Makale

Korkmayan Kalpten Allah’a Sığınmak

Dr. Yaşar Yiğit
Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı

Korkmayan Kalpten
Allah’a Sığınmak

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimizin Yüce Yaratan’a olan yakarışından sadece bir kesit; "Allahım! Korkmayan kalpten sana sığını-
Duanın tamamı şöyledir: "Allahım! korkmayan/huşû duymaz kalpten, icabet edilmeyen/dinlenmeyen duadan, doymak bilmeyen nefisten, faydası olmayan ilimden Sana sığınırım..." (Tirmizi, Daavât, 69; Nesâi, Istiâze, 2) Kutlu elçinin, tüm insanlara karşı şefkat yüklü gönlünün derinliklerinden zaman zaman dil formlarına dökülen bu tür dua örnekleri kaynaklarda çokça yer almaktadır. Gerçekten kalp ya da zihin veya gönül dünyamız, diğer insanlarla ve Yüce Yaratıcıyla ilişkilerimizin şekillenmesinde ve onların Allah katındaki değerinin tespitinde önemli ve can alıcı bir konuma sahiptir. Gönül dünyamız, kabın içerisinde olanı yansıtması misali, bizim aynamız, davranışlarımıza yön veren mihenk taşıdır. Bu itibarla gönlü kirlenen insanın hareket ve davranışları da doğal olarak kirlilik eksenine oturmuştur. Buna karşılık gönül sarayını güzelliklerin süslediği kimsenin eylemleri de bu erdemler ekseninde şekillenecektir.
Aslında kalp, gerek insanlarla gerekse aşkın varlıkla olan ilişkilerde belirleyici bir konuma sahiptir. Güzellikler açısından imanın, sevginin, aşkın, hayatın odaklandığı merkezdir kalp. Aynı zamanda o, kinin, öfkenin, nefretin, küfrün de merkezi olabilecek bir özelliktedir. Güzellikler veya kötülükler adına onun hakim eğilimi, bütünüyle bizi esir alabilmektedir. Onun cezp edici alanına giren gören göz, görmez olur, duyan kulak duymaz olur, meydan okuyan akıl, akletmez olur. Öyle ki hayat ve memat, varlık ve yokluk, âdeta ona kilitlidir. O, fiziksel açıdan işlevsiz hâle geldiğinde nasıl hayat duruyorsa, manevî alanda da kalbin işlevsiz hâle gelişi, rahmet peygamberinin söylemi ile Allah’a sığınılacak bir durumdur. Zira böylesi kalbin ve onun etrafında şekillenen kişiliğin, bireysel ve toplumsal ilişkilerinde kırmızı çizgileri yoktur ya da yok olmaya yüz tutmuştur. Bu çizgilerin sadece dinî alanla sınırlandırılması, "kalp" formuna yüklenen anlam ve misyonun daraltılmasıdır. Oysa bu kırmızı çizgilerin belirlenmesinde, insanı insan yapan ahlâkî ve İnsanî değerler bütününün kapsam dışı bırakılması isabetli değildir. Cana kıymanın, hırsızlığın, fuhşun, ilişkiler bütününde sahtekârlığın, kul ve kamu haklarının ihlâl ve gaspının, yüz kızartıcı kabul edilen diğer suçların, insanın gönül dünyası ile ilintisinin olmadığı söylenebilir mi? Sadece din eksenli düşünenler için değil, hemen herkes tarafından "kırmızı çizgiler" olarak nitelendirilebilecek bu ve benzeri hususların işlenmesine "dur" diyebilecek gönül/vicdan/sağ duyu/iman yoksunluğu değil midir? Onun içindir ki Kur’an-ı Kerim’de kalp, insanların manevî hayatına yön veren bir merkez/motor olarak telâkki edilir ve onun bağlamında kişinin manevî hayatına değişik vesilelerle vurgular yapılır. (Bkz. Bakara, 7, 74; Âl-i Imran, 7, 8, 154; Nisa, 156; Maide, 1 3, 41; En’am, 25) Örneğin, "Sonra, onun ardından birçok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara apaçık mucizeler getirdiler. Fakat onlar önceden yalanlamakta oldukları şeye inanacak değillerdi. İşte biz haddi aşanların kalplerini böyle- ce mühürleriz." (Yunus, 74), "İşte onlar, Allah’ın; kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar gafillerin ta kendileridir." (Nahl, 108) ayetlerinde, insanın maneviyat, İnsanî duygular ve erdemler adına merkezi konumunda olan kalbinin işlevsiz hâle gelişi dile getirilmektedir. Bu konumdaki insanların pozisyonuna Kur’an’da, "Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için varet- tik..." (A’raf, 179) ayetiyle işaret edilmektedir.
