Makale

MUSTAFA KARAOSMANOĞLU: “Müslüman şehir, maddi olanın da ötesinde selamla başlar.’’

MUSTAFA KARAOSMANOĞLU: “Müslüman şehir, maddi olanın da ötesinde selamla başlar.’’
Söyleşi: Prof. Dr. Şaban SAĞLIK
Bir Müslüman şehrine uzaktan bakıldığında ilk görülen camilerdir, daha doğrusu cami minareleridir. Bir Müslüman ailenin evini ise dışarıdan göremezsin (mahremiyet olgusu), ancak sesini dışarıdan duyabilirsin; duyduğun ilk ses(ler) de çocuk sesleridir. Bu durumda bir Müslüman aile, mikro bir şehir oluyor. Şehrin ilk görünen “camisine” karşılık, ailenin ilk varlığı hissedilen “çocuk” olgusu… Bu denkliği doğru buluyor musun? Şayet doğru buluyorsan, biraz daha açar mısın?
Hocam, soruda söylediklerinizi doğru bulmakla beraber bütün bunların üzerine eklenebilecek bir şeylerin olduğunu sanıyorum. Müslüman şehir, maddi olanın da ötesinde selamla başlar, bir emniyete alma biçimi olarak devam eder. Yoksa minareler, işin ziyadesiyle göstergesel tarafında kalırlar, diğer tarafta şehrin sakinlerini ve misafirlerini rahat ettirme güvenlik altına alma gibi bir anlamı vardır Müslüman şehrin. Tabii ki minareler bir sembol olarak önemli insan gözüne ilk sunumu onlar yapıyorlar.
Fakat işin diğer yönüne gelince unutmayalım ki bizim peygamberimiz sadece Müslümanlar indinde emin değildi, Mekke’nin görece hakşinas kâfirleri de onu emin olarak görüyorlardı. Birinin başı derde düştüğünde, rahatlıkla biz bunu Muhammed (s.a.s.)’e havale edelim derdi. Hacerü’l-evsed hadisesini unutmayalım. Yani biz bir şehrin, maddi enstrümanlarını sağlam manevi olgular üzerine yerleştirmeliyiz. İslam şehri, geçmişteki var olan modellemelerde olduğu gibi Hazreti Peygamberin şahsından ve vasıflarından başlamalı, emaneti gerektiği gibi sakınıp saklamasını bilmeli.
Mahremiyet ve çocuk konusuna gelince; çocuk bir inşa meselesidir aslında ve bu inşa evvela annenin kültürel, inançsal ve dilsel evreninden başlar ve oradan kısa zaman içinde aileye taşınır. Ev bir maddi unsur olarak bu yapıyı örter, sakınır; buna evin mahremiyeti de diyebiliriz. Lakin bir çocuğu küçük yaşlarından itibaren alıp onu bir yetişkin hâline getirmek; ondaki insanı manen açığa çıkarmak da demektir. Yani biz burada bir Müslümanın çokça karşılaşabileceği bir çapraz geometri ile yüz yüze gelmiş oluyoruz aslında. Yani ev bir taraftan maddi olarak mahremiyeti sağlarken diğer taraftan çocuktan bir insan inşa etme biçimi olarak onu açığa ve dışarıya çağırır. Beşikten döşemeye adım atmayla başlayan ilk çocukluk çağı, ileri evrelerde evden sokağa geçişte de kendini koruyan enstrümanları evden tedarik eder. Elbette sokak evin dışarıya taşmış hâlidir; yani evin bütün bağlantılarıyla, yakınlığıyla, bütün ilişki kurma biçimleriyle, tavır almalarıyla ve yüz yüze gelmeleriyle tanımlayabileceğimiz bir şeydir sokak. Ana kucağından okula varıncaya değin diğer bir deyişle çocuğun ‘e’ hâlinden ‘ev’ hâline ve oradan da ‘son’ hâline kadar geçen süreçte bütün bu hususların hepsi insani oluşuma bir yatırım olarak sunulur. Çocuğun iç ve dış dünyasını oluşturan bu hususların hepsinin birden, çocukta sese ve anlama tekabül eden tarafı vardır ve insan denen varlığın oluşumunun genel ağırlığı, karakter olarak bu dönemde vücuda gelir.
