Makale

İNSAN İNSANIN EMANETİDİR

İNSAN İNSANIN EMANETİDİR

Yrd. Doç. Dr. İbrahim Halil ÜÇER | İstanbul Medeniyet Üniversitesi

İnsani varoluşumuz, mevcudiyet tarzları itibarıyla ondan farklı sayısız şeyle çevrelenmiştir. Bunlar kendine özgü mevcudiyetini bizimle ilgisiz bir biçimde sürdürüyor görünen taşlar, kaplumbağalar ya da ağaçlardan, sırf kullanım seviyesinde anlamlı olduğunu düşündüğümüz kalem, kâğıt, ceket ve köprü gibi her türden yapay nesneye, herhangi bir irtibatımızın bulunabileceğini hatıra getirmeyeceğimiz bir biçimde kırmızı ışıkta beklerken, metroda ya da sokakta yüz yüze geldiğimiz başka insanlardan, yakından ilişkili olduğumuza inandığımız ailemize ve dostlarımıza, nihayet kendimizden ayrı tutmadığımız duyular ve duygularımızla onların kopmaz bir şekilde bağlı olduğu nesnelere kadar çok çeşitli katmanlar dâhilinde kendilerini gösterirler. Hem insani varoluşumuzun açığa vurduğu ahlaki özümüze dair idrakimizin gerçek anlamda derinleşerek zenginleşmesi, hem de yalın bir kabiliyetten ibaret ahlaki özümüzün bilfiil hâle gelmesiyle insanlığımızın tamamlanması, bizi çevreleyen bunca şeye, onları “ağyâr” mesabesinden çıkaracak bir nazarla bakarak şairin deyişiyle “Hangi yârda benlik bir şey bırakmış Çalap” sorusunu sorduğumuzda mümkün hâle gelir. İnsanın, başkasını giderek ihtimamla üzerine titrediği bir emanet olarak idrak etmesini sağlayabilecek bu soruyu sormak aynı zamanda kendi insaniyetimizi bir imtihan sahasına dâhil etmemizi gerektirir.
IV-X. asırda yaşamış İslam düşünürlerinden Ebu Hayyan et-Tevhidi’nin deyişiyle “İnsan, insanlığını kendisine mesele edinendir.” İnsan ancak kendi mevcudiyetine ilişkin bir farkındalık elde ettiğinde ahlaki duyuşun kaynağı hâline gelebilir. Çünkü insan başka canlılar gibi sadece bir çevrede olduğunu idrak etmez, kendisini çevresinden ayrı bir şekilde idrak ederek bu mesafe veya açıklık seviyesinde çevresindeki şeylere yönelir. Onun, sadece haz ve elemi değil, aynı zamanda doğruyu ve yanlışı, iyiyi ve kötüyü idrak edebilmesi kendi özüne ilişkin bu asli idrak sayesinde mümkün olur.
İnsanın kendi varoluşuna dair derinleşen idraki, onun her açıdan eksik, tamamlanmamış ve muhtaç bir varlık olduğunu gösterir. İnsan hem ontolojik açıdan hem de sahip olduğu her türden gücün tamamlanmamışlığı açısından başkasına muhtaç ve yoksun bir varlıktır. Varlık bakımından muhtaçtır, çünkü varlığı kendinden değildir. Bir başlangıcı ve sonu bulunduğuna dair yalın bir idrak, sahip olduğunu vehmettiği varlığın kendinden olmadığını gösterir. Diğer taraftan insan, sahip olduğuna en çok inandığı insanlığını gerçekleştirme hususunda da eksik ve muhtaçtır. Çünkü doğmak suretiyle sahip olduğu tek şey insan olma kabiliyetidir, insan olmak bu kabiliyetin gerçekleştirilmesi yönünde büyük bir çabayı gerektirir. Ustasının elinde henüz kılıca dönüşmüş bir çelik, kesme kabiliyetine sahiptir, ancak kesmek üzere fiile geçmediği yani hakiki yetkinliğini elde etmediği müddetçe yalnız bir kabiliyetten ibaret olacaktır. Benzer şekilde insanlığımızı doğarak değil, olarak elde ederiz. Ölüme değin devam eden bu oluş süreci, güçlerimizin kendi dışındaki şeylerle ilişkiye geçerek yetkinlik elde etme çabasından ibarettir. İşte bu çaba boyunca insan kendi güçlerine odaklandığı ölçüde istiğna ve büyüklenme içine düşerken, bu güçlerin bilfiilliğini sağlayan dıştaki şeyleri de hesaba kattığı ölçüde tevazu elde eder.