İşlevsiz hâle gelen kalbe bağlı olarak dış dünyaya açılan pencerelerimiz olan göz ve kulaklarımız da fonksiyonlarını yiti- rebilmektedir. Açık bir ifadeyle göz bakar, ama işin sırrına ve hakikatine sirayet edemez. Kulak işitir ama gerçeklere iltifat etmez. Bilgi ve algılama organlarımız olarak niteleyebileceğimiz kulak ve göz ile kalp arasındaki bu ilişkiyi şu ayette daha açıkça görmekteyiz. "Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Çünkü gerçekte gözler değil, göğüslerdeki kalpler (kalp gözleri) kör olur." (Hac, 46) Bu ayet ekseninde düşünüldüğünde, gerçekte gözlerin değil kalplerin kör olacağı, kulakların değil gönlün sağır olacağı sonucunu çıkarmak hiç de zor değildir. Dolayısıyla kalbin kör oluşu, düşünce ve duygu, söz ve eylem körlüğünü/yürek kirliliğini beraberinde getirecektir. Oysa yüce Yaratan göz, kulak, kalp bunların her birini belirli bir görev icra etmeleri için insana bir nimet olarak vermiştir. Nitekim, "Allah sizi, analarınızın karnından siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi." (Nahl, 78) ayetlerinde bu hususa işaret edilmiştir. Görürüz, duyarız, kalbimizin derinliklerinde bunları test eder, doğru ve yanlışa, iyi ve kötüye karar veririz. Fiziksel açıdan da öyle değil midir? Vücutta kirlenen kan, toplardamarlarla kalbe ulaşır, orada temizlenerek tekrar atardamarlar aracılığıyla bedene kanalize edilir. Manevî alanda da böyledir. İyi ya da kötü, güzel ya da çirkin, hayır ya da günah adına dış dünyadan topladığı veriler, işlevini yitirmemiş kalp/vicdan/gönülde bir teste tabi tutulur ve vicdanı rahatsız etmeyecek hususlar benimsenerek hayata bu eksen yön verilir.
Kur’an’da, kişinin olumlu ya da olumsuz eylemlerinin, ihlâl ettiği kırmızı çizgilerin kalbi doğrudan etkilediği belirtilir. "Hayır hayır! Doğrusu onların kazanmakta oldukları kalplerini paslandırmıştır." (Mutaffifîn, 14)
Sevgili Peygamberimiz de, "...Dikkat edin. Vücudunuzda bir çiğnemlik et parçası vardır. Eğer o sağlıklı/fonksiyonel olursa, vücudun tamamı sağlıklı olur. Şayet o bozuk/işlevsiz olursa, vücudun tamamı bozuk olur. Haberiniz olsun bu et parçası kalptir." (Buhari, İman, 39, Büyü’, 2; Müslim, Müsâkat, 107; Ebu Davud, Büyü, 3) sözüyle, Kur’an’ın önemli bir misyon yüklediği merkez olan kalbe/yüreğe aynı paralelde vurgu yapmıştır.