İnternette yayınlanan ama herhangi bir dergi ya da gazetede yayınlanmayan “Yemen Türküsü” adlı bir yazı var. Bu yazıdaki imza da Mustafa Karaosmanoğlu’na ait. Bu yazıyı büyük bir ihtimalle “hatıra” amaçlı yazmışsın. Ancak yazı harika bir “hikâye” olarak da okunabilir. Bu yazıda bir “babaanne” var. Daha doğrusu babaannenin gençlik günlerindeki efsanevi-masalsı hayatı var. Bildiğimiz kadarı ile bu babaanne Mustafa Karaosmanoğlu’nun gerçek babaannesi. Her türlü takdiri hak eden bu babaannenin şahsında sormak istiyorum: Bir ailede babaanne (özellikle senin babaannen gibi olanlar) hangi boşluğu doldururlar? Günümüz modern şehirlerindeki aileler maalesef babaanneleri ya köylere terk etti ya da huzurevlerine. Babaanneden yoksun büyüyen çocukların geleceklerindeki problem ve boşluklar konusunda ne söylersin?
Günümüzde modernliğin sunumu altında kutsanan çekirdek aile dedikleri bir model var. Baktığımızda modern anlatı, büyükbaba ve babaannenin de yer aldığı geniş aile sistemini dışlıyor. Ortada sürüp giden büyük bir yalan var; rahat yaşamayı huzurlu yaşamaya tercih eden modern büyük anlatı, teorik ve pratik her alanda bizi kandırmayı sürdürüyor. Bize bir şeyler vaat edenler, böylelikle bizden neleri kaçırdıklarını ustalıkla gizlemiş oluyorlar. Oysa çekirdek aile, pederşahi ailenin yayvan yapısına göre toplumsal dokuya nüfuz etme açısından çok daha dar alanlara temas etmekte. Çekirdek aile içinde çocuk, tam bir gelişim sağlamadan topluma gönderiliyor. Yaşı gereği önceden çözmesi gereken problemleri geç yaşlarda çözüme kavuşturması icap ettiğinden bu durum çocukta bir anomaliye sebep oluyor. Bir örnekle vermek gerekirse, geniş aile içinde sevgi ile sağaltılan ‘uysal deli’, modern toplumda psikopat olup çıkıyor, devamla; çocuk geniş aile içinde babada temsil edilen gücün ve kuvvetin mutlak olmadığını, büyük ebeveynin bir sözüyle, babada toplanan bu gücün saygıyla ve sevgiyle dizginlenebileceğini, buradan da geleneksel toplum içinde otoritenin kaynağının salt güç olmadığını anlıyordu.
Soruda bahsettiğiniz yazıya gelirsek eğer; ben Yemen’e, hep bir beklenti hâlinde olan babaannemin gözleriyle baktım, ben Yemen’i hep onun kulağıyla duydum ve onun hissiyatıyla hissettim. O yıllarda babaannem benim için, hayalin ve kurgunun ve dahi gerçeğin çaprazında ne varsa hepsini kapsayan bir hakikati temsil ediyordu. Bizim kuşağımızla son dönemleri yaşanan bir masaldı bu ve bugün itibarıyla sona erdi maalesef. Böyle bir boşluk tek başına yeter sanıyorum.
Daniel Walles, “Big Fish” (Büyük Balık) adlı romanında, (bu romanın filmi de var) şöyle bir söz söylüyor: “Hikâyelere inanmayın, ama onların imgelerine mutlaka inanın.” Yani yazar demek istiyor ki, hikâye ve hatıralar, boş değildir. Hele onlar vakit geçirmek için asla anlatılmazlar. Onların her biri günümüze dair çok değerli ve kalıcı “mesajlar” içerirler. Söz babaanneden açılmışken şunu da sormak istiyorum: Bize babaannenizle bizzat senin yaşadığın birkaç küçük hatıra anlatır mısın? Ve de bu hatıraların günümüze yansıyan mesajlarını de kısaca belirtir misin?
