Makale

AHİR ZAMANDA KÖLELİK MÜESSESESİ

AHİR ZAMANDA KÖLELİK MÜESSESESİ
RAHİME ERGÜVEN
Banka borcu otomatiğe bağlamış. Öde öde bitmez. Cahiliye devrinin tefecileri bu günkü bankaların çırağı bile olamazdı. Dolmuşa verecek parası olmadığı için kilometrelerce yol yürüyen insanların ekmek parasını ve mutluluğunu çalan kredi borçları hesapta hür, aslında köle bir insan tipi çıkarmış.
Oğlumuz hiç suçu yokken hapse düştü, ölüme sebebiyet vermekle suçlanıyor, yirmi yıllık bir hapis cezasından bahsediliyor, çaresiz kaldık ne yapalım, diyorlar.
- Sadaka verin.
- Verdik.
- Dul kadınları sevindirin.
- Sevindirdik.
- Kurban kesin. Kurban kanı yere damlamadan dilekler gerçekleşirmiş.
- Kestik, hem de kaç tane. Ne olur bir çare, mahvolduk.
- Köle azat edin…
Köle mi ne kölesi? Kölelik mi kaldı? Demeyecek kadar olgun ve akıllıdırlar.
- Nasıl, diyorlar.
- Kredi borcu olup da ödeyemeyen birini bulun, borcundan kurtarın, bu da köle azat etmektir… Yok mu etrafınızda bankaya borçlanan yoksul bir adam?
- Olmaz mı, çok… İstemediğin kadar.
“Banka soymak nedir ki, demişler bir banka açmanın yanında.” Kredi almak kolay, çok kolay hatta dünyanın en kolay işi, telefonla bile alabilirsiniz hatta istemeden… Bankadan mesaj gelir, “Hemen kredi...” Ne kadar istersen. Yeter ki iste…
Ödemeye gelince… İşte orası biraz zor. Öde öde bitmez, bitti zannettiğiniz zaman bile aslında bitmemiştir. Muhatabınız, gömleğinin düğmeleri beline kadar açık, altın dişli, boynu altın zincirli, ceketi omuzlarında, ayakkabılarının arkasına basarak yürüyen sinema tipi tefecilere benzemez. Şık giyimli, kibar, çıtı pıtı bir küçük hanım, bütün sorularınıza makine gibi cevap verirken son derece zarif bir şekilde canınıza okuyuverecek bir hesap çıkarır. Bakakalırsınız.
Bir arkadaşım telefon etti, çaya davet ediyormuş.
- Gelirim, dedim.
- Gelirken cüzdanını da getir, dedi.
- Eyvallah.
Birkaç arkadaş toplanmıştık. İşin içinde iş varmış. Arkadaşımın bir dostunun dostu, genç bir aile zor durumda, çok zor durumda, banka kredisi almış, ödeyememişler. Aslında ödemişler de… Neden sonra ödeyebildikleri paranın sadece faiz olduğunu öğrenmişler. Anapara sadece bin lira, ama olmayınca olmuyormuş işte, borç istemek için çaldıkları kapılar açılmamış. Bir yandan faiz işlerken bir yandan ailede huzursuzluk almış yürümüş, o kadar bunalmışlar ki… Stresten kadının yüzünde iri iri yaralar çıkmış. Bu gidişle çocuklarını alıp köye dönecekmiş…
Sevindik. Arkadaşımızın o gün bizi davet etmesine, böyle bir sıkıntı olunca bizi hatırlamasına, bizim cüzdanlarımızda çıkacak az miktarda paranın bir aileyi çaresizlikten kurtaracak olmasına… Herkes çantasına davrandı, kiminden iki, kiminden dört yüz lira çıktı. Bazısı yüz lira verdi bazısı daha çok. Neticede borç veriyorduk.
Muhatabımız olan insan son derece gururluydu. Başka türlüsünü asla kabul ettiremezdik. O geldiği zaman biz onun parasını bir zarfta hazırlamış, muhabbete dalmıştık. “Elin genişleyince yavaş yavaş ödersin.” diyerek zarfı uzattıkları zaman bir ağladı…
Elinde bin lirayla eve gidince kocası da ağlamış. “Kim verdi bu kadar parayı?” demiş.
- Dostlarımız, demiş. Tanımadığımız dostlarımız.
Aile borç batağından çıkmış, işleri yoluna girmiş. “Bana borç verenlere dua etmek için gece yarıları uykudan kalkıyorum.” diyor.
Bir köle azat etmek eskiden olduğundan daha kolay. Gururlu insanlar hediye kabul etmiyor, borçlarını yavaş yavaş geri ödüyorlar. Neticede modern bir tefecinin elinde çaresiz kalmış birini azat ediyorsunuz. Çantanızda gezerken kâğıt olan bir şey, bu şekilde paraya dönüşüyor. Ne dönüşmek can satın alır gibi. Her an rızkından, sofrasından eksilip duran ve kredi borcunun altında ezilen birine hürriyetini bağışlıyorsunuz.
