Makale

KADER VE ÖZGÜR İRADE İLİŞKİSİ: HERKES KADERİNİ YAŞIYORSA İMTİHAN NEDEN?

KADER VE ÖZGÜR İRADE İLİŞKİSİ: HERKES KADERİNİ YAŞIYORSA
İMTİHAN NEDEN?

Dr. Fatma Bayraktar KARAHAN | Diyanet İşleri Uzmanı


Yaşanan depremde binlerce kişi ölür, bayram tatili dönüşü kazalarda yaralıların sayısı yüzü bulmuştur. Açıklanan sınav sonuçlarıyla hayallerinin bir yıl daha gerçekleşmeyeceği haberini alır öğrenci. Ve hapishaneler “kader mahkûmları!” ile doludur… Olumsuz, üzücü, negatif hemen hemen her durum için “kullanılan” bir kavramdır kader. Ne gariptir ki başarıda, müjdede, sevinçte “bu benim kaderimmiş” deyip şükretmeyen insanoğlu iyiyi, güzeli ve başarıyı kendinden; kötüyü, çirkini ve başarısızlığı kaderden bilir. Çünkü kader tasavvurumuz, çoğu zaman kabulleniş ve teslim oluşu sağlamak için sorumluluktan kaçış üzerine kuruludur. Üstelik olumsuz durumlar üzerinden dile gelen bu yazgıcı kader anlayışı İslam öncesi cahiliye toplumunda da etkilidir.
Cahiliye toplumunda akdar olarak adlandırılan “geleceği tayin eden, doğum, ölüm, rızık vb. konularda insan gücünün erişemediği kör bir kuvvet”ten söz edilmektedir. Bu kör kuvvet, bütün olayları ve insanın davranışlarını da önceden tayin eden, kendisinden kaçılması mümkün olmayandır. (Şeyh İnayetullah, İslam Düşüncesi Tarihi, s.157.) Cahiliye Araplarının böyle bir fikre sahip olmaları şaşırtıcı değildir. Zira çöl hayatında tabiat şartlarının düzensizliği, zorluğu ani ve beklenmedik değişikliklere kolaylıkla yol açabilmekte “akdar” inancı da bu durumlara açıklama getirmek için kolay bir yol olarak kabul edilebilmektedir. (Emin, Ahmet, Fecrü’l-İslam, Çev. Ahmet Serdaroğlu, Kılıç Ktb, Ankara, 1976, s. 83.) Bu kolay yolu tercih eden müşriklerin inanıp inanmamak gibi bir konuda dahi sorumluluk almaktan kaçındıkları ayetlerde de yer almaktadır. Nahl suresi 35. ayet-i kerimede bu durum şöyle haber verilmektedir: “Allah’a ortak koşanlar dediler ki: ‘Allah dileseydi ne biz, ne de atalarımız O’ndan başka hiçbir şeye tapmazdık, O’nun emri olmadan hiçbir şeyi de haram kılmazdık.’ Kendilerinden öncekiler de böyle yapmıştı. Peygamberlere düşen sadece apaçık bir tebliğdir.” Kendi sorumluluklarını yerine getirmeyerek yüce Allah’ı suçlamaya kalkışan (Zemahşeri, II, 327-328.) müşriklerin bu tutumuna da Zuhruf suresi 20. ayet-i kerimede bir anlamda cevap verilmektedir: “‘Eğer Rahman dileseydi biz onlara kulluk etmezdik’ dediler. Bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.”
Sorumluluğu kendi üzerinden atmak ve yüce Allah’a yüklemek yaklaşımı ayet-i kerimede “yalan” olarak tanımlanmaktadır. Bu bir yalandır. Çünkü insan irade sahibi ve özgür yaratılmıştır. Bu özgürlük metafizik bir özgürlükten çok ahlaki bir düzlemde görülmeli ve ele alınmalıdır. Çünkü İslam’da insanın özgürlüğü, sorumluluk, yükümlülük ve müeyyide temeline dayanmaktadır. (Draz, Muhammed, Kur’an Ahlakı, Çev. Emrullah Yüksel, Ünver Günay, İz Yayınlar, İstanbul, 1993, s. 3.)
