Makale

KADER’İN MUSTAFA’SI ANNESİNİN HOCASI

KADER’İN MUSTAFA’SI ANNESİNİN HOCASI
Ayşe Gül Gürbüz | Çankaya Vaizi

Kursum pazar yerinin kenarına sıkışıp kalmış küçük bir caminin alt katında olduğu için dışarıdan pek fark edilmiyordu. Bu yüzden mahzundu bence. Mevsimi gelmişken yüzü biraz gülsün diye hercai menekşelerle yeni moda sallantılı saksı çiçeklerinden almıştım. Öğrencilerimi uğurladıktan sonra çıkardım önlüğü, sıvadım kolları. Şevkle bismillah deyip koyuldum işe. Cam önlerine koymak için aldığım uzun saksıları toprakla doldurup hercaileri bir beyaz bir mor diktim. Sandığımdan kolay olmuştu. Kalan çiçekleri ise bahçeye dikecektim. Toprağı kazmakla uğraşırken bir bayan çıkageldi. Selam verdikten sonra “Yetkili biri ile görüşecektim.” dedi. “Benim, buyurun.” deyince şaşırdı. Neden şaşırdığını anlamam uzun sürmedi. Muhtemelen toz toprak içinde bir yetkili beklemiyordu. Durumu anlatan birkaç cümleden sonra meramını sordum. “Kursa gelebilir miyim?” dedi. Ben cevap veremeden o ağlamaya başlamıştı bile. Bu kez şaşkın olan taraf bendim. Çimleri göstererek “Lütfen oturun.” diyebildim. Yanına da ben oturdum. Bir şey söylemeden sakinleşmesini bekledim. Biraz toparlanınca kendiliğinden anlatmaya başladı: “Doğum iznindeyim ama bebeğimi kaybettim.” deyip ardından öyle bir iç çekti ki yüreğindeki ateş dışarı çıkacak sandım. “İznimi bozup işe gidemem, evde de duramam. Ne yapayım hocam?” dedi. Yaşlı gözleri menekşelerin üzerinde sabitlenmişti. “Arkadaşlar kursa gidersem biraz olsun rahatlayabileceğimi söyledi. Teselli burada mıdır hocam?” deyip gözlerimin içine baktı. Sesimin titremesine engel olmaya çalışarak elimi omzuna koydum “Kursun kapıları sonuna kadar açık. Gel, cevabı kendin bul inşallah. Olur mu?” diyebildim. “Geleceğim.” dedi. Vedalaşıp ayrıldık.
Ertesi günü iple çektim. Gelmezse gerçekten üzülürdüm. Ders başladıktan biraz sonra geldi. Öğretmen masasının önündeki sıraya oturdu. Hoşbeşten sonra kendini “Ben Kader, üç ay kadar zamanım var, ne öğrenirsem kâr.” diye tanıttı. O bahsetmediği için ben de sınıfta başka bir şey sormadım. Görüntüsünden zaten bir acısının olduğu aşikârdı. Anlatmak isterse eğer anlatırdı nasılsa. Devam eden günlerde de aynı sıraya oturdu. Ara ara başını masaya koyup iyice gömülüyordu. Üzüntüsünden diye düşünürken fark ettim ki hâlâ sütü geliyordu. Her sütü geldiğinde yaşlar da gözünden süzülüyordu. O anlarda nasıl davranacağımı kestiremiyordum. Aynı durum devam edince ders çıkışı “Hâlâ sütün geliyor Kader!” dedim.
“Evet, yavrumun etleri çürüdü sütüm hâlâ kesilmedi.” dedi.
“İnşallah kesilir de gözyaşların belki diner.” demeye kalmadan “Yooo kesilmesin! Teselli oluyor benim için” dedi. “Teselli kursta mıdır?” diye sormuştun ya şimdi ben soruyorum teselli sütte midir? Bunu biraz düşün bana öyle cevap ver olur mu?” Bu konuşmamızın ardından iki gün kursa gelmedi. Üçüncü gün kursa geldiğimde sırasında oturuyor buldum onu. “Süt teselli değil hocam.” dedi ve düğmesine basılmış gibi anlatmaya başladı. “Arkadaşlar, Mustafa’mı on dokuz günlükken kaybettim. Kalbinde bir rahatsızlıkla doğdu. Aynı durumda olan iki çocuk daha vardı serviste. Doktorlar en çok bize ümit vermişti. Ama olmadı. Ardından ağlamaktan başka hiçbir şey yapamıyorum. Kur’an okumak istiyorum, okuyamıyorum. O melek oldu zaten ihtiyacı yok diyorlar ama ben çaresiz, tesellisiz kaldım. Yavrumun sayesinde belki bir şeyler öğrenebilirim. Dua bekliyorum sizlerden.” dedi.
Bu iç döküşünden sonra artık yalnız oturmuyordu. Diğer öğrencilerim de daha çok sahiplendi. Acı ancak bu kadar güzel paylaşılabilirdi. İlerleyen günlerde yeni bir soru ile geldi Kader. Mustafa’sının eşyaları olduğu gibi durduğu için etraftan onları vermesi gerektiği, yoksa oğlunun acı çekeceği gibi şeyler duyup üzülmüş. “Dinen vermek zorunda mıyım hocam?” dedi. “Değilsin de ihtiyacı olan birine versen hayır yapmış olursun.” dedim. “ Yooo veremem. Başka hayır yaparım. Onun eşyaları teselli benim için.” dedi. Yine başa dönmüştük. “Teselli elbisede, beşikte midir Kader?” dedim. Anladı o. “Yine kaybolma da ortalıktan…” diye ekledim, gülümsedik. Bu kez ortadan kaybolmadı ama huzursuzluğunu hissedebiliyordum.
Kalan zamanı gerçekten güzel değerlendirdi. Herkes gitti, o kaldı. Birçok soru sordu. Çok meal okuduk. Oğluna okumayı çok istediği Yasin’i de sökünce gözlerinde artık sevinç gözyaşları vardı. “Üzülüyorsun ağlıyorsun, seviniyorsun yine ağlıyorsun be Kader!” diye kendisine takılıyordum. “Kader işte hocam!” diyordu. Üç ayın sonuna gelmiştik. İzni bitmişti, işe başlayacaktı. Ayrılacağı gün Mustafa’nın eşyalarını getirdi kursa. “Hiç giyilmemiş” derken sesi titriyordu. Onun metaneti bu kez bizi ağlatmıştı. “Kıyafetlerinden bir iki parça ayırdım. Teselli değil.” dedi gülümsemeye çalışarak. “Hatıra… Sadece hatıra olsun diye… Biliyorum ki evde eskimelerindense başka bir bebeğin ihtiyacının görülmesi daha hayırlı olacak.” Dua istedi. Herkesle vedalaştı.
Kapıya doğru ilerlerken “Teselli burada mıymış Kader?” dedim.
Elindeki Kur’an’ı gösterip “Teselli buradaymış hocam” dedi.