Makale

İNSAN HAKLARI, İSLAM VE AVRUPA

İNSAN HAKLARI, İSLAM VE AVRUPA

Prof. Dr. Ali KÖSE Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

İnsan hakları kavramı modern dönemde Batı kaynaklı bir kullanımla yaygınlık kazandı. XVI. yüzyılda ortaya çıkan modern devlet yapısının ardından devlet otoritesine karşı bireyi koruma hedefiyle gündeme geldi. Kavramın ortaya çıkıp gelişmesinde, tüm insanların bazı temel haklara sahip olduğunu ve bunların korunması gerektiğini savunan “tabii hukuk” yanlılarının büyük rolü oldu. (Aslan Gündüz, “İnsan Hakları”, TDV İslam Ansiklopedisi, 2000, c. 22, s. 324.) Bugün ise siyaset biliminden sosyolojiye, felsefeden hukuka ve dinden ahlaka kadar birçok sahanın ilgi alanına girerek çağın yükselen değerlerinden birisi hâline geldi.
Batı’da insan hakları başlığı altında değerlendirilebilecek ilk gelişme, İngiltere’de 1215 yılında İngiltere Kralı ile derebeyleri, baronlar, piskoposlar ve yüksek hâkimler arasında imzalanan 63 maddelik Magna Carta antlaşması olarak bilinmektedir. Daha çok kralın kendi dışındaki güç odaklarına sağladığı bazı imtiyazları içeren Magna Carta aslında feodaller arası bir antlaşma olmakla beraber kralın halka karşı keyfi davranışlarını engelleyen bazı hükümler içermesi nedeniyle vatandaş haklarını gözeten bir özellik de taşımaktadır. İngiltere’de 1600’lü yıllarda benzeri birkaç sözleşme daha gerçekleşmiş, bu süreçte ortaya çıkan gelişmeler Amerika’yı etkilemiş ve 1776’da Virginia Haklar Bildirisi yayınlanmıştır. Bildiri, Tanrı’nın insanlara doğuştan özgürlük ve eşitlik gibi haklar bahşettiği esasına dayandırılmıştır.
Batı’nın insan hakları konusundaki tutum ve uygulamalarına baktığımız zaman, ortaya çıkan genel görüntü, kendi içinde bu hakları gözettiği, ama uluslararası ilişkilerde duruma göre hareket ettiği şeklindedir. Mesela, Türkiye’yi sıradan sayılabilecek bir mahkeme kararı dolayısıyla uyarma gereği duyarken İsrail’in insan hakları ihlallerini görmezlikten gelmektedir. Bu örneklere 1990’larda Eski Yugoslavya’da Müslümanlara yönelik soykırım teşebbüsleri de eklenebilir. Kısacası, Batı’nın her zaman insani düşüncelerle değil, siyasi düşüncelerle hareket ettiği söylenebilir. Bazı ülkelerin demokrasilerini yeterli bulmayıp demokrasilerini ilerletmemeleri hâlinde yaptırım tehdidinde bulunan Batı ülkeleri, Orta Doğu’nun monarşik düzene sahip ülkeleriyle yakın siyasi ilişkiler kurabilmektedir. Aynı ülkeler azınlık hakları adına bazı ülkelerin içişlerine müdahale ederlerken, ırk ayırımcılığı hala bir Batı fenomeni olarak varlığını devam ettirmektedir.
İnsan haklarının din ile ilişkisi
İnsan hakları söylemi temelde insanoğlunun tabiatta diğer varlıklardan farklı ve özel bir konuma sahip olduğu önermesini içermektedir. Dinler, ideolojiler ve felsefeler bu temel önerme üzerinde müttefiktirler. Ancak ideoloji ve felsefelerden farklı olarak dinlerin bu konuda ayrıcalıklı bir yeri vardır. Fakat bugün dünya, gerek yakın tarihinde din savaşlarını yaşamış olmanın bilinçaltında açtığı yaralar, gerekse dinin uluslararası platformda hâlâ bir çatışma aracı olarak görülmesi nedeniyle insan hakları söylemini din ile pek fazla ilişkilendirmemektedir. Bu sebeple insan hakları söyleminin merkezinde dinin yerine hümanist düşünce ve de Batı’nın hukuk mirası yer almaktadır. Zaten söylemin gelişiminde Jean Jacques Rousseau ve Montesquieu gibi hümanist filozofların önemli katkıları olmuştur.
