Makale

ÖLÜ-M-LER

ÖLÜ-M-LER

Yard. Doç. Dr. Aydın Aktay/ Sakarya Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi

“Ölüm ölüm / gündelik sözlerimiz arasında / geçecek kadar kaba.”
İsmet Özel

Biri ölüye tapar diğeri ölüye söver, biri ölü sevici diğeri ölü soyucu; yok birinin diğerinden farkı aslında... Bir de ölüden medet umanlar var, her dönem vardır onlar, yaşayanlardan umutlarını kesmiş diri olana düşmandırlar.
Ölümleri siyasi emelleri ile tevhit edenler en iğrençleridir, ölü sayıcıdır onlar, kaç ölü o kadar ajitasyon ustasıdırlar. Kur’an-ı Kerim ölü sayıcılardan söz ederken: "hatta zürtümül mekabir" der. Yani kabirlerdekine varıncaya kadar sayanlar... Çokluk delisidir böyleleri her şeyi sayarlar, nicelik tapıcıları, evlatlarını, mallarını sayarlar yetmez ölülerinin çokluğuyla övünürler...
Çokluk delisidir böyleleri her şeyi sayarlar, nicelik tapıcıları, evlatlarını, mallarını sayarlar yetmez ölülerinin çokluğuyla...
Ölüm kadar ölümün ve ölünün kendisine karşı hissiyatı insanları ele verir çoğu zaman
"Ölümler ölümlere ulanmakta ustadır." der İsmet Özel. “Ölmeden önce ölenler” bilir, ölünün ve ölümün anlamını, sevgi ve nefret ikilemine, diyalektiğine teslim olmazlar. Gerçekliğine ve anlamına dair güçlü bir karakterleri vardır. Korku ile umut arası bir denge hâlinde karşılarlar ölümü, ölüye sevgileri ve nefretleri de öyledir. Metanet derler buna eskiler, yeniler ise relaks...
Rölativizmin ilişemediği gerçekliktir ölüm. Şüphesiz olarak inanılan dünyada hiçbir gerçekliğin ölüm gerçekliği yanında esamesi okunmaz... Asla aldatmaz, bilirsiniz ki bir gün ölürsünüz, kaçarı yok... Bu yüzden yaşam koçlarına sığınarak hayatı uzatma denemeleriniz boşuna... Ölürken cesedi yakışıklı olsun isteyenlerin genç kalma çabaları kozmetik ve estetik sanayiini besliyor sadece. Spor ve sağlıklı yaşam telaşı arasında akıp giden zamana karşı tüm bu çabalar ölüm karşısındaki çaresizlik çırpıntılarıdır...
ÖLÜ-M-LER
1- Yaşarken, insanlarla ilişkilerinde araya oldukça mesafe koyan, çok saygın ve bir o kadar da resmî ilişki gözeten bir kişinin cenazesine gitmiştim. Yaşarken bu kişinin ördüğü duvarları aşmak, koyduğu mesafeleri ve sınırları çiğnemek mümkün olmazdı. Cenazesi kaldırıldığı gün öyle bir yağmur yağmıştı ki cenazeyi kabre indirmekle meşgul üç-beş kişi ve din görevlisinin dışında hiç kimsenin yağan yağmurun, mezarının etrafında oluşturduğu çamur deryasından dolayı cenazeye yaklaşamadığını gördüm, çok etkilendim. Demek ki yaşarken nasılsanız, ölürken de öyle uğurlanırsınız...
2- Karısının telkinleriyle, akrabalarından uzak yaşamayı, onlarla arasında mesafe olmasını isteyen bir adamın hayatı boyunca akrabalarıyla kopuk ilişkilerinin sonucu, kendisinin değil karısının ailesinin kabristanına gömülmesi olmuştu...
3- Babaanne yaşlanmış ve görme özürlü olmuş, son otuz yılı aile bireyleri için bir sıkıntı oluşturmuştu. Kim bakacak kavgası ve gerilimi otuz yıl sürmüştü. Kadıncağızın çocukları arasındaki ilişkileri otuz yıl boyunca bu gerilim belirlemişti...
Büyüyen çocukların hepsi bu paylaşım(!) kavgasından psikolojik olarak etkilenmişler. Vefasızlığa, yalana ve bencilliğe dair her şey öğrenilmiştir, kuşaktan kuşağa aktarılmak üzere... Ve bir gün ölür kadıncağız... Bir mezara gömülür... Bu mezarın bulunduğu kabristanda aile bireylerinden hiçbiri yoktur...