Kişinin kendi özüne baktığında şahit olduğu ontolojik yoksunluk durumu, sahip olduğunu vehmettiği şeyin hakikatte bir emanet olduğunu anlamasını sağlar: Gelmişsek, gidecek bir yer; almışsak, güzelce muhafaza edilerek iade edilecek bir şey vardır. Nüzulümüz esnasında aldığımız bu emanet, hiçbir şeye muhtaç olmayan varlıktan gelerek bizi insan kılan hakikattir ve üzerine titrememiz, yetkinliğine doğru yöneltmemiz gereken latife-i insani veya nefha-i rahmaniye karşılık gelir. Kudemanın bar-ı emanet dediği bu hakikat, hem geldiğimiz yerden nereye doğru yöneleceğimize dair işaretler barındırır hem de urucumuzun temel dayanağı hâline gelir. Böylece insani kemalimize erişmenin, Âmâlar Şeyhi Osman Kemali Efendi’nin deyişiyle “Ezelî ahde samîm isterler, aldığın bâr-ı emânâta kerîm isterler” duyuşuyla donanmaktan geçtiğini anlarız. Çevresindeki her şeyden ister adları ister tanımları dolayısıyla bir beklenti içerisinde olan modern insanın, sıra kendisine geldiğinde ondan ne doğanın, ne tanrının ne de insanların hiçbir şey beklememesini isteyen ya da her şeyle bir şey kasdettiği hâlde kendisiyle bir şey kastedilmediğini iddia eden kendiyle çelişik müstağni tavrına yabancı olan bu emanet idraki, Müslüman benliğinin ayrılmaz parçasını teşkil eder.
Kendi emanetimizi idrakimiz, başkalarının emanetine ilişkin idrakimiz için temel oluşturur. Yakın zamanda neşrettiği ve İslam düşünce geleneği açısından “başka”sıyla ilişkinin temellerini vukuflu bir şekilde vaz eden “Ahlakî Tecrübenin İnşasında Başka’nın Rolü” başlıklı çalışmasında Ömer Türker’in işaret ettiği gibi, başkayı idrak bir yönden özdeşlik idrakidir. Başkası, en yakından başlayıp en uzağa kadar başkalıklar içerebilir. Başkası başka bir aileden, başka bir şehirden, başka bir kültürden, başka bir milletten, mezhepten ya da dinden olabilir. Bununla birlikte kendi insaniyetimize ilişkin derin idrakimiz, başkalarını sırf bir başkalık değil aynı zamanda özdeşlik içinde görmemizi gerektirir. Bunlar nispi ya da asli özdeşlik düzeyleri olabilir ve başkalık ancak bu özdeşlik seviyesi hesaba katıldığında anlamlı bir şekilde kendisini gösterir. Birinin başka bir aileden olduğuna dair idrak, aileleri içeren bir üst ilişki seviyesindeki ortaklığın, söz gelimi akrabalığın idraki olmaksızın anlamsız olmaz. Aynı şey birinin başka bir şehirden olduğuna dair idrakimiz için de geçerlidir. Şehirleri kuşatan bir üst ilişki seviyesindeki ortaklık, yani ülke idraki olmaksızın “başka bir şehirden olma” idraki anlamlı olmaz. Bunlar nispi özdeşlik düzeyleridir. Asli özdeşlik düzeyi, bizzat varoluşumuza dair idrakin başkalarına yansıtıldığı esnada ortaya çıkar ve farklı katmanlar hâlinde özdeşlikler elde eder. Kırmızı ışıkta beklerken, tanımadığım bir şehirde yürürken, metroda ya da otobüste yüz yüze geldiğim başka insanlarla, benimle aynı emanete sahip oldukları idraki içerisinde özdeşlik elde ederim. Bu sayede ağyâr gözüme “Çalab’ın benlik bir şey bıraktığı yâr” olarak görünür. Başkasında müşahede ettiğim bu özdeşlik, bir kabiliyetler dizisinden ibaret bir biçimde sadece ilk yetkinliğime, yani yalın bir insan olarak doğuşuma aracılık eden kendi emanetimi inkişaf ettirerek yetkin bir insan oluş yönünde nihai kemalime doğru ilerlememin ana vasatı hâline gelir. Bir başka