Makale

NEDEN OLMASIN?

NEDEN OLMASIN?
Zehra Ece

Deve üstündeki adamın boyundan daha yüksek duvarlarla çevrilmiş bahçenin içerisinde çatılı, bacalı bir ev. Gönüle ferahlık veren rengi, altın misali parlayan… Gün ağarmamış daha.
Her zaman olduğu gibi güneşten önce uyanıyor evin annesi. Yüzünde huzur, aydınlık… Bir tebessüm yüzünde. Güneşten evvel aydınlatıyor evini kadın. Pencereleri açıyor usulca, bereket giriyor eve seherin sükûneti ile.
Sabah namazı cemaatle kılınıyor. Tüm insanlar için uzun uzun dualar ediliyor; her şeye gücü yeten Allah’a. Dilde sessiz aminler, fırtınalar koparıyor yüreklerde.
Bakın şimdi kahvaltı sofrasında maaile. Gelin çeyizi bembeyaz bir örtü masada ve içi dışı temiz yiyecekler. Masadaki sohbet mi daha hoş, masa mı, karar veremiyoruz. Her kahvaltı sonrasında, kırk yıl hatırı olanından birer fincan kahve içiliyor.
Güneş göz kamaştırıyor artık. Bu evde yaşayanların ziyaları güneşle yarışıyor.
Bu evde; muhabbetle saygı duyulan bir baba var, eli hamurda, dilinde dua bir sevgili anne, hayallerini gözlerinde ışık ışık görebileceğiniz genç, kötü söze bile şahitlik etmemiş çocuklar, zor gününde, mutlu gününde eve koşan akrabalar, komşular var.
Buyurunuz gezelim evin içinde:
Başköşede kocaman bir kitaplık. Boş vakitleri doldurmak için okunan kitaplar yok raflarda. En güzel vakitleri ayırmaya değecek evladiyelik kitaplar var. Bu sebeple kitaplığın hemen önünde ilim, irfan, edep…
Koltukların üzerinde güven, huzur, fedakârlık… Koltuklara bulaşmış dokuz rızık çiçekleri, misafirlerden yadigâr olan.
Masada vefa, tevazu; ocağın üstünde şükür, diğerkâmlık.
Evin her köşesine buram buram sabır sinmiş.

Masal mı anlatıyorum? Hayır!... Kırk yıl önce ortalama ev hâli değil miydi bu? Ölçüp biçelim, tartıya koyalım, yüzde ellisi de mi yoktu evimizde?

Bayrama tatil, tatile tembellik demediğimiz zamanlarda. Gündemi takip etmek için on beş dakika kâfiydi hani bir zamanlar. Dünyada hiç iyi bir şey yokmuş gibi, bültenler kara haberleri ısıtıp ısıtıp sunmuyorlardı akşam sofralarımıza. “Dünyanın çivisi çıkmış zaten.” diyerek biçare hissetmiyorduk kendimizi. “Allah’tan ümit kesilmez.” deyip eğriyi düzeltmeye çalışıyorduk gücümüz nispetinde.
Reklamlar ’’tükettiğin kadar değerlisin’’ diye avazı çıktığı kadar bağırmıyordu. “Sen daha iyisine layıksın”ı fısıldamıyordu diziler.
“Sadece kendini düşün” programları yoktu; bu cümle kulağımıza bile ağır geliyordu. Bencillik imkânsızdı bizim için.
Depresyon ve çocuk kelimeleri yan yana düşmemişti satırlarda. Ölümü, edepsizliği, korkuyu sıradan gösteren oyun taklitleri, çizgi filimler yoktu. Sokak oyun yeriydi, tüm çocuklar korunup kollanırdı. Zorbalık yapan çocuğun kulağını babası çekerdi.
Hayırlı laflar ediyorduk ya! Bugüne, geleceğe dair… İyilere, iyiliklere tüm kalbimizle inanıyorduk.
Evin babasına “banka”, anneye “hizmetçi”, gence “atarlı” gözüyle bakılmıyordu hani. Çocuğuna “ayak bağı” diyen anneler yoktu daha. Baba “adam” demekti. Anne deyince “cennet” gelirdi aklımıza, genç deyince “ideal”. Çocuk emanetti, inci tanesiydi.
Evde herkes diğerinin en aziz misafiriydi. Faniydi dünya, zordu yaşam ve sığınaktı yuva. Nefes alıyorduk pabuçlarımızı çıkarıp eve adım atınca. Evden çıkana “güle güle” denirdi. Gülmeler yansırdı, candan cana.
Evde kalanlar Allah’a ısmarlanırdı bir vakitler. Kalabalık şenlikti, yalnız olayım kafamı dinleyeyim ihtiyacı hasıl olmazdı pek.
Para geçimlik demekti. “Geçimlik” ihtiyacımızı karşılayacak kadar para ederdi. Zenginlik, daha çok insana yardım etme hayaliydi. Para, ahlaktan sonra konuşulurdu evlerde.
Tüm dolapları taşırmamıştık daha. Bir mevsime iki kat elbise yetiyordu. Beğenilme ihtiyacımızı tatmin etmek için çula çaputa sığınmıyorduk. Delikanlılık kriterleri, hanımefendilik ölçüleri vardı. Erkeğe edep, kadına hayâ çok yakışıyordu. “Ahlakı güzel” e doyulmuyordu bir ömür.
İki metre derin dondurucumuz yoktu. Tazelik stoklanmaz, paylaşılırdı. Elimizin ayarını bir tabak fazla kaçırmak adettendi.
Ev taşıyana, doğum yapana, pekmez kaynatana yardıma koşmak sıradandı. Komşu teyze mutfak robotundan daha lezzetli doğruyordu konservelik domatesleri.
Dedikodu edecek, kıskanacak, depresyona girecek vaktimiz olmazdı. İş çoktu, çalışmak ibadet. Semaverde çay, beştaş, çekirdek başında toplanırdık, stres kaçıverirdi.
Üstün vasıflarımızı, tatillerimizi afiş yapmıyorduk. Yediğimiz yemeğin ismini söylemeden önce “söylemesi ayıp” derdik. Dünyadan bihaber yavrularımızı tüm dünyaya göstermiyorduk.
“Ev” eşittir “mahrem” der, noktayı koyardık. “Sınır” diye bir şey vardı ilişkilerde.
Eşyalar değil insanlar yaşıyordu ya evlerde. Yetmiş metrekarede, misafir çocuklarıyla oyun oynardık. Anneler, çocuklarından, misafirlerinden daha kıymetli addettikleri mobilyalara sahip değillerdi.

Eskiden böyleydi; lakin yüzyıllar önce değil! Ne dersiniz sizin evinizde? Neden olmasın? Bakın gökyüzü hala mavi, ağaçlar yemyeşil, karıncalar ve arılar bile hiçbir şeyden vazgeçmiş değil. Siz de vazgeçmeyin!
Çalışmaktan ,huzurdan, muhabbetten, cemaatten… Mutlu bir ev hayalinden.

“İnsan” evde yetişiyor. “Ev” düzelirse “insan”, insan düzelirse “dünya” düzelir; biliyoruz.

Neden cennet misali bir yuvamız olmasın?

Eşimizle el ele verip çocuklarımıza gülümseyerek niyet edelim. Karardığı gibi aydınlansın gök kubbe! Eskisi gibi güneşten önce doğalım yeryüzüne! Çirkinleştiği yerden güzelleşsin dünya… “İnsan” yetiştiren evlerden.