Makale

KORKU KÜLTÜRÜ VE TÜNEL VİZYONU

KORKU KÜLTÜRÜ VE TÜNEL VİZYONU

Prof. Dr. Adnan Bülent Baloğlu / DİB Başkanlık Müşaviri

Çok korktuğumuzda beynimizin tam ortasındaki badem biçimli küçük organımız ’amigdala’ sinir sistemimize sinyaller yollar ve ardından kalp atışlarımız hızlanır, kan basıncımız yükselir, hızlı ve kesik kesik nefes alıp vermeye başlarız. Bu esnada adrenalin ve kortizol gibi stres hormonları salgılarız. Kalbimize kan giriş ve çıkışı aşırı olunca elimiz ayağımız titrer, soğuk terler dökeriz, bazen tüylerimiz diken diken olur. Ciddi bir tehlike durumunda bizde oluşan bu doğal duygusal tepki hâli psikoloji lügatinde ’korku’ olarak tanımlanıyor.
Amigdala’nın korkuyu aşırı biçimde hissetmesiyle birlikte, akıl, şuur, dil, düşünme kabiliyeti, akıl yürütme, hüküm verme, hayal etme gibi hayati beyinsel faaliyetlerimizi düzenleyen ve kontrol eden beyin kabuğumuz da adeta felç olur. Düşünme, akletme kabiliyetimiz azalır, hareketlerimiz ve reflekslerimiz yavaşlar, bazı durumlarda zamanın yavaşladığı hissine bile kapılabiliriz. Beynimiz aşırı korkuyla kendini dış dünyaya kapatır, sadece belli gerçekleri kabul eder, diğer bütün gerçekleri yok sayar. Psikologlar bu patolojik hâli de ’tünel vizyonu’ olarak kavramsallaştırmışlar.
Peki, sürekli suni korkularla beslenen, derme çatma, asılsız haberlerle korkutulan toplumlar da bir süre sonra ’tünel vizyonu’ adı verilen bu patolojik hâle düçar olabilirler mi? Gelin bu sorunun cevabını birlikte arayalım.
Öncelikle sosyal bilimcilerin bir tespitini biz de tekrar teyit etmiş olalım: ’korku kültürü’, bugünün modern toplumlarını tanımlayan en iyi kavram.
Doğu-Batı ilişkilerini sürekli bir ’çatışma’ söylemi üzerinden okumaya hevesli art niyetli bir grup medya mensubu, siyasetçi ve sözde entelektüelin var olduğunu başından beri söylüyoruz. Bu kimselerin tarihsel önyargılar eşliğinde oluşturdukları basmakalıp fikirlere duygusal anlam ve tepkiler yüklemekte mahir oldukları da malumdur. Burada ilave bir bilgi olarak ekleyelim ki, Batı’nın belli başlı düşünce kuruluşlarında özellikle bu mesleği icra edecek zeki ve becerikli elemanlar hâli hazırda yetiştiriliyor. Kurmaca, asılsız, uydurma fikir ve söylemlerle toplumları sürekli korkutan ve böylece kültürler arasında nefreti ve düşmanlığı körükleyen bilhassa medya gücünü ele geçirmiş bir güruh var ki bunlar, geceli gündüzlü yeni sinsi projelerin peşinde ter döküyorlar.
Meşhur Filistinli Hristiyan edebiyatçı ve düşünür Edward Said (ö. 2003), ’Medyada İslam’ isimli önemli eserinde söz konusu bu zihniyetin medya ayağındaki yapılanmasını mercek altına alır. Said, ’hazır reçeteler’ ile İslam hakkında ’ahkâm kesen’ yığınla sözde İslam uzmanının bilhassa Batı medyası içinde kümelendiğini söyler. Said’e göre, bugün piyasada İslam uzmanı olarak geçinenler, gerçekte, İslam’ın sosyal hayattaki çeşitliliği ile baş etmekten, onu kavramaktan acizdirler. İlaveten, insan faktörünü ve tarihsel değişimleri de inkâr etmekte ısrarcıdırlar. İslam’ı kendi istedikleri bir kalıp ve şekle sokup gaddar ve şeytani bir ’tehlike’ olarak pazarlamak onlar için ciddi bir geçim kaynağıdır. Onlara göre, İslam bir din veya kültür değil, modernliğe ve liberal değerlere meydan okuyan, her türlü Batılı siyasi düşünceden nefret eden bir ’siyasi kriz’dir; irrasyonel, uzlaşmaz bir ’yeşil bela’dır; şiddet ve savaş yanlısı köktendinci ’militan’ bir güçtür. Medya, bu karalayıcı, aşağılayıcı yargıları gerçekte ezici çoğunluğu hiçbir zaman yansıtmayan ’kötü’ ve ’korkutan’ örneklerle dikkatlere sunar; yoğun bir kampanya eşliğinde bıkıp usanmadan beyinlere İslam korkusunu zerk eder.