deyişle, başkasının emanetine gösterdiğimiz ihtimam, kendi emanetimize gösterdiğimiz ihtimamın hakiki test alanına dönüşerek, insaniyetimizin imtihan edildiği bir seviyeyi açığa vurur. Böylece kendi emanetimize ilişkin idrakimiz, başkasının emanetine ilişkin ihtimamımızla derinleşir. Böyle bir ihtimamdan yoksunluğumuz, esasen kendi emanetimize veya bizi insan kılan rahmani nefese dair idrak yoksunluğunun işareti olur. Bu nedenle insan kendi emanetinde “Hâlıkın seyretmeyi”, başka emanetlerde de O’nu seyretmeyi başarabildiği ölçüde başarır ve bu seyr ile halka rahîm ister. Bu samimi isteyişin ona rahmet olarak dönmesi, başkasını kendine emanet olarak görmesiyle mümkün olmuştur. İnsanın kendi insaniyetini başka insanları kendine emanet belleyerek elde ettiği bu kavrayış; Ahmet Yesevi’nin “Eller yahşî ben yaman, eller buğday ben saman” deyişinde ifadesini bulduğu üzere, kendisine dair derin bir tevazuu ve başkasına dair içten bir ihtimamı ortaya çıkarır. Bu ihtimam giderek bizi çevreleyen ve mevcudiyet tarzı itibariyle farklı, sayısız şeye yönelerek tüm varlık katmanlarına yayılır. Mevcudiyeti bizimle ilgisiz görünen taşlar, kaplumbağalar ya da ağaçlarda idrak ettiğimiz özdeşlik yönleri, bu emanetin özünün farklı derinliklere nispetle sadece kendi emanetimizde görünmediğini belirginleştirir ve bu idrak seviyesindeki biri “dağlar ile taşlar ile” kendi emanetinin özüne seslenmenin bir yolunu bulur. Tam da burada Aziz Mahmut Hüdai’nin çiçeklerde gördüğü şey ne idi ki, hocası Üftade’ye ancak kırık saplı bir çiçek götürebildi diye sormalı. Onu seslerini duyacak denli çiçeklere yaklaştıran şey, kendi emanetinin özünü bizzat çiçeklerde müşahede edecek bir inceliğe ulaşmış olmasıydı. Dahası bu inceliğin kendisi, özüne dair idrakini zenginleştirerek onu her nesneyle tanış hale getirecek bir ahlaki yetkinliğe taşımıştı. Böylece anlaşılıyor ki, sadece her nesne kendi mevcudiyet tarzı içinde bize emanet değildir, bizzat kendi özümüzün inkişafı onlara emanettir. Söz buraya intikal ettiğinde, ihtimam ve nezaket ve incitmekten imtina eden derin bir incelikten başka ne kalır geriye…
***
Bundan birkaç yıl önce farklı ülkelerden gelen bir grup öğrencimle toplum sözleşmeci teorileri müzakere ediyorduk. Söz dönüp dolaşıp Thomas Hobbes’un “homo homini lupus” (insan insanın kurdudur) cümlesine geldi. Muhammed adındaki Senegalli öğrencim şöyle dedi: “Senegalliler insan insanın kurdu demezler, onların dediği şudur: nit nitay garabam (insan insanın dermanıdır).” Evet, insan insanın dermanıdır. Çünkü sadece kendi emanetimize dair idrakimizle başkasının emanetine ihtimam elde etmeyiz, bizzat başkası kendi yoksunluklarımızı dindirmenin yegâne kaynağıdır. Tam da bu nedenle insan, insana emanettir.
***
Peki, gündelik hayatımızın içerisinde aktığı ve bireyler ve uluslararası ilişkilerimizin yapılandırıldığı tüm kurumsal düzeni belirlemeye aday “insan insanın kurdudur” cümlesini dillendirenlere ne diyeceğiz. Özüne tuttuğu ayna neyi gösteriyorsa, insan başkasında onu bulur. Biz yine Âmâlar Şeyhi Erzurumlu Osman Kemali Efendi’ye kulak verelim:
“Aç gözün, “ahsen-i takvîm”e gerek ahsen-i huluk,
Hulku hayvân olanın âkıbeti hüsrândır.
Sırr-ı Mevlâ’ya erip, kisve-i abde bürünen,
Yüzü insân, özü Yezdân, sözü hem Kur’ân’dır.”