“Başarı çocukların sevgisini, büyüklerin saygısını kazanmaktır ve başarı yeryüzünde bir tek kişinin bile bizim sayemizde rahat nefes aldığını bilmektir.”
Kölelik müessesesi hiçbir devirde bu kadar gaddar olmamıştı. Evvelce insanlar köle doğardı şimdi üç beş kuruşluk borcun başında köle oluyorlar. Boyunlarında zincir, ayaklarında bukağı yok, ama bankanın eli boğazına öyle bir yapışmış ki, “Kurtarın!” diyecek halleri kalmamış.
Bu görünmeyen mahkûmiyetin görünür ifadeleri yürek burkuyor: Kocaman cüsseleri içinde çocuk gibi zayıf ve çaresiz duruşlarıyla, onlar kredi mağdurları. Omuzlar çökük, yüzler perişan, gelir az, gider çok, hesaplar tutmuyor, kocaman elleri dizlerinde perişanca bakınan bu adamlar, çocuk okutur, ev geçindirir, bütün gücüyle çalıştığı halde kazancı yetişmez, bazen bir borcu başka bir borçla kapatır… Aslında onlar kendi yağıyla kavrulmaya alışıktır da yağ tükenmiş.
Modern zamanın beyaz köleleri ortalıkta çarpılmış gibi dolanıyor. O kadar çok köle var ki…
Yoksuzluk haksızlık getirirmiş, bu insanlar bazen on liranın başında ağlıyor. Kölelik zor zanaat… En zaruri ihtiyaç maddelerinin başında kavga var. Para harcamayı gerektiren her sebebin başında sanki bir saldırıya maruz kalmış gibi bunalıma giriyorlar. Her şey en ucuzundan tedarik ediliyor. Her şeyden kısarak yaşamak, bazı şeyleri zaten ihtiyaç kabul etmemek mümkündür de bazen isyan edeceği gelir insanın.
“Fakirlik, diyor efendimiz az daha kâfirlik olacaktı...”
İşten artmaz dişten artarmış, olmayan bir şey nasıl artırılır. Banka borçları formalitelere bağlamış, “Öde, diyor. Nasıl ödeyeceğin senin problemin. Öde dedim o kadar…”
Taze ekmek hemen bitiyormuş, bu yüzden iki gün önceki ekmek yeniyormuş. Üstelik bayat ekmek hem ucuz hem daha az gidiyor. Sabah kahvaltısında köyden gelen peynirle kavrulmuş salça var, zeytin de var; yeter… Çocuklara harçlık vermek gerekmez zaten, çocuk parayı ne yapsın? Para bankaya verilecek. Verilmezse olmaz ki... Sonra parasına para kazandıran insanların ödemesi nasıl yapılacak?
Modern zaman köleleri ne kadar çok çalışırsa çalışsın eline bir şey geçmiyor. Bankadaki o zarif memurenin önüne bırakılan alın teri esas sahibini mutlu etmiyor. Banka borcu otomatiğe bağlamış. Öde öde bitmez. Cahiliye devrinin tefecileri bu günkü bankaların çırağı bile olamazdı. Dolmuşa verecek parası olmadığı için kilometrelerce yol yürüyen insanların ekmek parasını ve mutluluğunu çalan kredi borçları hesapta hür, aslında köle bir insan tipi çıkarmış. Eli kırbaçlı köle tüccarları yok, yoksulların ekmeğini elinden alan formaliteleri var. Günümüzün birçok hastalığı aslında ekonomik sebeplere dayanır.
Bu şartlar altında köle azat etmek tabiri artık bize yabancı gelmemeli. Bazen insanlar o kadar zor durumda ki, onları bu darlıktan kurtaran insanların hali, Ebu Bekir cömertliği arz ediyor.
Neyse konumuza dönelim. Oğlu hapse düşen anne çaresiz ağlarken ve aile neredeyse durumu kabullenecek hâle gelmişken bir gün oğlan çıkagelmiş. Sevinçten yürekleri ağızlarında, “Nasıl gelebildin?” demişler.
Berat etmiş. Avukat mahkemenin gözünden kaçan çok küçük bir delil yakalamış ve küçücük şey bizim oğlanı hürriyetine kavuşturmuş.
Esas sebep bu mu? Yoksa uzatmalı borcunu senelerdir ödemeye çalışan bir akrabanın üç bin liralık kredisini ödeyivermek mi, bilemedik.
Allah dilerse sebepler yan yana dizilir, hadiseye yol verirmiş. Allah dilerse kün tecellisi kâinatı titretir, olmazlar olur, imkânsız mümkün olurmuş.