Adeta herhangi bir çukura atılmıştır... Yaşarken istenmeyen kadıncağızın kabristanında da kimseleri yok. Kim bilir bu kadıncağız da yaşarken kimleri istememişti yanında?
4- 25 yaşında, yani çok erken yaşlarda üç çocuğu ile bir başına dul kalan ve fedakârca onları yemeden yediren içmeden içiren, her türlü işe koşturarak büyüten annesi ile ilişkileri evlendikten sonra değişmişti, evin en büyük oğlunun…
Anne ve henüz daha çok küçük olan diğer iki kardeşini kaderleriyle bir başına bırakıp payına düşen üç beş parça mal mülkü satıp İstanbul’a taşınmıştı…
Karısının merkezde olduğu bir hayat yaşamış dönüp arkasına bile bakmamıştı… Sonradan İstanbul’a taşınan anne ve kardeşlerine kayıtsızlığı burada da sürmüştü. Kardeşler büyümüş anne yaşlanmıştır… Anne en küçük oğlanda kalıyordu, büyük oğluna içerliyor, sitem ediyor şikâyetleniyordu. Büyük oğulla, babasını annesinin karnındayken kaybetmiş küçük oğul arasında ciddi bir gerilim hayat boyu devam etmiş bu yüzden…
Derken annenin kalbi kırık bir şekilde vadesi dolmuş ve aile kabristanına gömülmüş…
Aradan yirmi sene geçmiş büyük oğulun hanımı da vefat etmiş gömülecek tek yer kalmış aile kabristanında o da kayın validenin mezarı, oraya gömmüşler… 6 yıl süren bir yatalaklık hâli yaşamış büyük oğlan ölünceye kadar, hanımından ayrı düşememiş altı ay sonra vefat etmiş… Gömülecek yer kalmamıştı aile kabristanında ve aile kabristanına çaprazdan bakan bir başka aile kabristanına gömülmüş… Mezarı, karısına mezarını bile açan fedakâr annesine uzak, kabul edilmemiş affedilmemiş biri gibi bakarak…
5- Yıllar önce büyük bir şehre göç etmiş, çoluk çocuğunu bu şehirde büyütmüş bir adam... Yıllarca memleket özlemi duymuş, bu yerleştiği şehirde hemşerisi var mı yok mu sürekli etrafı kolaçan etmiş, bulduklarını bir arada tutmak için dernek, vakıf tarzı örgütlenmelere düğün, cenaze gibi birlikteliklere aktif ve öncü olarak katılmış... Çocukları bu memleket severliğine hemşerilere bağlılığına anlam veremiyormuş... Zaten, çocuklarına memleketinin örf adet ve geleneklerini tüm gayretine rağmen aktaramamış, anadili, akraba eş ve dostu neredeyse unutmuşlar... Derken vefat etmiş... Cenazesinde yurdun dört bir tarafından hemşerileri gelmiş, taziye evi her gün dolup taşıyormuş... En son planlanmamış spontane bir şekilde on on beş kişilik bir hemşeri topluluğu eve taziye ziyaretindeydik...
Müthiş bir Kur’an ve dua ziyafeti vardı, şaşırdı çocuklarından biri ve sordu:
"Siz kimsiniz?"
Gülerek dedi ki arkadaşlarımızdan biri: "Bizi Allah gönderdi..."
6- O, Ebu Zer idi...
“Yalnız yaşayıp yalnız ölecek ve tek başına diriltilecek.” diye hakkında Rasulüllah’ın (s.a.s.) öngörüsü vardır...
Kimseye eyvallahı olmayan, doğruyu her şartta söyleyen, kurulu düzene itiraz edenlerin sembolü... Hâliyle dokuz köyden kovulacak bir yaşamın tahmini de böyle olur zaten...
Müslüman olduğunu Kâbe de ilk deklare eden de o olmuştu...
Muaviye, Ebu Zer’in eleştirilerinden iyiden iyiye rahatsız olmuştu ve Hz. Osman’a haber göndererek sesinin kesilmesini istedi. Hz. Osman, Ebu Zer’i Medine’ye çağırdı. Halife’nin huzuruna çıkan Ebu Zer, onu da kıyasıya eleştirmekten hiç çekinmedi: “Yakınlarını tayin ediyorsun, adam kayırıyorsun, Tuleka’ya yakınlık gösteriyorsun...”
