Makale

KORKU ENDÜSTRİSİ VE GÜVEN BUNALIMI

KORKU ENDÜSTRİSİ VE GÜVEN BUNALIMI


Prof. Dr. Hilmi Demir/ Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

İnsanlık ilerledikçe korkularımız da ilerliyor, sınır tanımıyor. Açlık korkusu ile kız çocuklarını öldürenleri İsra suresi 31. ayetinde eleştiren Kur’an, aslında insanlığın en nesnel korkusunun açlık korkusu olduğuna dikkat çekiyordu. İnsan varlığının en köklü içgüdüsü hayatta kalma arzusudur. Dünya tarihi bilimin sürekli ilerlediğini ve insan varlığının gökleri fethettiğini haber veriyor. Ama yine de korkularımız azalmıyor. Bugün sadece açlıktan korkmuyoruz; korkularımız her geçen gün çeşitleniyor. Dünya küresel bir köye dönüşse de, sınırlar kaybolup kültürler ve toplumlar birbirine benzese de, korkularımız hiç kaybolmuyor.
1989’da Berlin duvarı yıkıldığında havai fişeklerle tüm Avrupa özgürlükler çağını selamlıyordu. Dünya liberal değerlere yelken açtığını ve soğuk savaşın bittiğini ilan ediyordu. Francis Fukuyama adlı düşünür Tarihin Sonu teziyle insanlığın artık ilerleme çizgisinin sonuna geldiğini, liberal değerlerin tarihin son noktası olduğunu duyuruyordu. Fukuyama’nın bu tezini ilan ettiği 1992 yılında Avrupa’nın tam göbeğinde başlayan Bosna iç savaşı hiçbir şeyin artık eskisi gibi olamayacağını gösterdi. Berlin duvarı yıkılmıştı; ama sınırların kalkması daha özgür bir dünyada yaşayacağımız anlamına gelmiyordu. Avrupa’nın seyrettiği Sırp vahşeti ve katliamı Fukuyama’yı yalanlamıştı; küresel dünyada sınırlar kalkmış, ama daha güvensiz bir köye dönüşmüştü. Yugoslavya dağılmış; Irak, Suriye, Libya parçalanmış; Yemen, Sudan, Nijerya’da iç savaş hızlanmış, milyonlarca insan evinden yurdundan göçe zorlanmıştı.
Yaşadığımız çağda insanlık tarihi belki büyük savaşlar görmedi; ama büyük güçlerin kullandıkları vekiller aracılığıyla çatışmalar artarak devam etti. “Vekâlet Savaşı” (proxy war) denilen bu yeni çatışma düzeninde, terörist örgütler savaşın tanrılarına hizmet etmeye devam ediyorlar. Aşırılık çağı ve terör çağı denilebilecek bu yeni yüzyıl, insanlığın mucizevi keşifleri ile en aşağılık katliamlarını yan yana getirebiliyor. Kök hücre çalışmaları ile hastalıklara şifa bulan insan, dünyanın en masum varlığı olan Aylan bebeği Ege Denizi’nin soğuk sularında ölüme terk edebiliyor. Ahsen-i takvim ile esfel-i safilin arasına sıkışan insanlık soğuk suların arasında yeni bir muştu bekliyor gibi. 20. yüzyıl bazı siyaset tarihçileri tarafından savaşın eksik olmadığı aşırılıklar çağı olarak adlandırılmıştı. 21. yüzyıl, özgürlükler beklerken korkunun koynunda kaybolduğumuz ve güvenimizi yitirdiğimiz korku çağı olarak adlandırılacak gibi gözüküyor.
Kentlerin gündüzü ve gecesi bir oldu; insanlar AVM denilen modern insanın mabedinde saatlerce vakit geçirebiliyorlar. Ama yine şiddet tüm kentlerimizde her an karşılaşabileceğimiz bir kâbusa dönüştü. Kentleşme ve kentin küreselleşmesi süreci de bilinçli toplumsal bir varlık olan insanı, derin bir yıkımın; dizginsiz bir insani yabancılaşmanın, ağır ahlaki ve moral çöküntünün, depresif nevrotik bir kişilik yapısının girdabına attı. İnsanı yaşatan ve dostluğu, arkadaşlığı, komşuluğu paylaştığımız kentler inşa edemedik. İnsani olanın şeyleştiği, beton ve çelikten ölü şehirler (Beldetün meytetün, Zuhruf, 43/11.) evlerimizi güvenli kılmıyor.
Korku kültürünün bir endüstriye dönüşmesi, kıyamet çağrıları, Batı sanatının ve eğlence sektörünün vazgeçilmezi haline geldi. Gençliğin okuduğu en çok satanlar listelerinin başında gizemli, sır dolu şeytanlaştırılmış varlıkların mücadelesini anlatan romanların olması tesadüf olamaz. Günümüz gençleri arasında korku romanı okumak, korku filmi seyretmek, sokakta bulduğu insanları rastgele öldürmenin hoş karşılandığı bilgisayar oyunları oynamak normal bir şeymiş gibi kabul görüyor. DAEŞ’in insanları vahşice öldürdüğü videolar aslında yıllardır gençlerimizin baş tacı ettiği roman ve bilgisayar oyunlarında çoktan kabul görmüştü bile. Günümüz korku romanları, filmleri, bilgisayar oyunları çağımız insanına bir yandan beşerin hayvani yönünü temsil eden temel korkularından kaynaklanan ortak simgeleri aktarmakta, öte yandan bunlara yeni biçim ve renkler katarak çağdaş korku simgeleri yaratmaktadır. Adalet, güven, merhamet, diğerkâmlık, cömertlik, yardım severlik gibi faziletleri içselleştiren rol modeller yerine acımasızlık, öldürme, sahte kahramanlar aracılığıyla tek başına her şeye ve herkese üstün gelme gibi şiddete yönelik duyguların içselleştirilmesi narsist bir benliği inşa ediyor.