Burada özellikle belirtelim ki, ’yeşil korku’, Soğuk Savaş döneminin fiilen sona ermesiyle devrini tamamlayan ’kızıl korku’nun hemen arkasından vizyona sokulmuş, Deepa Kumar’ın yerinde tespitiyle, "en az kızıl korku kadar kullanışlı imal edilmiş bir kriz"dir. (İslamofobi: İmparatorluğun Siyaseti, İst. 2016, s. 232.)
Said’in ana hatlarıyla tasvir ettiği bu uzman müsveddelerinin en çarpıcı örneklerinden biri, kendini ’taş gibi bir ateist’ olarak tanımlayan Yahudi asıllı Amerikalı yazar Howard Bloom’dur. Bloom, ’The Muhammad Code’ (Muhammed Şifresi, Port Townsend 2016.) adlı kitabında İslam’a, onun Sevgili Peygamberine ve Müslümanlara kin ve nefret kusar. Bununla birlikte, Bloom’un esasen neyi amaçladığını anlamak açısından kitabının ilk sayfasında gözümüzün içine sokarcasına büyük puntolarla yazdığı şu cümlelerini takdirlerinize sunmadan geçemeyeceğim. ’Büyük İskender, Jül Sezar, Cengiz Han ve Adolf Hitler dünyayı ele geçirmek istediler. Hepsi başarısız oldu. Ne var ki, cahil bir çöl peygamberi ve onun takipçileri beraberce, Büyük İskender’in fetihlerinden on bir kez, Roma İmparatorluğunun fetihlerinden beş kez ve de Birleşik Devletlerin fetihlerinden yedi kez daha büyük bir imparatorluk vücuda getirdiler. Tarihteki en büyük imparatorluk! Muhammed bunu nasıl becerdi? Bu başarı sizi ve beni nasıl tehdit ediyor?’
Bu ipe sapa gelmez –tabirimi mazur görün– mukayese vesilesiyle şunu söylemek isterim. Yazarın, her ne kadar elmayla armudu karıştırsa da, hedefi tam isabetle vurmak için hakaret dolu ifadelerini ve örneklerini özenle seçtiği belli. Bu nevi kitaplar, Edward Said’in de haklı olarak ifade ettiği gibi, ’akıllara zarar bir cehaletin ürünü’ olmaktan öte bir kıymete sahip değil. Her biri, yine onun ifadesiyle, sığ analizler, cılız tasvirler, temelsiz genellemeler ve nihayet ideolojik tutkuların ateşlediği önyargılarla dolu. Said’e göre, bu yazılar ’mide bulandıran kelime tercihleri’ ve ’insanın kanını donduran laf ebeliği’ ile istiflenmiş bir dizi ’kanıtlanamaz’ iddialar demetidir.
İşte tam burada sözü İtalyan yazar Giuseppe Goffredo’ya vermek istiyorum: "Batı kendisinden korkuyor… Batağına saplandığı vahşeti, şiddeti sorgulamaktan kaçınıyor… kendi yarattığı… kuşkularının, kaygılarının, kısacası paranoyalarının içine gömülmüş hastalıklı bir yapı sergiliyor… kendi tarihine dönüp bakmak yerine, kendi yarattığı imgeler içinde umutsuzca çırpındıkça batıyor ve uygarlık savaşını ilan ediyor." (Barış Sürecinin Acıları, s. 30-31.) Şunu da eklemeden edemiyor Goffredo: "Auschwitz’den sonra neden Müslümanlara karşı korkuyu, dini ırkçılığı körüklüyorlar? Tüm bu din sömürüsünün amacı ne? Şunu kesinlikle söylüyorum ki, Müslüman ve Hristiyan halkları arasında bir çatışma yok. Çatışma İslami terörist gruplarla Batılı köktendinci güçler arasında." (s. 49.)
Sizce, Goffredo’nun hiçbir yoruma gerek bırakmayan net ifadeleri Bloom gibiler için yeterli bir cevap değil mi? Goffredo, içerden bir ses olarak, din sömürüsü üzerinden suni bir korku yaratmak isteyen bu köktendinci güçlerin aslında içine düştükleri amansız paranoya hâlini gizleme peşinde olduklarını söylüyor bize.
