Makale

BIRAKIN ACILARIMIZ ORTAK KALSIN

BIRAKIN ACILARIMIZ ORTAK KALSIN

Ebrar Hale KAYMAZ


Toprak kokusu.
Vatanımın kokusu.
Fırıncı Ahmet Ağabey’in ekmekleri gibi taze, anneannemin kadife elleri gibi yumuşacık, babamın yiğit göğsü gibi vakarlı…
Artık eskisi gibi kokmuyor.
"Kaç git öteye! Yağ damlayacak, yanacaksın!"
Bu toprak uğruna bir gün sen de yanacaksın!
Geri çekildim.
"Ne zaman olur börekler?"
"De hayde! Hamurun yarısını yedin, doymadı mı gözün?"
Gencecik hayatları, yeşermemiş umutları yediler, doydu mu gözleri?
"Doymadı."
Doymadı ya.
Kulağımın sağır olduğu sessizliğin içinde tiz bir ıslık sesi göğü yardı. Bilincimin parçaları üstüme dökülürken nenemin hâlen börek açan, una bulanmış elleri girdi görüş açıma. Gözlerim yavaşça yüzüne çıktı. İfadesi değişti, yüzü naaşını saracak olan gökkubbe gibi yer yer döküldü. Kıyamet koptu.
Uyandım.
"Az daha uyusan öldü bilecektik seni."
İfadesiz bir suratla baktım Döndü Abla’ya. Geniş alnına yer yer çizgiler dökülmüştü. Henüz yirmilerinde idi, çok da güzeldi. Yüzünde asılı kalan mutsuzluk onda emanet gibi duruyordu. Ne var ki her insanın bir sınavı vardı şu hayatta. Onun sınavı ise Halil Ağabey’di.
"Öldü bilinmek için az daha uyumak gerekiyorsa, biz çok zaman uyuduk zaten! Çok... Çok ya..."
"Halil..."
Sustuk. Burada susmak adetten sayılırdı. Susmazsan, ölürdün. Çok sonradan öğrendik bugüne kadar sustuğumuz için öldüğümüzü. Halil Ağabey haklıydı. Sonradan uyandık, geç kalınmış bir kahramanlığı göğüsledik, öldük.
Annemin yüzü geldi gözlerimin önüne. Yoğun kahverengi gözleri hasretle kavrulmuştu. O da beni özlüyor muydu sahi? Acı bir tebessüm perçinlendi dudaklarıma. Döndü abla bir şeyler hazırlayacağını söyleyerek çıktı odadan. Aradan birkaç dakika geçmeden Halil Ağabey konuştu.
"Bakma öyle yetim gibi kızcağızım, bir şeyler söyle."
Bir yetim nasıl bakardı? Düne kadar bilmezdim. Düne kadar insanın canı nasıl kopartılır, yaşarken nasıl ölünür bilmezdim. Düne kadar ben boyunca kana bulanan toprakta annenin, babanın, kardeşinin parçalarını aramak nedir bilmezdim. İçim doldu, gözlerimden tek damla yaş akmadı.
Halil Ağabey yanıma çöktü. "Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinde yetişen siyah gülleri bilir misin?” Öylece yüzüne baktım. “Bu gülleri koparıp başka toprağa ekmeye kalkışırsan kırmızı rengini alırlar.” Tepkimi ölçmek istercesine birkaç saniye boyunca kuzguni siyah gözleri çehremde gezindi. “İşte biz de o siyah güller gibiyiz kızcağızım. Başka toprakta kanarız. Bilirim, ruhun avaz avaz bağırır şimdi, ondan susarsın. Varsın sus. Ama söndürme kendini. Çünkü insan anası, babası öldüğünde değil, toprağından söküldüğünde yetim kalır."
Bana böylesine kucak açan insanların iki göz evlerinde verebilecekleri fazladan bir odası, bir somun ekmekleri dahi yoktu. Açtık, açıktaydık lakin paylaşmayı bilirdik. Ben bu vatanı çok sevdim. Bu vatanı sevdikçe üstündekileri daha çok sevdim. Nefrete boğulmadan önce bu milletin iki akciğerinden biriydi sevgi.
Bundan sonraki yıllar bir saatin yelkovanına astı benliğini, akrebe ulaşmak arzusuyla vurdu her defasında saat başına. Geçmek bilmez diye nitelendirdiğim zaman geçti, kendi akrebimi kovalarken, soluksuz, kaçtığım yerde buldum kendimi.