Köle pazarında mahremiyeti ihlal edilen bir köle kızın utancı aslında insanlığın utancıydı. Evinin iaşesini temin edemediği için evlatlarından utanan adamın utancı varlıklı Müslümanların.
Bir eli yağda bir eli balda yaşayan varlıklı nemrutlara dönüştük. Sıkıntısı olan insanlar kapımızı çalmaya utanıyor, çalsalar belki de pişman olacaklar. Hâlbuki “Gariplerin çalabildiği kapı hak kapısıdır.” Çok işimiz olduğundan kendimizle aynı seviyede olmayan insanlara ayıracak zamanımız yok. Yüz binlerce liralık bazen milyonluk mekânlarda yaşıyoruz. Çift çift salonlarımız, yemek odalarımız, giyinme odalarımız, ütü odalarımız var. Kendimize betondan sarayvari binalar yaparken vicdanlarımızı betona gömdük. Gık desin de görelim. Bazılarımız, vicdanlarını yüz yıllık bir kış uykusuna yatırdık, damar yolu açıktı, kımıldanmaya kalkışınca verdik bahaneyi. Bahaneden bol bir şey yoktu.
Banknot hışırtılarına alışmış kulaklarımız hassasiyetini kaybetti. İhtiyaçlar içinde boğulan insanların çığlıklarını duyamadık. Onlar da bizim ne mal olduğumuzu bildiklerinden tarafımıza uğramadılar. Sıkışınca bize gelemedikleri için bankaya gittiler. Zenginlerin zekâtı yoksullara yetmeyecek olsa Allah onlar için başka bir rızık kapısı yaratırmış.
Yoksulların çaresizliği bizim suçumuz.
İsteyip de ulaşamayacağımız, isteyip de alamayacağımız hiçbir şey yok. Bazen satın alacağımız bir malın iki farklı çeşidinin arasındaki bin liralık fark bizim için bir şey ifade etmiyor. Hâlbuki o bin lira yoksulun hiçbir zaman biriktiremeyeceği paradır, okula başlayacak çocukların masrafları, çoktandır bekleyen ve bir türlü alınamayan ihtiyaçlar… O bin lira yoksul adamın mutluluğu, beratı, hürriyetidir. O bin lira bizim vermediğimiz zekâtımızdır.
Vermenin adabı istemeden vermekmiş. Çok değil, kırkta bir… Kasalarımızdan çıktığı belli bile olmayacak bir rakam. Yüzde iki buçuk, ha var ha yok…
“Efendim ben, bütün malımı çocuklarıma bırakacağım, onlar verirler mi?" diyeceksiniz. Tabii tabii, hemen verirler. Bekleyin durun. Onlar mirasın başında birçok tartışmalar yaşadıktan sonra öz kardeşleriyle küsecek hatta mahkemelik olacaklar. Zorla iyilikle paylaşabildikleri o hazır paracıkları öyle bir savuracaklar ki…
Çok beklersiniz, evlatlar benim vermediğim zekâtları verecek diye… Üstelik verseler bile bu zekât olmaz, sadaka olur. Erkek adam kendi zekâtını kendisi verir. Ya verir ya da vermez. Onun bunun boynuna asmak anlamsız bir bahanedir.
Bir Alman atasözü, “Elin sıcakken ver, soğuyunca veremezsin.” der. Elin gayrimüslimi bile, hayattayken ver, diyor, hazır irade elindeyken ve birinin mutluluğunu satın alman mümkünken ve imkânın varken düşünme. Çok değil, seksen bin lira için altı üstü iki bin lira, para bile değil. Bilirsin sen az çok kimin ihtiyacı olduğunu, olmadı sorar öğrenirsin. Baş başa bir bardak çay içer sonra hazırladığın zarfı yumuşacık ve mültefit bir hareketle cebine koyuverir, yürür gidersin. Bu yürüyüp gidiverişlerin en asil ve en ince şeklidir.
Buna kelebek etkisi deniyormuş. Bir güzellik birçok güzelliklere sebep olur.
Ardına bakmadan yürü, yüreğini saran tatlı esintiyle, bil ki bu esinti cennetten geliyor. Bu, orada yaşayacağın mutluluğun küçük bir yansımasıdır. Bir insanın şahsında bir ailenin mutluluğunu satın almak dünya malına haddini bildirmektir. Orada cebindeki şey kâğıt olmaktan çıkmış, para hatta paradan öte bir şeye dönüşmüştür. Sus ve o güzel duygunun tadını hiç kimseyle paylaşma. Paylaşınca azalır…
Bir yerde geçinmek derdinden mustarip bir kardeşin seni bekliyor. Dört gözle bekliyor. Hadi. Ya sen tutacaksın elinden ya bankadan kredi alacak.
Kölelik müessesesi geri gelmiş.
Ya biz neredeyiz?