Batı’da mitoloji çok önemli, elbette bizim kıssadan hisse çıkardığımız mesellerimizin yerine Batıda bu alanı besleyen mitler var. Dolayısıyla bizim meselle hallettiğiniz bir konuyu Batılı zihin mitolojinin kapsama alanına dâhil ederek çözüyor. Bu meselenin bize ait olmayan tarafı. Kendimize dönersek eğer bizler, temel metin olarak kabul ettiğimiz Kur’an’dan yola çıkarak problem çözmeye başladığımızda, işbu mesellerin ne kadar önemli bir şey olduğunu görürüz. Meseller bir toplumun çocukluk çağının dili gibidirler aslında. Olan bitenle olması gerekenin arasında bir yerde yer alırlar. Gerçeğe de yakındırlar hayale de, düşe de bakarlar hakikate de. Biz de onlardan ivmelenip hayatımızı pratize etmeye çalışırız.
Babaanneme gelince o, meselle gerçek arasından bir köprüydü benim için mesele de inanırdı hakikate de. Hz. Ali Efendimizin Kan Kalesi fethinde bir nara attığında bin kişinin ödünün patladığına da inanırdı, çalışırken kamburunu çıkaracak kadar toprağa bir hakikatin gömülmüş olduğuna da iman ederdi. O dünyanın yüzlerce, binlerce yılın kazanımlarının arasından süzüp önümüze koyulan teorik ve pratik hususların insan için terkedilemez en büyük doğrular olduğuna inanırdı. Mesela soyun devamlılığının çok önemli olduğuna inanır bu minvalde yolculuklarda aileyi ayırarak olası bir kazada bütün ailenin birden yok olmasına karşı önlem almış olurdu. Değerli hocam bize açılan bu söyleşi alanına babaannemle yaşadığın bir hatırayı kendi dilimle anlatmam hiç mümkün görülmüyor.
“Sözün Söze Söylediği” adlı şiirinde geçen “bir oyunun çekilip gitmesi/alıp başını sokaklardan” mısraları geldi aklıma. Bir şehirde, özellikle sokaklarda çocukların çekilmesi ne demektir? Yahya Kemal meşhur yazısı “Ezansız Semtler”de modern şehirlerimizde ezan sesinin duyulmamasının Türk çocuklarına neler kaybettirdiğini söyler. Yukarıda da bir denklik kurmuştuk: Bir şehirdeki ezan sesi ile o şehrin sokaklarındaki çocuk sesleri birbirine denktir, diye. (Burada “Şehir ve Çocuk” adlı yazınızı da hatırlatalım) Bahsettiğim şiirde geçen “bir oyunun çekilip gitmesi/alıp başını sokaklardan” mısralarını bu bağlamda biraz daha açsan?
Her insan bir medeniyetin uzantısı olarak var kılınır, bu tarihin bütün evrelerinde böyledir. Bir medeniyetin; kurduğu şehirlerden tutun, korunma, barınma, giyinme, konuşma ve ilişki kurma biçimlerine kadar ürettiği her şeyin insana varoluşsal etkilerde bulunduğunu biliyoruz. Bu dolayımda her yeni medeniyet selefinin getirilerinden bir kısmını yok eder, bir kısmını tashih eder ve bir kısmının yerine yenisini teklif eder. Bağlam gereği değişim dozu yeni medeniyetin gücüne ve etki alanlarının genişliğine göre değişir.
