Makale

DEDESİNİN RUS ÇİZMELERİNDEN OYUNCAK YAPAN TORUN

DEDESİNİN RUS ÇİZMELERİNDEN OYUNCAK YAPAN TORUN

Halime Karabulut

Büyüklerimizin/ihtiyarlarımızın değerini bilmeliydik… Onların tecrübelerinden daha çok faydalanmalıydık… Yazmalıydık anlatılanları satır satır…
Ne yazık ki… diye kesiliyordu cümlelerimiz.
Ne yazık ki artık aramızda değiller.
“Keşke” diyerek yeni bir cümle kurardık.
“Keşke, dedelerimizin anlattıklarını yazmış olsaydık.” Anlatılanları hep duyacakmışız gibi dinlemişiz ama şimdi yoklar. Hikâye dinler gibi dinlemişiz onların yaşadıklarını. Hatırladıklarımız tarihten, mekândan kopuk. Kaf dağında yaşananlardan farksız…
Nuri Bey devam etti hikâyesine, yani savaşta Ruslara esir düşen ve 13 yıl sonra memleketine dönen dedesinin başından geçenleri anlatmaya.
Nuri Bey: “Hiç unutmuyorum, dedemin Ruslara esir düştüğü yılları bize anlatışını. Dört yıl askerlik yapmış dedem. Bir çatışmada yaralanmış. Yürüyecek durumda değilmiş. Kayalıkların arasında kendi yarasını sarmaya çalışırken Rus askerleri onu görmüş ve esir almışlar.”
Nuri Bey hikâye anlatıyordu. Ben hikâyenin en heyecanlı yerinde soruyordum. “Nuri Bey! Bu olay ne zaman olmuş, hangi yıllarda ve hangi savaşlarda?”
Nuri Bey biraz düşündükten sonra; “Bilmem ki, hiç sormadım!” dedi.
Soran bilmez tarihini, kendisine sorulan bilmez. Çünkü bizler hikâye dinledik dedelerimizden. Tarih dinlemedik. Ve bunu çok geç fark ettik. Dedelerimiz tarih oldu.
Biraz hayıflandı Nuri Bey ve devam etti hikâyeye. Rus askerleri: “Bu adam sağlam, bizim işimize yarayabilir.” diyerek götürmüşler dedem Yusuf’u. Esir kampında kalmış tam dokuz yıl. Köle olarak çalıştırıldığı yerden kaçmayı başarabilmiş bir gün. Çetin bir yolculuktan sonra memleketi Erbaa’ya ulaşmış. On üç yıl önce ayrıldığı mahallesine, evine yönelmiş. Yıllarca savaş meydanlarında, esir kamplarında, köle pazarlarında yıpranan dedem, kendisinden daha az yaşlanan evinin kapı tokmağına heyecanla dokunmuş.”
“Nuri Abi! Dedenle birlikte Ruslara esir düşen kaç Türk askeri varmış? Kaç tanesi vatanına dönebilmiş?” diye sordum.
Nuri Bey: “Çokmuş, ama sayısını bilmiyorum. Hiç sormadım ki. Hikâye dinler gibi dinlerdim. Ama dedem diyordu ki: “Birçok kişi Rusya’ya kalıcı olarak yerleşti. Orada imkânlar daha iyiydi. Dönmeyi düşünmediler.”
Nuri Bey kaldığı yerden devam etti hikâyeye. “Yıllar önce çıktığı evine misafir olur dedem. Yemek ikram edilir kendisine. Evin genciyle birlikte yemek yer. Evin hanımı, yani nenemin çok işi vardır. Bir an önce misafirin kalkmasını ister.”
Dedem: “Bu gece beni misafir kabul eder misiniz?” der.
Evin hanımı: “Olmaaazzz. Erkeği olmayan eve misafir kabul etmeyiz.”
Nuri Bey hikâyeyi tatlı tatlı anlatıyor, bizler de dinliyoruz.
“Nuri Abi! Nenen, dedeni tanıyamamış mı?” diye sordum.
Nuri Bey: “Tanıyamamış tabii. On üç yıl önce askere gönderdiği dedemden ümidi kesmiş. Onun öldüğüne inanmış artık. Üstelik savaşta, esir kampında çok sıkıntılar çekmiş, değişmiş olmalı dedem.”
Nuri Bey anlatmaya devam etti. Nenem dedemin kalkıp gitmesini beklerken, dedemin gitmeye niyeti yokmuş.
Nenem: “Akşama düğünüm var. Hazırlık yapmalıyım” deyivermiş. Oğlu da annesini tasdiklemek için başını sallamış.
Bir hikâye dinliyor olmalıydık. Bu kadarı hikâyelerde olurdu ancak. Hayretler içinde sordum:
“Nuri Abi! Nenen dedeni gözlerinden de mi tanıyamamış? Gözler değişir mi, ya bakışlar, bakışlar da değişir mi?”
Nuri Bey: “Nenem onun öldüğünü sanıyormuş. Dedem değişmiş demek ki.”
Eee, sonra?
Nuri Bey: Meğerse o gece nenem mahalleden başka bir adamla evlenecekmiş. Dedem bunu duyunca, on üç yıl önce nenemin ördüğü hırkasının düğmesini neneme göstermiş. Nenem kendi eliyle diktiği düğmeyi görünce misafirin, evin beyi olduğunu anlamış.
Eee, sonra ne olmuş. Düğün?
Nuri Bey: Düğün olmamış tabii ki.
Ben, İslam hukukundaki; “Bir adam kaç yıl kayıp olursa karısı evlenebilir?” Sorusuna mezheplerin verdiği cevapları düşünüyorken Nuri Bey ise, hikâyenin en unutamadığı yerindeydi.
Nuri Bey: Dedemin Rus çizmeleri vardı. Çok güzeldi. Biz o çizmeleri yırtıp kendimize oyuncak yapmıştık.
Hikâyeyi dinleyenler hep bir ağızdan: “Yapmayınnn! Bunu nasıl yaptınız?” dedik demesine ama Nuri Bey çok kısa bir cevap verdi.
Çocuk aklı işte…
Çocuk aklı… Ve bazı konularda hep çocuk kaldık, büyüyemedik. Dedelerimizin Rus çizmelerinden oyuncaklar, bastonlarından atlar yaptık kendimize…