Sorumluluk, kişinin kendi eylemlerinin sonuçlarını üstlenmesi (Cevizci, Felsefe Sözlüğü, s. 786.) akıl ve iradesiyle işlediği fiilleri sebebiyle niyet ve kastına göre değerlendirilmesidir. (Adil Bebek, Maturidi’de Günah Problemi, Rağbet Yayınları, İstanbul, 1998, s. 59.) Sorumluluğun olmadığı yerde kişiden söz edilemez. Çünkü sorumlu olmak kişinin ilk önce kendisinin özne olduğunu bilmesidir ki bu sebeple sorumluluk bireyseldir. Kişinin sorumluluğunu yakınları yüklenemediği gibi peygamber de yüklenemez. “(Ey Muhammed!) Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) insanlar için, hak olarak indirdik. Kim doğru yola girerse, kendisi için girmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar. Sen onlara vekil değilsin.” (Zümer, 39/41.)
Sorumlulukta bireyselliğin temel olması, tek tek her bir insanın değerli kabul edilmesindendir. İşte bu sebeple insanın sorumlu olduğunu fark etmemesi Kur’an’ın ifadesi ile “kendi kendine zulmetmesi” olarak değerlendirir. (bkz. Bakara, 2/57; Talak, 65/1.)
Sorumluluk gibi ceza ve mükâfat da insanın özgürlüğüne delil teşkil eder. İnsan bir şey yapmak hürriyetine sahip değil ise insanın yaptığı iyi ve kötü amellerden ötürü ceza veya ödül almasının anlamı yoktur. Çünkü yüce Allah’ın cezası da ödülü de O’nun hiçbir kural ve kayıt olmadan dağıttığı şeyler değil, kişinin bu dünyadaki davranışlarının ahlaki bir neticesidir. “İnsan için ancak çalıştığı vardır. Şüphesiz onun çalışması ileride görülecektir. Sonra çalışmasının karşılığı kendisine tastamam verilecektir.” (Necm, 53/39-40.) Üstelik yüce Allah, insanın yapıp etmelerinde özgür olduğunu, vereceği mükâfat ve cezanın onun özgür iradesi ile gerçekleşenler üzerinden söz konusu olacağını “Kendi adaleti” ile ilişkilendirmektedir. (Bkz. Maturidi, Kitabu’t-Tevhid, s. 263.) Fussılet suresi 46. ayet-i kerimede: “Kim iyi bir iş yaparsa kendi lehinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin kullara (zerre kadar) zulmedici değildir.” buyurmaktadır. (Aynı anlam için bkz. Saffat, 37/39; Casiye, 45/22.) Allah kullarına adaleti ile hükmederken onların iradesine müdahale etmez. Buna ilaveten merhameti ile destekler, iyi amelleri karşılığında kuluna yardım eder, O’ndan yüz çevirdiklerinde ise onu kendi hâline bırakır. “Kim bir iyilik yaparsa ona on katı vardır. Kim de bir kötülük yaparsa o da sadece o kötülüğün misliyle cezalandırılır ve onlara zulmedilmez.” (Enam, 6/160.)
Yüce Allah iyi ve kötüye gücü yeten, seçim ve eylemleri için sorumlu tuttuğu ve bunun neticesinde mükâfat yahut ceza alacağını haber verdiği insanı, inanıp inanmamakta da özgür bıraktığını ona hiçbir zorlamada bulunmadığını bildirmektedir: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzünde bulunanların hepsi elbette topyekûn iman ederlerdi. Böyle iken sen mi mümin olsunlar diye, insanları zorlayacaksın?” (Yunus, 10/99.) Kullarının iradesine müdahalede bulunmadığını buyuran yüce Allah, Kur’an ayetlerinde insanın sorumluluğu vurgularken ve Allah Rasulü de gerek yaşantısı gerek sözleri ile Müslüman toplumunu sorumluluğunun farkında ve onu layıkıyla yüklenmiş bir boyuta taşımaya çalışmış iken nasıl oldu da kader inancımız özgür irade ile paradoks teşkil edecek bir biçime, “yazgıcı kader” anlayışına dönüşmüştür?
