Riyaseti” olarak yazılmıştı. Madde müzakereye açıldığında, Meclis Reisliğine bir değişiklik teklifi verilerek bu terkibin “Umûr-i Diniyye” olarak değiştirilmesi önerildi. Gerekçesini Konya Mebusu Mustafa Feyzi Bey (muhtemelen teklifi kendisi vermişti) şöyle açıkladı: “Diyanet kelimesi, malumu aliniz masdardır. Masdar, ism-i mensub olamaz; yani fiildir, fiile karşı nispet lisanen muvafık değildir. Yalnız bu manayı ifade etmek için bir isim vardır, yani tahsis edilmiş bir isimdir ki, o da ‘din’dir. Eskiden maruf ve meşhur olarak ‘umûr-i diniyye, ulûm-i diniyye, muamelât-ı diniyye’ denilirdi. Diyanet, yeni bir tabirdir, muvafık değildir. ‘Umûr-i Diniyye’ demekte de zaten bir beis yoktur.”
‘Umûr-i Diyâniyye’ ve dolayısıyla ‘Diyanet’ kavramını kısa; ama esaslı bir şekilde izah ederek kurulmakta olan teşkilata bu adın verilmesini savunan kişi ise Çanakkale Mebusu Samih Rifat Bey oluyordu. İzahatını çok az sadeleştirerek alıntılıyorum: “Arapçayla, fıkıhla ve hukuk ilimleriyle iştigal etmiş olan zevatça malumdur ki, ‘din’ ile ‘diyanet’ arasında fıkhî bir fark vardır. Din, kazaî olsun, iftaî olsun; inanç, ibadet ve muamelata dair olan her şeyi içine alır. Hâlbuki kazâya dâhil olmayan ahkâmı; iftayı, itikat ve ibadetleri kendi mana ve mefhumu altında cemeden bir fıkhî tabir vardır ki, o, ‘Diyanet’tir.”
Samih Rifat Bey’e göre gelinen noktada ifta, inanç ve ibadetler dışında kalan iktisadi, içtimai, inzibati ve eğitime ilişkin işler, artık devlet teşkilatındaki farklı birimler tarafından yerine getirilecektir. Geriye dinin inanç ve ibadetlere ait olan hükümleri kalmaktadır ki, bu alan, işte kurulacak ‘Umûr-i Diyaniyye Riyaseti’ne ait olacaktır ve ‘Diyanet’ kelimesi tamamıyla bu manada kullanılmıştır.
Sonuçta, “Umûr-i Diniyye” şeklindeki değişiklik teklifi Meclisçe kabul edilmedi; kabul edilseydi bugün Başkanlığımızın adı belki de “Dinî İşler Başkanlığı” olacaktı.
Pekâlâ, taslaktaki ilk şekliyle uygun görülen “Umûr-i Diyaniyye Riyaseti” terkibinin, “Diyanet İşleri Reisliği” şeklinde sadeleştirilmesi nasıl oldu? Cevabı şu: Bu sadeleştirme, Zonguldak Mebusu Tunalı Hilmi Bey’e aittir. O, müzakereler sırasında “Diyanet İşleri” varken “Umûr-i Diniyye” ne oluyor diye sitemde bulunmuş ve bu önerisi de kabul edilmişti. Tabi ki, bu öneride bir sadeleştirme kaygısı vardı. Buna bağlı olarak maddelerde zikredilen “Umûr-i Diyaniyye Reisi” tabirleri de “Diyanet İşleri Reisi” olarak değiştirildi.
“Diyanet” sözünü semantik ve kavram olarak detaylı bir şekilde ele almak, bu bağlamda “kazaî-diyanî hüküm” ayrılığı üzerinde durmak bu makalenin hacmini taşırır. Esasen teşkilatımıza ad olan “Diyanet” kavramı, Samih Rifat Bey’in yukarıya aldığımız sözlerinde manasını bulduğu gibi, sözü edilen kanunun ilk maddesinde geçen ve Diyanet İşleri Reisliği makamının, “Türkiye Cumhuriyetinde muamelât-ı nâsa dair olan ahkâmın teşri ve infazı Türkiye Büyük Millet Meclisi ile onun teşkil ettiği hükümete ait olup dîn-i mübîn-i İslam’ın bundan maada itikadat ve ibadata dair bütün ahkâm ve mesalihinin tedviri ve müessesât-ı dinîyenin idaresi için” tesis edildiğini ifade eden cümle de bu kavramın tanımı gibidir. Buna göre Diyanet, İslam’ın inanç ve ibadetleriyle ilgili işlerini yürüten, cami ve mescitlerle din hizmetlilerinin idaresine bakan bir idari teşkilattır. Dinin muamelat konuları, bu teşkilatın görev ve yetkisi dışında bırakılmıştır. Şu var ki, bu madde ile İslam’ın kazaî hükümleri yok ya da geçersiz sayılmıyor; bu nitelikteki hükümlerin “teşri ve infazı”nın TBMM ile onun teşkil ettiği hükümete ait olduğu ifade ediliyordu. 1924 Anayasasına da giren bu hüküm, artık laikliğe doğru yol alan yeni rejimde ancak sembolik olarak bir süre muhafaza edilecektir.
1950’de teşkilat kanununda yapılan değişiklikle “Diyanet İşleri Reisliği” adı, “Diyanet İşleri Başkanlığı” olarak değiştirildi. Ancak o tarihten itibaren de teşkilatımızdan söz edilirken “Reislik” -ki şahsen bana daha munis gelmektedir-, hatta “Riyaset”; Başkanı için de “Reis Bey” tabirleri de kullanılmaya devam etti.
Günümüzde sunduğu hizmetlerin kapsamını göz önünde tuttuğumuzda, Başkanlığımızın “diyanî” işler yanında önemli ölçüde “dinî” işleri de deruhte ettiğini söylemek yanlış olmaz. Bir örnekle meramımı açıklığa kavuşturmak isterim: Bugün Başkanlığımızın ilgili mercileri, “bu, muamelat konusuna girer, yetkimiz dışındadır” diyerek, mesela İslam’ın faizle ilgili hükmünü açıklamaktan geri durmaz; ama, 1960’lı yılların sonuna, hatta daha geç bir döneme kadar yasal düzenlemelerdeki bu sınırlandırıcı hükümler sebebiyle, bu ve benzeri gerekçeler ileri sürebiliyordu.