Ebu Zer’in eleştirileri görmezden gelindi ve Hz. Osman tarafından Rebeze denilen yere sürgün edildi. O da buna uydu. İki yıl kadar süren bu “yalnız, sürgün ve marjinal” döneminde Ebu Zer, sık sık Medine’ye gelerek Hz. Osman’la görüştü.
Kendisine gelerek yönetime karşı ayaklanma başlatacaklarını, bu hareketin liderliğini üstlenmesini teklif eden muhaliflere pek yüz vermedi ve eleştirel/pasifist tutumunu sürdürdü.
Ebu Zer 32/653 yılında Rebeze’de iken vefat etti.
Yanında hanımı, kızı ve bir hizmetçisi vardı. Öldüğünde üzerine sarılacak bir kefen dahi bulunamadı. Hanımı yola çıkarak oradan geçmekte olan bir kafileye şöyle seslendi: “Ey Allah’ın kulları, şurada bir adam öldü. Cenazesini kaldıracak kimse ve üzerine sarılacak kefeni yoktur. O, Allah’ın Rasulü’nün sahabesi Ebu Zer’dir. Allah aşkına yardım edin!”
Kafile ile oradan geçmekte olan Abdullah bin Mesut idi. Kafiledeki bir gencin bezleriyle kefenlendi. Abdullah bin Mesut gözyaşları içinde Ebu Zer’in cenaze namazını kıldırdı.
“Yalnız yaşayıp yalnız ölecek ve tek başına diriltilecek.” diye hakkında rivayet bulunan Ebu Zer, çölün ortasındaki bu ıssız araziye tek başına gömüldü.
Issız çöldeki yalnız mezarında görkemli yatışı aslında ne kadar çok şey anlatıyor…
Ebu Zer gibi konuşmak ve düşünmek çok kolaydır, konfor da sağlar insana, karizma da yaptırtır. Ama Ebu Zer olmak zordur...
7- Hayatının büyük bir bölümünde sessiz ve kendisini fark ettirmeyen, gösterişsiz, sade bir hayatı tercih etmişti... Sadece özel sohbetlerde anlaşılıyordu değerli fikirlerinin olduğu ve varlığı çok özel zamanlarda hissediliyordu. Sesi gür değildi, kararlı çıkmazdı kelimeler ağzından... Sessizce bir köşede izlerdi sadece olan biteni, müdahil değildi hiçbir şeye... Sevilirdi ve güzel anılırdı her mecliste... Adı anıldığında rahmet okunur en içten seslerle... Vadesi doldu, köyünde çok insanın gömülü olmadığı bir kabristanda bir ağacın az ötesinde, etrafındaki mezarlara çok uzak bir yerde, sessiz ve tenhada bir köşede yatıyor... Mezarına uğrayanı az, mezarı fark edeni de... Yazdan yaza arada bir ziyaret edeni var. Yaşarken de öyleydi rahmetli... Cenazesine gelenlerin işi çoktu. Yaşarken nasıl davrandılarsa rahmetliye öylece davrandılar, dağıldılar kısa sürede... Bir selam verip bir Fatiha okuyup gittiler... Dönmemek üzere çoğu...
8- Musab Bin Umeyr’in kefen bulamamış naaşı
Sabah evden çıkışını izlemek üzere Kureyş kızlarının evlerinin camında saatlerce bekledikleri Musab (r.a.)…
Kureyş’in Peygamber (s.a.s.)’e benzetilen Yusuf (a.s.)’u andıran güzel yüzüyle en yakışıklı erkeği, en güzel giyinen insanı.
Üzerine sürdüğü güzel kokularıyla meşhur Kureyş aristokrasini temsil eden bir zengin ailenin oğlu Musab…
Müslüman olduğunda tüm bu imtiyazları arkasında bırakarak Medine’ye hicret eder...
İslam’ın Medine’de yer tutup gelişmesinin en büyük mihmandarlarından...
Durup dinlenmeden, Peygamber (s.a.s.) Medine’ye gelinceye kadar malıyla ilmiyle kelamıyla cihat etti, tebliğ yaptı... Derken, Uhut savaşında okçuların dünya telaşıyla erken terk ettikleri mevzilerinden doğan boşluk sırasında, peygamberi savunmak için cansiperane savaşırken şehit düşmüştü...
Savaş meydanında 70 çeşit yara bere içinde yüzü tanınamaz, cesedi teşhis edilemeyecek hâldeydi. Üzerine örtecek kefen niyetine bir şeyler uydurmak zorunda kaldı Müslümanlar...
Sonra da misk kokuları içinde cennete uğurladılar...