Bu kötü ve art niyetli odaklar, İslam’ı bir kültür ve din olarak görmek yerine, onu hem faşizm ile hem de terör ile özdeşleştirmek gibi bir garabette birbirleriyle âdeta rekabet içindeler. Batı toplumlarının muhayyilesini sözde İslam korkusu ile diri tutabilmek ve gerçek olmayan şeyleri gerçekmiş gibi sunmak adına Batı’nın bir kısım siyaset, medya ve akademi unsurları iş başında. Nihai hedef, yalan haberlerle ve asılsız iddialarla Batı toplumunu yukarda tasvirini yaptığımız ’tünel vizyonu’ hâletiruhiyesine sokmak gibi ’ulvi’ bir misyonu harfiyen icra etmek!
Şunu da ifade edelim ki, korku siyaseti üzerinden toplumları, dinleri ve kültürleri karalamak yeni araçların, yeni metot ve taktiklerin keşfini zorunlu kılmaktadır. Bütün bunların uygulanma alanı, doğal kaynaklar bakımından zengin İslam beldeleridir ne yazık ki. Küresel güçler, işgal ve sömürü düzenine yönelik olmak üzere inşa ettikleri stratejilerini ilmek ilmek örmektedirler. Bugün İslam coğrafyasında süregiden savaşlar, kapalı kapılar ardında tasarlanan terör örgütleri üzerinden yapılmaktadır. Cephede bu olurken, cephe gerisinde de kendi toplumlarına yönelik bir korkutma kampanyası tüm hızıyla devam etmektedir. Tıpkı Bloom gibilerinin insanlara sıtmayı gösterip ölüme razı etmeye çalışmaları gibi…
"Çağdaş Batı devletinin güvenlik dili savaş konuşmasıdır; bu dil sadece devletin ulusal sınırların ötesine erişmesine katkı sağlamakla kalmaz, aynı zamanda sivil toplumu zayıflatır, insan haklarını, diplomasiyi ve barış vizyonunu da terk eder… dışardaki düşman sureti Müslüman-Siyah-Arap olarak tahayyül edilen teröristle birleşmiştir. Bu propaganda ikliminde, işgalci militarizm bir korku ve ırk kurgusuna hayat verir…" (Uli Linke, Danielle Taana (ed.), Cultures of Fear, New York 2009, s. 3.) Bu tespite itirazımız olabilir mi?
Bir New York’lu, politikadan hoşlanmayan babasının her gün üç saat Fox News haberlerini dinleyerek nasıl beyni yıkanmış bir yabancı düşmanına dönüştüğünü şu sözlerle anlatır: "Babam farklı insanlarla konuşmaktan ve onların dilini öğrenmeye çabalamaktan zevk alırdı. Fakat daha sonra ülkeye illegal yollardan gelen göçmenlerin, Amerikalıların işlerini ellerinden alacağı ve ardından İngilizcenin ikinci dil hâline dönüşeceği kaygısıyla onlara öfke duymaya başladı." Bu örneği medyanın kitle psikolojisini negatif yönde nasıl etkilediğine dair çarpıcı bir olay olarak sunan Amerikalı yazar Neil Strauss, korkunun insanları alarm durumuna geçirdiğini vurgular ve şunu ekler: "Ülkede milyonlarca insana bulaşan bir hastalık gibi!" (www.rollingstone.com) Strauss daha da örnekler verir, ama bizim yerimiz müsait değil…
Şimdi sadede gelelim. Dünyayı vaktiyle Doğu ve Batı şeklinde iki kutba bölenler, şimdi yeni bir kutuplaştırma projesini tedavüle sokma gayreti içindeler. Bu yeni kutuplar, uygar dünya ile vahşi/terör dünyasıdır. Buna göre, Batı, uygar dünyayı temsil ederken, İslam vahşi dünyayı yani terör dünyasını temsil etmektedir. Bu çerçevede, İslamofobiyi yani sözde İslam korkusunu sürekli dünyanın sıcak gündeminde tutanlar, aslında büyük ekonomik ve siyasi kazançlar için onu verimli bir araç kılanların ta kendileridir. Dolayısıyla, İslam’ı ve Müslümanları öcü göstermek için envaiçeşit yalanı uyduranlar da bu çevrelerdir. Bu korku tacirleri kendi yalanlarına önce kendileri inanmakta, sonra da kendi toplumlarını bu yalanlara ikna edebilmek için icat ettikleri sözde düşmanlarla onları sürekli korkutmaktadırlar.
Korkutulan toplumların akıbeti, girişte tasvirini yaptığımız tünel vizyonu adı verilen patolojik hâle düçar olmaktır. Bu toplumlar, medyanın da yoğun propaganda gayretleriyle kendilerine dayatılan düzmece yalanları gerçek sanmaya başlarlar ve nihayette kendilerini diğer bütün gerçeklere kapatırlar. Böylece hedef gerçekleşmiş olur.
Sonuç mu? Sonuç açık, daha ne diyelim? Yalan ve iftira kampanyasının ’korku tüneli’nde kaybolanlar için çıkışı bulmak imkânsız değil, ama zor.