Çocuğun binlerce yıldır kendini var ettiği sokaklar modern hayat tarzının ve özellikle son dönemde internetin etkisi altında kaybolup gitti. Hâliyle çocuğun arkadaş edinme vasatı da buharlaşmış oldu. Dolayısıyla bir mekân olarak sokak, çocuğun fiziksel, ruhsal ve dolayısıyla kurgusal dünyasından hızla uzaklaştı. İşbu getiriler altında bakarsak eğer geleceğin çocuğu bu günün çocuğuna hiç de benzemeyecek gibi. Pek tabii çocukları birbirine benzemeyen bir dünyanın oyunları nasıl benzeyebilir. Şiirde “bir oyunun çekilip gitmesi/alıp başını sokaklardan” dizeleriyle kastedilen bu olsa gerek. Sanıyorum o günkü duygularım buna yakın duygulardı.
Mevlana İdris Zengin, bir yazısında “camilere çocuk parkları ilave edilsin” manasında bir şey söylemişti. Mevlana İdris bu teklifini ise, “Çocuklara camiyi tanıtma ve sevdirme” bağlamında söylemişti. Geçtiğimiz aylarda bu konu yeniden gündeme geldi tartışıldı. Cami ve çocuk ilişkisi bağlamında sizin bu tür tekliflere nasıl baktığınızı merak ediyoruz. Bu konuda sizin aynı zamanda bir şair olarak daha çarpıcı bir öneriniz var mı?
Bence masumiyet birilerinden sakınılanın, o, kimse ona bahşedilmesidir. Yani bir nevi torpilli olmak demektir. Bu bağlamda çocukların masumiyet içermeleri bence Allah’ın onları nice farklı sevmesinden ve de indinde torpilli saymasından kaynaklanır. Yoksa bir şey binlerce yıl masum kalabilir mi? Benim bildiğim kadarıyla Allah en büyük oyun kurucudur, belki de çocukların oyun kurmaları ‘O’nunla sıfat olarak en yakın oldukları yere denk geliyor da onun için. Dolayısıyla has şair ve dost olma niteliğini her daim üzerinde barındıran Mevlana çok doğru söylemiş, bence eksik de bırakmamış tam söylemiş.
Cahit Sıtkı Tarancı “Çocukluk” adlı şiirine, “Affan Dede’ye para saydım/Sattı bana çocukluğumu” mısralarıyla başlar. Şair şunu söylemek ister âdeta: Biri bize çocukluk hatıralarımızı, hatta çocukluk eşyalarımızı anlatır ya da hatırlatırsa, bu çok değerli bir şeydir. Yani “çocukluk” değerli bir şeydir. Günümüz çocuklarının geleceğe hatıralar bıraktığına inanıyor musun?
Şöyle bir bakıyorum da acısı olmayan şeyin hatırası olmuyor. Acının bellekle kurduğu ilişki diğer “şey”lerinkine nispeten oldukça derin. Bellek ona verdiği imtiyazı başkasına tanımıyor. Üniversitenin birinci yılındayken bir arkadaşımızın evine gittik; arkadaşımız varlıklı bir ailenin evladı olduğu için buzdolabından çamaşır makinasına, bulaşık makinasından diğer bütün araç gereçlere kadar her eşya, hem lüks ve hem de eksiksiz bir şekilde vardı. Biz misafirlikten dönerken ev arkadaşım olan mimar Hüseyin Deniz iyi ki böyle bir evde oturmuyoruz dedi. Biz niye öyle diyorsun dediğimizde eğer böyle bir evde otursaydık ilerde çocuklarımıza ne anlatabilirdik ki diye ekledi. Aklımda çakılı bir sözdür o. Çocuklar artık oyun icat etmiyorlar, birilerinin onlara sundukları oyunları farklı tabanlarda ve değişkenlik içeren mahallerde oynuyorlar. Her şeyleri birbirlerine benziyor. Aralarındaki fark değişik internet sayfalarına girmenin ötesine taşamıyor. Artık oyun oynamanın da bir gayreti bir meşakkati kalmamış diyebiliriz. Sanıyorum günümüzün çocukları fazla hatıra biriktirmiyorlar. Lakin onların gelecekte meseleye nasıl bakacaklarını tam anlamıyla bilmiyoruz. Buradan ne üretecekler bizim bilgimizin dışında. Bu bizim için büyük bir soru işareti.