İnsanın kendisini ahlâka, erdeme, mükemmeliyete ulaştıracak ilke ve kuralları zaman zaman ihlâl veya ihmalinde ya da daha geniş kapsamıyla yaratılış ve var oluş amacı ile örtüşmeye- cek türden negatif davranış biçimleri sergilemesinde, korkmayan/sorumluluk bilincinden uzaklaşmış bir kalbe sahip oluş önemli bir etkendir. Başka bir deyişle bu tür eylemler, gönül/kalp/yürek kirliliğinden kaynaklanmaktadır. Küçümsenemez ama çağımızda kirlilik denildiğinde öncelikle ekolojik dengenin bozulmasında etkin olan çevre kirliliği hemen akla gelmektedir. Oysa ahlâkî değerlerdeki erozyon, insanlardaki gönül kirlilikleri üzerinde durulması gerekli, önemli sosyal ve toplumsal olgulardan biri belki de en başta gelenidir. Zira hemen her kirliliğin temelinde gerçek anlamda Allah’tan korkmayan kalplerin, kirlenen yüreklerin önemli bir etken olduğu inkâr edilemez. Gönülde, sözde, ahlâkta kirlenen, hiçbir değer tanımayan insan, sadece çevre için değil, toplumun huzur ve güveni açısından da büyük problem teşkil etmektedir. Böylesi yüreği kirlenen insan, ahlâkî ve İnsanî erdemleri çiğnemekten hiç de rahatsız olmaz. Kâinatın efendisinin ifadesiyle o, özelde hayâ perdesini yırttığından; genelde de İnsanî değerler bütününü hiçe saydığından ne yapsa yeridir. Onun için varsa yoksa menfaatidir, rahatıdır. Zira Allah’tan korkmayan kalplerin buluşma noktası, maddedir, makamdır, dahası fani dünyanın zevk ve lezzetleridir. Şunu ilâve etmek gerekir ki, bu özellikteki insanların dünya tekellerine verilse yine de tatmin olmazlar. Sorgulanma bilincinden uzak, ötesini hedeflemeyen, ötekinin hakkını düşünmeyen insanların neler yapabileceklerini her an gözlemleme imkânına sahibiz.
Sözün özü bu konumdaki kimseler yaptığı her gayri meşrû işe, meşrû (!) kılıf uydurma gayreti içindedir. Aslında, "Ey Muhammedi Hevâ ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu hâlde Allah’ın şaşırttığı, kalbini mühürlediği, gözünü perdelediği kimseyi gördün mü?..." (Câsiye, 23) ayeti, bütün hislerimize ve aktarılanlara gayet veciz bir şekilde tercüman olmaktadır. Servetlerin, şehvetlerin, kural ve sınır tanımayan nefislerin, makamların, dünya haz ve lezzetlerinin, cehaletin kör ettiği gönüllerin, sosyal ve toplumsal ilişkilerde sıkıntısı çekilmiyor mu? Gerçek şu ki, bölgesel ve global bazda insanlığın yaşadığı sıkıntı ve huzursuzlukların temelinde, bu gönül kirliliği yatmaktadır. Oysa çağımız insanı olarak ders ve ibret alacak muazzam bir tarihsel birikime ve tecrübeye sahibiz. Ama bu tecrübenin doğru okunmasında ve hayata geçirilmesinde, gören, duyan kalbe/kalplere oldukça fazla ihtiyaç vardır.
Materyalizmin alabildiğine etkinleştiği çağımızda, Allah’a gönül vermiş müminler olarak herhâlde kendimizi bu yürek kirliliği bağlamında test etmemiz, sorgulamamız ve de İlâhî öğretiler ekseninde durum tespiti yapmamızın kaçınılmaz olduğu kanısındayız. Tabii ki her mümin Rabbe yakarışlarında en güzel örnekleri (a.s.) gibi, Allah’tan korkan bir kalbe sahip olmayı dile getirir. Ancak bunun yolu sadece sözden değil, aynı zamanda dinî ve İnsanî sorumluluklarımızı yerine getirmekten geçer. Özlü ifadesiyle nefsi temizleme ya da gönlü masivadan arındırma, kendine gelme/kendini bilmeden geçer. Allah’tan korkan bir kalbe sahip oluş, yaratılışın esrarını, iliklerine kadar hissetme ve kavramadan geçer. Böylesi bir kalp, gönle ve görünene hakim olmaktır. Ne olduğunu, ne olacağını var oluşsal açıdan yaratılış hikmet ve gayelerini idrak ederek, iç duygularına ve eylemlerine bu eksende yön vermektir. Bunun doğal sonucu kendisiyle, diğer insanlarla ve Yüce Mevlâ ile barışık olma hâlidir.
Ya Rabb! Korkmayan kalpten, icabet edilmeyen duadan, doymak bilmeyen nefisten, faydası olmayan ilimden Sana sığınırız.