İnsan hakları kavramının din ile bir irtibatının olduğu reddedilemez. Fakat dünyanın, özellikle de Batı’nın bu konuda mutlak ilişkilendirme gibi bir düşüncesi yoktur. Batı’nın ortaya koyduğu beyannameler dinî referans taşımamaktadır. Çünkü Batı’da insan hakları söylemi başlangıçta kilise tahakkümüne karşı seküler bir söylem olarak ortaya çıkmış, din ile insan haklarının bir karşıtlık taşıdığı izlenimi bugüne kadar devam etmiştir.
Fakat gerek klasik gerekse modern dönem İslam âlimleri insan haklarını sürekli din temelinde ele almışlardır. Dahası, modern dönem İslam dünyası Batı’nın beyannamelerle ortaya koyduğu prensipleri değerlendirirken “bunlar zaten İslam’da var” şeklinde tepkiler vermektedir. İslam dünyasının bu tutumunun iki temel nedeni olabilir: 1. Batı’dan gelen her şeyi din çerçevesinde değerlendirmek gibi bir davranış biçimine sahip olması. 2. Diğer birçok konuda olduğu gibi insan hakları konusunda da bir sivil alan birikimine sahip olmaması. Kısacası, bu konuda din dışında bir referans alanının bulunmamasıdır.
İnsan hakları kavramının Batı’daki gelişiminde “tabii hukuk” anlayışının önemli katkılarının olduğunu belirtmiştik. Tabii hukukun insan haklarına sağladığı bu katkı, başlangıçta din ile çelişen veya çatışan bir durum arz etmemekle birlikte bugün önemli problemler ortaya çıkmaktadır. Mesela eşcinsel beraberlikler birçok Batı ülkesinde insan hakları dayanaklı söylemler eşliğinde özel medeni hukuk yasaları geliştirilerek meşrulaştırılmıştır. Fakat bunun karşısında “tabii hukuk”un belki de en masum ve en basit maddelerinden sayılabilecek olan kendi kıyafetini belirleme hakkı insan haklarının önemli bir sorunu olarak aynı Batı’da sık sık gündeme gelmektedir. (Ahmet Davutoğlu, “İnsan Hakları Kavramının Zihniyet Boyutu ve Siyasi Kullanımı”, Yeni Türkiye, 1997, sy. 18, s. 155.) İlginçtir ki, dünyanın en meşhur insan hakları beyannamesine sahip olan Fransa bu konuda Avrupa’nın en katı ülkesi gibi görünmektedir. Eşcinsellik örneğinden hareketle tekrar tabii hukuk-din ilişkisine dönecek olursak, insan hakları konusunda dinî prensiplerin devrede olmasını savunanlar sadece tabii hukuka dayalı insan hakları düzenlemelerinin insanlığı yanlış yollara sürükleyebileceğini iddia etmektedir. Onlara göre “tabii hukuk” kendisini aşkın değerlere bağlı hissetmelidir, aksi takdirde tabii hukuku belirleyenler doğallığa uymayan yargılarda bulunabilirler. İslam bu konuda çok net bir tavırla ilahî-tabii hukuk buluşmasını savunmaktadır. Çünkü aşkın değerlerden soyutlanan bir insan hakları olgusu yeterli bağlayıcılık hükmü taşımayacaktır.
İnsan hakları ve İslam
İslam literatüründe insan hakları genelde iki kategoride değerlendirilir:
1. Fıtri (doğuştan getirilen) haklar.
2. Müktesep (sonradan kazanılan) haklar.
İslam âlimleri “fıtri haklar”ı zarurat-i hamse (beş zaruri hâl) başlığı altında toplamışlardır: 1. Hayat hakkı 2. Mülkiyet hakkı. 3. İnanç hürriyeti. 4. Düşünce hürriyeti. 5. Neslini devam ettirme hürriyeti.
“Müktesep haklar” ise 4 maddeden oluşmaktadır:
1. Siyasal haklar. 2. Medeni haklar. 3. Vatandaşlık hakları. 4. Ticari haklar. (Mustafa Yıldız, Alternatif İnsan Hakları Kuramı, İstanbul: Anka Yayınları, 2002, s. 103vd.)
İslam dini insanoğlunu mükerrem (kutsal) varlık, eşref-i mahlukat (Tin, 95/4.) ve Allah’ın yeryüzünde emanetini yüklenen halifesi (Bakara, 2/30) olarak görür. Yunus Emre’nin “yaratılanı severiz Yaratan’dan ötürü” sözü İslam’ın insanın mükerremliği ve dolayısıyla hayat hakkı konusundaki bakış açısını en güzel şekilde ifade eder. Kur’an insan öldürmeyi en büyük günah olarak belirlemekte, bir kimseyi öldürmeyi tüm insanlığı öldürmeye benzetmektedir. (Maide, 5/32.)
