Makale

HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VERMEK

HER HAK SAHİBİNE HAKKINI VERMEK

Prof. Dr. Bünyamin Erul | Din İşleri Yüksek Kurulu Üyesi

İslam’ın en temel kavramlarından birisi olan “hak” ve çoğulu olan “hukuk”, sanıldığı gibi sadece yargı ile ilgili bir kavram değildir. Bu kavramın, inançtan ibadete, hukuktan ahlaka, kültürden medeniyete kadar uzanan oldukça geniş bir anlam yelpazesi bulunmaktadır. Bu yazımızda biz, hak kavramının oruç ibadeti ile ilgisi üzerinde durmaya çalışacağız.
Bilindiği üzere İslami öğretide Hak, “Hakkullah” ve “Hakku’l-Ibâd” olmak üzere ikiye ayrılır. Birincisi Allah ile insan arasındaki hakları; ikincisi ise, insanın diğer insanlarla olan hukukunu ifade eder. İslam düşüncesinde “kul hakkı” diye ifade edilen çerçeve, aslında modern dünyada kullanılan “İnsan Hakları” şeklindeki kullanımdan daha kapsamlıdır. Zira “kul hakkı”, dikey olarak “Allah” ile “kul” arasındaki hukuka işaret etmektedir. Oysa “İnsan Hakları” kullanımında işin dinî, ilahî boyutu söz konusu edilmemektedir. Nitekim Hz. Peygamber’in belirttiğine göre “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamaları ve O’na ibadet etmeleri; kulların Allah üzerindeki hakkı ise kendisine ortak koşmayan kimselere azap etmemesi, onları cennetine koymasıdır.” (Müslim, Îmân, 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned, V, 239.)
“Kul hakkı” kullanımı, aynı zamanda yatay olarak kullar arası yani insanlar arası hukuku da içermektedir. Burada da “İnsan Hakları” kullanımında bulunmayan “uhrevi boyut”un da altı çizilmektedir. Sözgelimi seküler hukukta, delil, ispat, şahit bulunmazsa herhangi bir hak ihlali yapanın yanına kâr kalacaktır. Oysa İslam ahiret inancına göre, şayet böyle biri bu dünyada yargıya yakalanmasa, “Mahkeme-i Kübra” diye nitelenen, şahidin, delilin, aracılığın hiçbir işe yaramayacağı günde, ilahî adalet ile yargılanacak, böylece ne “kul hakkı”, ne de “insan hakkı” göz ardı edilecektir.
Böylesine derin bir anlayışı Müslümanlara öğreten Allah Rasulü (s.a.s.), dünyada yapılan haksızlıkların ahirete bırakılmasını oldukça ağır bir sorumsuzluk örneği olarak görür ve bu duruma düşen kimseyi “müflis” benzetmesi ile anlatır:
“Asıl müflis, kıyamet gününde kıldığı namaz, tuttuğu oruç ve verdiği zekâtla gelir. Ancak dünyada iken şuna sövmüş, buna iftira atmış, ötekinin malını yemiş, berikinin kanını dökmüş, bir başkasını da dövmüştür. (İhlal ettiği bu hakların karşılığı olarak) iyiliklerinden alınıp hak sahiplerine verilir. Şayet hesabı görülmeden iyilikleri biterse, mağdur ettiği insanların günahlarından alınarak bunun üzerine yüklenir, sonra da cehenneme atılır.” (Müslim, Birr ve Sıla, 59.)
Allah Rasulü’nün bu uyarısından anlaşılmaktadır ki, kişinin “kul hakkı” yemesi, -dünyada iken hak sahibiyle helalleşmemesi durumunda- yaptığı ibadetlerini zayi etmesi anlamına gelmektedir. Nitekim Hz. Peygamber, insanların karşılıklı olarak birbirlerinin haklarına riayet etmelerini, yapılan haksızlıkların dünyada iken telafi etmeleri gerektiğini vurgular: “Kim kardeşine haksızlık etmişse, onunla helalleşsin…” (Buhari, Rikâk, 48.) Zira ilahî adalet gereği kıyamet günü geldiğinde Allah Teala boynuzsuz koyuna eziyet eden boynuzlu koyundan bile hesap soracaktır. (Müslim, Birr ve sıla, 60.)
Şu halde, namaz, zekât, sadaka, oruç, hac, umre ve kurban gibi ibadetlerin önce kabulü, sonra da muhafazası “kul hakkı” denilen bir ön şarta bağlıdır. Çalma, aldatma, gasp, haksız olarak zimmete geçirme vb. yollarla elde edilen haram kazançla yapılan ibadetlerin kabulü mümkün değildir. Hırsızlık yaparak yedikleriyle oruç tutan, rüşvetle, tefecilikle elde ettiği gelirle hacca giden, yolsuzluk yaparak devşirdiği servet ile kurban kesen kimselerin bu ibadetleri Allah nezdinde kabul görmeyecektir. Nitekim Hz. Peygamber bir vesile ile ashabına şöyle hitap etmiştir:
“Ey insanlar! Allah temizdir ve ancak temiz olanı kabul eder. Allah, peygamberlerine emrettiği şeyi size de emretmiştir: “Ey peygamberler! Temiz şeylerden yiyiniz ve iyi ameller işleyiniz. Doğrusu ben, sizin yaptığınız şeyleri tamamen bilirim.” (Mü’minûn, 23/51.) Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların iyi ve temizlerinden yiyin.” (Bakara, 2/172.) Sonra uzun yollardan gelip toza toprağa karışan ve ellerini semaya uzatıp: “Ya Rabbi, Ya Rabbi!” diye dua eden bir adamdan bahsetti. Hâlbuki bu adamın yediği haram, içtiği haram, giydiği haram, vücudunda taşıdığı gıdası haram! Allah onun duasına ne diye icabet etsin?” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XIV. 90.)
İslam ahlakındaki durum bu olunca, oruç ibadetini yerine getirenler, her şeyden evvel, “imsak” yaparak oruca başladıklarında, sadece yemekten içmekten değil, haram yemekten, haram kazançtan, kul hakkından el çekeceklerdir. Haram bir lokma ile nasıl iftar ve sahur yapamayacaksa, iftar ve sahur sofrasına da haram kazanç taşıyamayacaktır. İmsak sonrası helal kazancını yemekten el çeken oruçlu, gün boyu, ramazan boyu ve sonrasında da sene hatta ömür boyu haram yemekten, kul hakkı yemekten kesin bir biçimde uzak duracaktır. Böylece “kul hakkı” bilinci ile hareket eden bir mümin, oruç ibadeti ile “hak” kavramı arasındaki bu sıkı ilişkiyi görerek helal-haram hassasiyeti gösterecek, neticesi itibariyle her türlü haksızlıktan ve ahlaksızlıktan uzak kalmaya gayret edecektir.
Her yönüyle Müslümanlar için örnek ve ölçü olan Allah Rasulü, Allah’a karşı ibadet ve taat amacıyla da olsa, hiçbir hakkın ihmal ya da ihlal edilmesini hoş görmemiştir. Hak ve hakkaniyet konusundaki titizliği gereği rahmet elçisi, kişilerin, kendilerine de haksızlık yapmalarına izin vermemiştir. Nebevi öğretideki “hak” anlayışının, oldukça farklı bir boyutunu dile getiren Allah Rasulü (s.a.s.) kendisini ibadete vererek dünyadan el etek çektiğini duyduğunda, ashabından çok sevdiği Osman b. Maz’un’a şöyle buyurmuştur:
“Bedeninin senin üzerinde hakkı vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Misafirinin senin üzerinde hakkı vardır. Nefsinin senin üzerinde hakkı vardır…” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, XI. 452; Ebu Davud, Tatavvu’, 27.) Aynı şekilde peş peşe oruç tutan, geceleri de sürekli namaz kılan Abdullah b. Amr’a da şu uyarıyı yapar:
“Aman böyle yapma. Çünkü senin üzerinde gözünün hakkı var, nefsinin hakkı var, ailenin (eşinin) hakkı var.” (Müslim, Sıyam, 186.)
Hz. Peygamber’in yukarıdaki uyarıları, ibadetlerde aşırılığa kaçarak eşlerin ve misafirlerin hukukunun yanı sıra, ibadet yapanın beden sağlığını korumayı da amaçlamaktadır. Elbette buradan bizim de alacağımız dersler bulunmaktadır. Bırakın nafile ibadetleri, ramazan orucu gibi farz olan ibadetleri ifa ederken de bu hususların korunması gerekmektedir. Zira oruç, her ne kadar belli saatlerde bazı helallere sınır getirmekteyse de, eşler ve kardeşler arası hukuku askıya almamalıdır. Keza, hadisteki sürekli oruç tutmaktan dolayı takatsiz kalan bu zahit sahabiye yönelik “bedeninin senin üzerinde hakkı vardır” şeklindeki uyarıyı, bugün iftar ve sahurlarda oruçlunun beden sağlığına zarar verecek şekilde aşırı yiyip içmesini veya yanlış beslenmesini de kapsamaktadır.
Bütün bu anlatılardan hareketle söyleyebiliriz ki, İslam düşüncesindeki “hak” anlayışı, bizi yaratan Allah’ın hakkından başlayıp, başta insanlar olmak üzere hayvanlar dâhil tüm mahlukatın hakkına karşı duyarlı olmayı zorunlu kılmaktadır. Bu anlayışa göre, “kul hakkı” denilen hassasiyet, din, dil, ırk, renk ve mezhep ayrımı yapmaksızın tüm insanların hukukunu çiğnememeyi, hiç kimseye karşı haksızlık yapmamayı gerektirmektedir. Elbette bu noktada Müslümanlar arası özel hakların, bilhassa bir arada yaşamanın tabii sonucu olarak eşler arası hukukun önemi ve önceliği tartışılamaz. Ayrıca günümüzde modern hayatın yoğunluğu içerisinde ancak arta kalan zamanın zar-zor ayrıldığı ciğerparelerimiz olan çocukların ve torunların hakları asla ihmal edilmemelidir. Ve nihayet, müminler yaşam tarzlarını, alışkanlıklarını, aşırılıklarını ramazan ve oruç vesilesiyle yeniden gözden geçirmeli ve “nefsinin, bedeninin, gözlerinin” ve diğer organlarının da hakkını korumalı, her türlü ifrat ve tefritten uzak durmalıdır. Böylece ramazan ve orucu, “Her hak sahibine hakkının verildiği”, hak, hukuk ve hakkaniyet ölçülerinde müminleri hakka ve hakikate ulaştıracak hakiki bir mana iklimine dönüşebilsin…