Rasul-i Ekrem’in hayatta olduğu dönemde kader inancının ferdin sorumluluğunu inkâr ve ihmâle sebep olmadığı düşünülürse meselenin sonrakilerin yorum ve yaklaşımları ile farklılaştığı düşünülebilir. Özellikle Allah Rasulü’nün vefatından sonra yaşanan siyasi tartışmalar, Cemel ve Sıffın Savaşlarında karşı karşıya gelen her iki tarafın sahabeden oluşması, ölenin ve öldürülenin durumunun ne olacağı gibi Müslümanlar için açıklanması zor durumlar yazgıcı kader yorumuyla çözümlenmeye çalışılmıştır. Emeviler döneminde bu yazgıcı yorumun hayli güç kazandığı da bilinen bir husustur. (Abdülcebbar, Muğni, c.8, s.4.) Bu yazgıcı kader yorumu ise bir çözüm olmaktan çok beraberinde yeni sorular getirmiştir. Nitekim özgür irade, kulun sorumluluğu tartışmaları bu noktada başlar. Üstelik sorunun tanrı-merkezli bir yaklaşımla ele alınması konuyu içinden çıkılamaz bir hale dönüştürmüştür. Zira mesele Yüce Allah’ın kudretinin yanında insanın kendi fiillerini gerçekleştirecek bir güce, kudrete sahip olup olamayacağı ve kulun fiillerinin Allah tarafından bilinip bilinemeyeceği şeklinde “Allah’ın kudreti ve ilmi” üzerinden tartışılmıştır. Diğer yandan insanın özgürlüğü ahlaki düzlemde değil metafizik bir düzlemde tartışılmış ortaya çıkan yanlış soruya doğru cevap verilmeye çalışılmıştır. Oysa yanlış soruya doğru cevap verme imkânı yoktur.
Kader ve insanın özgürlüğü konusunun yüce Allah’ın ilim sıfatı üzerinden ele alınması, kâinatta olacakların önceden Allah Teala tarafından bilineceği, bu bilinmenin ise insan eylemlerini zorunlu kılacağı anlamlarını doğurmuştur. “İlim maluma tabidir” ilkesi ile bağlantılı olarak Allah’ın bilmesi kulun fiilini zorunlu kılar mı, sorusu ortaya çıkmaktadır. Zira bilme ile bilinen arasındaki ilişkide ortaya çıkan öncelik sonralık ilahî bilgi söz konusu olduğunda bir zorunluluğa dönüşmektedir. Zira bir şeyi Allah’ın bildiğinin söylenmesi, insanın bildiğinin söylenmesi ile aynı neticeyi ortaya çıkarmamaktadır. Çünkü insanın bilmesi zorunluluk doğurmazken Allah’ın bilgisi zorunluluk doğuracaktır. İnsanın yapıp etmelerinin yüce Allah tarafından bilinmesi noktasına da varan bu yaklaşımda insan özgürlüğü sorunu doğmaktadır. Ortaya çıkan bu sorunu çözmek için yazgıcı kader anlayışına sahip Cebriye ekolü “yüce Allah’ın kulun tüm yapacaklarını cennet yahut cehennemlik olduğunu dahi bildiğini” vurgulayarak (Mustafa Sabri, İnsan ve Kader, s. 68-69.) insan özgürlüğüne dair problemi göz ardı eder. İslam filozoflarının insan özgürlüğü, iradesi ve buna bağlı sorumluluğuna imkân verebilmek amacıyla ortaya attıkları Yüce Allah’ın “cüzileri külli tarzda bilmesi” ve İbn-i Sina’nın ifadesi ile “Allah’ın ezelî ilminin cüz’iyyata taalluk etmemesi” (İbn Sina, Şifa, s. 437-439.) yaklaşımı da tam bir çözüm olamamıştır. Zira bu yaklaşımla Allah’ın bilgisine bir sınırlama getirmek söz konusu olmaktadır. Oysa hiç şüphe yok ki O, her şeyi bilendir. (bkz. Bakara, 2/282; Nisa, 4/176.)