İnsanoğlunun üstlendiği “Allah’ın halifesi” olma görevi aynı zamanda yeryüzünde adaleti tesis etme anlamı taşımaktadır. (Nisa, 4/58.) Adaletin tesis edilmesi de insanların eşit haklara sahip oldukları, haklarının korunduğu ve insan olmanın getirdiği diğer hakların her fert için sağlandığı bir düzenin gerçekleştirilmesini gerektirmektedir. (Hüseyin Hatemi, “İslam’da İnsan Hakkı ve Adalet Kavramları”, Doğu’da ve Batı’da İnsan Hakları içinde (Kutlu Doğum Haftası Sempozyum Metinleri), Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1996, s. 4.) İslam’ın insan haklarına ilişkin birinci prensibi eğer “insanların Allah katında eşit oldukları” ise, ikincisi de “adalet”tir. Adalet hem Kur’an hem de hadislerde en yüksek değer olarak sunulmaktadır.
İnsan hakları üzerine İslam’ın görüşlerini ortaya koyan günümüz İslam âlimlerinin önemli bir kısmı, Peygamberimizin hicretten sonra Medine’de “eşitlik” ve “adalet”e dayalı bir hukuk devleti oluşturduğunu, bu nedenle de “hukuk devleti”nin sadece Batı düşüncesinin ürünü olmadığını ileri sürerler. Zaten Medine şehri bu sebeple Medinetü’n-Nebi (Peygamber Şehri-Peygamber Devleti) ismiyle anılmış, daha sonra da İslam âlimleri Peygamberimizin Medine’deki yönetim şeklinden esinlenerek Medinetü’l-Fazıla (Hukuk Devleti) tabirini kullanmışlardır. Peygamberimizin tesis ettiği bu eşitlik ve adalet temelli insan hakları anlayışını Veda Hutbesi’nde görmek mümkündür.
Veda Hutbesi
Peygamber Efendimizin hicretin 10. yılında (M. 622) ölümünden birkaç ay önce Veda Haccı sırasında hacılara okuduğu hutbeler daha sonra Veda Hutbesi namıyla meşhur olmuştur. Bu hutbelerde Peygamberimiz, bugün insan hakları kapsamında ele alınan konular üzerine ümmetine tembihlerde bulunmuş ve İslam’ın bu alanda attığı adımları ve yürürlükten kaldırdığı cahiliye dönemi âdetlerini ilk defa kendi yakınları üzerinde uyguladığı kurallara değinerek hatırlatmıştır. Bunlar arasında eşitlik, hürriyet, kan davası, emanet, nesep, faiz, zina ve karı-koca hakları sayılabilir. Veda Hutbesi’nin insan haklarını ele alan bölümlerini şu yedi maddede özetleyebiliriz:
1. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız... Arap’ın Arap olmayana üstünlüğü yoktur...
2. Canlarınız, mallarınız, namuslarınız mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur... Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin...
3. Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır...
4. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcun aslını vermek gerekir... Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız...
5. Cahiliye devrinde güdülen kan davaları tamamen kaldırılmıştır...
6. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz başkasına helal değildir...
7. Nefsinize zulmetmeyiniz. Nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır...
Bu uygulama örneklerini ve tembihleri içeren Veda Hutbesi bugün İslam dünyasının genelinde bir insan hakları beyannamesi olarak algılanmaktadır. Ana hatları itibarıyla da böyle bir algı makul gözükmektedir, çünkü Veda Hutbesi bireyin ailesi, yakınları, içinde yaşadığı toplum ve tüm insanlarla ilişkileri konusunda hakları belirleyici bir rehberlik sunmaktadır.
İslam tarihinin insan haklarını önemseyen vakalarından birisi eğer Veda Hutbesi ise, diğeri de Medine Vesikası’dır. Peygamberimiz Medine’de yaşayan Yahudilerle karşılıklı hakların gözetilmesi adına bir antlaşma yapmış ve bu antlaşma tarihe Medine Vesikası (veya Sözleşmesi) olarak geçmiştir. Kur’an’ın “Dinde zorlama yoktur!” (Bakara, 2/256.) prensibince Yahudilere din hürriyeti tanıyan Medine Vesikası özetle şöyledir: “Yahudilerden her kim bize uyarsa ona yardım edilecek ve bizimle eşit olacaktır. Onlara zarar verilmediği gibi düşmanlarına da yardım edilmeyecektir. Yahudiler ve Müslümanlar kendi dinlerinde kalacaklardır. Farklı kabilelerden olanlar bu antlaşmaya bağlı kaldıkları sürece Yahudiler gibi değerlendirilir... Yahudilerin yakınları da kendileri gibidir. Saldırıya uğrarlarsa herkes yardıma gelecektir. Himaye altındaki yabancılara onların hâmilerine olduğu gibi aynı esaslara göre davranılacaktır.” (Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi I-II, İstanbul: İrfan Yayınevi, 1980, c. I, s. 224-228.)