Bir önceki sorunun devamı olarak şunu da sormak istiyorum: Sait Faik meşhur “Son Kuşlar” adlı hikâyesinin sonunda, “Dünya değişiyor dostlarım. Günün birinde gökyüzünde, güz mevsiminde artık esmer lekeler göremeyeceksiniz. Günün birinde yol kenarlarında, toprak anamızın koyu yeşil saçlarını da göremeyeceksiniz. Bizim için değil ama çocuklar, sizin için kötü olacak. Biz kuşları ve yeşillikleri çok gördük. Sizin için kötü olacak. Benden hikâyesi.” der. Yani günümüz modern şehirleri özellikle çocuklar için yaşanabilir bir “mekân” olmaktan çıkıyor. Ne ağaç, ne yeşillik, ne hayvan ne de tabiat… Modern şehirler artık insanı “dil”sizleştiriyor mu? Bu konuda ne dersin?
Evet, dünya Sait Faik’in içinde yaşadığı dönemden hem çok daha hızlı hem de çok daha farklı bir şekilde değişiyor. Bu değişim eskinin dünyasında aynı aks üzerinde, bir derece değişimi şeklinde kendini gösterirken bu günün dünyasında aynı değişimin niteliksel akslarda gerçekleştiğini görmekteyiz. Belki Sait Faik’in dediğini değerlendirip önlem alacak birileri çıkabilir. Fakat bence daha büyük bir tehlike var, günümüzde insan olarak aynada gördüğümüz elleri, ayakları, kafası, burnu, ağzı olan bu formu; bize kazandıran bedenimizi kullanış biçimimizdir. Bütün bu organlarımıza şeklini veren şey onları ne kadar ve nerede kullandığımızla doğrudan ilgili, bugün artık onları klasikte kullandığımız şekliyle hem formel hem de içeriksel olarak hızla terk eder durumdayız. Eğer bu gidişattan ayrılıp deformasyonu durdurabilecek bir yaşam biçimi oluşturamazsak halimiz hiç de iyi olmayacak gibi. Bugünkü gidişat devam ederse -belki bizler görmeyeceğiz ama- ilerde insanoğlunun farklı ayakları ve farklı elleri oluşabilir. Yani korkunç bir deformasyona uğrayabiliriz. Bunun dile yansıması da olacak tabi, yeni gelişen yaşam tarzı, kendine uygun eşyayı da kendi içeriği gereği üreteceğinden, her eşyanın bir kelimenin ucunda belirginleşmeye durması hasebiyle, en azından bahsi geçen bağlamda farklı kelimelerle konuşacağız demektir. Ama sanırım toplumsal ilişki bağlamında da farklılıklar oluşacağı için buradan kaynaklanan bir biçimde dil de yapısal anlamda bükülecek bir sürece hızla girecek ve terkedilen unsurlarla birlikte o da kendi bünyesinden bazı şeyleri bırakacaktır. Pek tabi bu durum yabancılaşmayı peşinen arkasından getirecektir. İşbu değişimin savunusu en zor olan yerden başlayacağını düşünürsek eğer söz konusu durumda en büyük yarayı çocuklar alacaktır.
Mustafa Karaosmanoğlu 1962 Samsun Bafra doğumludur. İlköğrenimini Bafra’da, ortaöğrenimini Samsun’da tamamladı. Selçuk Üniversitesi Mühendislik Mimarlık Fakültesi bölümünde mimarlık okudu. Şiir yayınlamaya üniversite yıllarında Konevi Dergisi’nde başladı, daha sonraki yıllarda Karçiçeği, Aşiyan ve Yolcu dergisinde şiirleri yayınlandı. Karaosmanoğlu, askerliğinin ardından 1992’de Samsun’a yerleşti. Evli ve iki kız çocuğu babasıdır, halen Samsun’da yaşamaktadır.