“Sıcak gelişme! Diyarbakır’dan acı haber geldi. Çıkan çatışmada yirmi iki yaşındaki astsubay Halil Özdemir şehit düştü…”
Şehit düştü. Şehit, düşer miydi?
Üşüdüm. Onun bedeninden çekilen kan, benim bedenimi de terk ediyordu yavaş yavaş. Çünkü biz, aynı kandan olmasak bile aynı candandık. Yüreğimde yerini hiç kaybetmediğim o kor, damarlarımı yaktı. O haber kanalında, o yazının geçip giden son kelimesinde şehidim yükseldi, ben düştüm.
Öyle bir düştüm ki bir daha kalkamam sandım. Annemin, babamın, kardeşimin yokluğunda bana anne, baba, kardeş olan insanlardan uzaktaydım artık. Bir daha göremeyeceğim yüzlerin sayısı arttıkça ben de siliniyordum hayattan. Çünkü insan ya onu sevenlerin hatıralarında yaşardı öldükten sonra ya da al bayrağa kanını, hilale canını katarak. Kanım da canım da bende kaldı, çok utandım.
Halil Ağabey’i defnettik birkaç gün sonra. Herkes ağladı, ben sustum. Sonra gözlerimizdeki yaşları silip, gururla uğurladık onu. Döndü abla dolu dolu “Vatan sağ olsun!” dedi. Gözlerinde Halil Ağabey’in keskin bakışları… Ölürken her şeyini alıp gitmemişti demek ki. Milletine gurur, çocuklarına emanet, karısına dirayet bırakmıştı. Hasan, Hakan ve ben babamızın naaşını sırtlandığımız gibi sırtlandık emanetini.
Ölümün ve sevilen bir ölünün acımasız doğası gereği, insanın boğazına düğümlenip kalan o şey hiç geçmiyor. Yutkundukça hissediyorsun varlığını, nefes aldıkça kemiklerin batıyor. Acıtıyor, çok acıtıyor. Bizde şehit arkasından üzülmek ayıptır. Biz de acımızı haklı bir gururla sarar, evimizin önüne, sokaklarımıza Türk bayrakları asarız her şehit haberinde. Dışarıdan gelen acımızdan önce gururumuzu görsün diye… Yine öyle yaptık. Harabelerle bezenmiş bu köyde, bayrağın göğü böylesine kucaklayışına nefesimiz kesildi. Uzun zaman sonra her kimliğin ötesinde, yine bu şanlı bayrak altında bir bütündük.
“Toplumları birleştiren şey nedir bilir misin?” diye sormuştu bir defasında Halil Ağabey. Bizi birleştirecek olan tek şeyin ölüm olacağı kanısındaydım o zamanlar. O kadar kopuk ve birbirimize karşı o kadar kin doluyduk ki. Birlikte acıların en ağırını paylaşan o insanlar, mutluluklarını paylaşamamışlardı. Ona baktım. Gözlerimde hiçbir soru yoktu. Fakat o yine beni gördü.
“Ortak acı.” Gözlerindeki ölü toprağı savruldu.
“Paylaşmaya yettiremedik mutluluklarımızı. Öyleyse bırakın!” Derin bir nefes çekti içine. İnsanın içindeki zelzeleleri başkasıyla paylaşması zordu. Fakat Halil Ağabey sahip olduğu her şey gibi onu da benimle bir nefeste paylaştı.
“Bırakın acılarımız ortak kalsın.”
Haftalar sonra, kendimi onun mezarının başında öylece dururken buldum. En uzun sessizliğimizi göğüsledik pas tutmaz bir kararlılıkla. Sonra eğildim, toprağına dokundum. Bu topraklar onu iyice bağrına basarken gökkubbe üstüme kapandı ve ağladı, kuru bir cenaze töreni gibi sonbaharda. O ağladı, ben sustum. Sonra usulca toprağa oturdum. Soğuk mezar taşına bastırdım dudaklarımı, ardından alnımı koydum. O sustu, ben ağladım. Susturabilmek için içimdeki yangını.
Toprak kokusu.
Vatanımın kokusu.
Fırıncı Ahmet Ağabey’in ekmekleri gibi taze, anneannemin kadife elleri gibi yumuşacık, babamın yiğit göğsü gibi vakarlı, şehit Halil Ağabey’imin ak alnı gibi tertemiz.
Artık eskisi gibi kokmuyor.