Peygamberimiz İslamiyet’ten önce de, güçlülerin zayıfları ezdiği ve kabileciliğin esas olduğu Mekke’de bir grup insanla bir araya gelerek haksızlığa uğrayanlara yardım etmek amacıyla Hilfu’l-Fudul (Erdemliler Yemini) antlaşmasını yapmıştı.
Medine örneği Müslümanların egemen olduğu bölgelerde tarih boyu bir model olarak uygulanmış ve diğer din mensuplarına din özgürlüğü hep tanınmıştır. Peygamberimizin hayatından seçtiğimiz bu örneklerin yanı sıra, bazı istisnaları olmakla birlikte İslam geleneğinin başlangıcından bu yana bugünkü insan hakları söyleminin temelini oluşturan prensipleri sergilediği söylenebilir. (Elizabeth Mayer, Islam and Human Rights, London: Pinter Publishers, 1995, s. 43.) Osmanlı, tarihin bu anlamda önemli örneklerinden birisidir. Cami ile havranın, cami ile kilisenin yan yana bulunduğu tarihî İstanbul sokakları bu durumun canlı tanıklarıdır. Bu konudaki bir başka somut örnek ise Osmanlı’nın 1492 yılında İspanya’dan Hristiyanlar tarafından sürülen ve vatansız kalan Yahudilere kapılarını açmasıdır. Bugün İstanbul’da yaşayan Yahudilerin önemli bir kısmı bu Yahudilerin torunlarıdır.
Peygamberimizin hayatında inanç özgürlüğünün yanı sıra düşünce ve ifade özgürlüğünün de birçok örnekleri vardır. Şûra ve istişare onun yönetim esaslarından olmuştur. Peygamberimiz “...Yapacağın işler hakkında onlara danış...” (Âl-i İmran, 3/159.) ayeti gereğince hareket etmiş, çeşitli kamu işlerinde sahabenin fikirlerini almış ve kendi fikrinin üstünlüğünü savunmamıştır. İnanç ve ifade özgürlüğünün bir başka tanımı “irade kullanmak”tır. İslam irade kullanımını vazgeçilmez bir hak, hatta bir ödev olarak görür. İslam’a göre Allah insanı yaratmış ve peygamberleri de rehber tayin etmiştir. Peygamberler de vahiy kanalıyla onlara doğru ve yanlış olanı göstermiştir. İnsan bunlar arasından seçim yapmakla, yani iradesini kullanmakla yükümlüdür. Son söz insanındır. Çünkü hareket tarzını hür iradesiyle belirleyecektir. İslam’a göre zaten dünya hayatının varlık nedeni bu esasa dayanmaktadır. Bu sebeple de Kur’an “herkesin kazancının kendisine ait olduğunu ve herkesin kendi günahını çekeceğini” beyan eder. (Enam, 6/164.)
Bütün bu esaslarla birlikte İslam’a göre hak ve özgürlüklerin ana sınırlarının belirleyicisi Allah’tır. Bu noktadan bakılınca insan iradesi sonsuz özgürlüğe sahip değildir. İslam insanoğlunun belirli bir fıtratla yaratıldığını ve onun bu fıtrata tabi olması gerektiğini savunur. İslam’ın özgürlükleri sınırlama anlayışı ilk planda yaşadığımız çağın ruhuna aykırı gibi görünse de, günümüz dünyasının ve demokrasinin vazgeçilmezlerinden sayılan “birlikte yaşama” olgusunun ortaya koyduğu “bir bireyin hakkı, diğer bireylerin haklarının başladığı yerde biter” prensibini dikkate aldığımızda böyle bir aykırılıktan söz edilemez. İslam, hak ve özgürlükleri kapsam ve sınırı belirsiz olgular olarak görmez; fıtrat olarak belirlediği insani ve ahlaki özelliklerden sapmalara hak ve özgürlükler adına taviz vermez.