İnsan zihni için zamana dair geçmiş, şimdi ve gelecek olarak kategorize edilen bir ayrımdan, yaratıcı için bahsedilemeyeceği, diğer yandan O’nun ilminin insan zihnini sınırlayan bu zaman anlayışını da kuşatmakta olduğu (bkz. Sebe, 34/3; Yunus, 10/61.) bu soruya cevap vermek için yapılan bir başka açıklamadır. (Geniş bilgi için bkz. Zikri Yavuz, İnsan Hürriyeti Açısından Tanrı’nın Ön Bilgisi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Ve Din Bilimleri (Din Felsefesi) Ana Bilim Dalı Doktora Tezi, 2006.) Daha tutarlı bu açıklamada da meseleyi Allah’ın ilmi bakımından ele almanın ortaya çıkardığı sorunlar bulunmaktadır. Zira Allah’ın olmuş ve olacak olan her şeyi bilmesi O’nun irade sıfatının ihmaline imkân verebilmektedir. “Her şeyi bilme” kavramı Yaratıcıya atfedilen mükemmel şekilde özgür olma ile uygun değildir. (Richard Swinburn, The Coherence of Theism, Oxford, 1995, s. 181.)
İnsanın özgürlüğü meselesi Yüce Allah’ın ilmi üzerinden tartışılması kadar O’nun kudreti üzerinden de tartışılmıştır. Allah’ın kudretinin yanında insanın da kudret sahibi olup olmaması, insan iradesinin dilediğini yapmaya imkân verip vermemesi konuları bu noktada karşımıza çıkan sorulardır. Bu soruların da metafizik düzlemde ele alınması kulun eylemlerini bütünüyle ilahî kudrete bağlayan, insanın en basit fiilleri dahi gerçekleştirmekten aciz olduğu sonucuna ulaşan yazgıcı kader anlayışına sebep olmaktadır. (Bağdadi, Usulu’d-Din, s.188.) İnsan iradesini ve buna bağlı olarak sorumluluğunu ortadan kaldıran bu görüş İslam geleneğinde tam bir kabul görmemiş, buna karşı bazı eleştiriler geliştirilmiştir. Önemli eleştirilerden biri de Maturidi kelamcılardan İbn Hümam’a aittir. O, kulun iş yapma, eylemde bulunma gücünü hemen hemen etkisiz hale getiren bu görüşe karşın şöyle demektedir: “Allah, insana iyi ve kötü filleri tanıtır. Sonra onda bu filleri yapma ve yapmamaya imkân veren bir kudret yaratır. Ödül vererek iyiyi yapmasını, ceza ile korkutarak da kötü şeylerden sakınmasını ister. Allah’ın bütün bunlar için insana kudret ve imkân vermesi, O’nun ulûhiyetine zarar vermez. Nasıl ki, kendi bilgisi dâhilinde olan şeylerden bize de bildirmesi O’nun bilgisine zarar vermiyorsa, bize verdiği kudret sebebiyle ilahi kudrete de bir zarar gelmemektedir.” (İbn Hümam, Kemalettin, Kitab el-Müsayere, Mısır, Bulak, 1317/1889, s. 107, 108.)
Görülmektedir ki özgür irade ile kadere imanı karşı karşıya getiren meselenin ele alınış şeklidir. Her şeye egemen olan yaratıcı ile yaptıklarından sorumlu tutulan insan fikrinin karşı karşıya konulması kırılma noktasıdır. Bu ikilem siyasi, sosyal ve kültürel faktörlerden etkilenerek oluşmuş ve çözümsüz bir noktaya gelmiştir. İnsanın yaptıklarından sorumlu tutulmadığı, “kader”in bir savunma mekanizması olarak kullanıldığı bu yorum tercih edilmiştir. Oysa Kur’an’ın inşa etmeyi hedeflediği ve Allah Rasulü’nün en güzel örnek olarak ortaya koyduğu insan prototipi yazgıcı kader yorumuna imkân vermemektedir. Diğer yandan bu yorum duayı, denenmeyi ve mükâfatı da anlamsız kılacaktır.
Kader, Kur’an ayetlerinde yüce Allah’ın koyduğu değişmez (bkz. İsra, 17/77.) bir ölçüdür. (Fatma Bayraktar Karahan, Dua ve Kader, s.60 vd.) Allah Rasulü de “her şey bir kadere (ölçü ve plan) göredir” buyurmaktadır. (Müslim, Kader, 18; Muvatta’, Kader, 1.)
İnsana düşen bu ölçüyü fark etmek, dikkate almak ve gereğini yapmaktır. Nitekim imtihanı başarmak da ancak böylelikle mümkün olabilecektir.