Anneler çocuklarından korkuyor, kadınlarımız erkek şiddetinden, erkeklerimiz korkusuz kadınlardan. Kapılarımıza vurduğumuz kilitler yetmiyor, yirmi dört saat gözetleyen kameralar, sitelerimize güvenlikçiler dikiyoruz. Evlerimize ördüğümüz duvarlar yetmiyor, kalbimize, aklımıza en kötüsü de ruhumuza çelik ve soğuk duvarlar örüyoruz. Kalabalığın korkusu, yalnızlığın korkusu, ne olduğunun ve ne olabileceğinin korkusu, ölüm korkusu, yaşama korkusu ve yaşlanma korkusu. “Her yaşın ayrı bir tadı vardır, güzelliği vardır.” demişiz; ama o güzelliği öldürmek için saatlerce zaman ve para harcıyoruz. Alnımızdaki bir kırışıklık bile aynaya bakmaya korkutur oldu bizi. Oysa sevgilinin yüzündeki derin çizgiyi bir ömür geçen beraberliğin nişanesi olarak sevmeyi başarmalıydık.
Komşularımız korkutuyor bizi, öteki yaşamlar, farklılıklar, çoğulculuk ürkütüyor. Oysa Allah Kur’an’da Hucurat suresi 13. ayetinde “Ey insanlar! Şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık.” buyurmuyor mu? İmam Matüridi âlemdeki farklıkları, çeşitliliği, çokluğu ve zıtlığı Allah’ın tevhidinin delili kabul eder. Varlığı bu kadar farklı, çeşitli ve hatta zıtlarıyla yaratanın mı yoksa her şeyi birbirine benzer ve aynı yaratın mı daha kudretli olduğunu sorar. Elbette ki farklı ve çeşitli olan daha kudretlidir. O hâlde âlemdeki farklılık, çeşitlilik ve çokluk Allah’ın kudretinin temaşasının hikmetidir.
Oysa insanlık her şeyi ve herkesi yalnızca kendi gibi inanmaya, kendi gibi yaşamaya ve kendi gibi davranmaya zorluyor. Kimisi özgürlükler ve demokrasi adına kimisi de sözde din adına farklı olana yaşam hakkı tanımıyor, ötekine dünyayı dar ediyor. Avrupa’da artan İslam korkusu, aşırı sağın güç kazanması yıllarca komşuluk yapmış Müslümanları tedirgin ediyor. Batı dünyasında son zamanlarda göçmenlere ve Müslümanlara gösterilen ötekileştirici ve dışlayıcı tavır endişe verici boyutlara geldi. Avrupa’yı yurt edinmiş, orada doğmuş, evlenmiş ve Batılı insanları komşu edinmiş üçüncü nesil için yükselen İslam korkusu, bir arada yaşamak için şart olan güveni yok ediyor.
Güven erozyonu yalnızca bireyler arasındaki ilişkileri değil, toplumsal alanı da ifsat ediyor. Zira günlük hayatta insan ilişkilerinde güven olmadan sosyal hayat sürdürülebilir değildir. Güven yalnızca bireysel ilişkilerin değil, sosyal hayatın da devamlılığının teminatıdır. İnsanların birbirine karşı güveni olmasaydı kurduğumuz ilişkiler gelip geçici ve anlık olurdu. Belki de bu yüzden uzun süreli birliktelikler, uzun süreli evlilikler, uzun süreli ortaklıklar ve dostluklar kuramaz olduk.
Korku bizi ve davranışlarımızı kontrol etmeye başladığında akli yeteneklerimiz korkunun etkisiyle davranışları kontrol edemez olur ve karar verme içgüdümüz daralmaya başlar. Fikirlerimiz bulanıklaşır, hüküm verme ve çıkarımda bulunma yetimiz işlememeye başlar. Korku bazen de bireyi hayal dünyasının esiri yapar. Gizli ve gizemli olana karşı ilgiyi kontrol edilemez biçimde çoğaltır. Karanlıktan korkan çocuğun odasına hayaletlerin dolmasından korkması gibi. Aklıselim kaybolur, insan korkularından kurtulmak adına sahte ve düzenbaz insanların kurdukları yapılarda güven aramaya koyulabilirler.
Buna karşılık insan güvende olduğunda hem akli yeteneklerini daha sağlıklı kullanmaya hem de duygularını daha kolay ve içtenlikle ifade etmeye başlar. Güven yalnızca hayata tutunmanın değil, istikrarın, üretimin de kaynağıdır. Güven, bireylerin ve kurumların aralarındaki ilişkilerde canlılığı oluşturan; taahhütlerini yerine getirme, içtenlik, gerçeklik, dürüstlük ve erdemi kapsayan bilinçli tutarlılık olarak tanımlanabilir. Güven; toplumsal düzenin, bireysel yaşantının, ekonomik ve demokratik gelişmenin temelini oluşturur. İslam belki de bu yüzden din olarak kendine güveni ve barışı ad olarak aldı. İslam’a giren güvene yani, kendi tercihlerini yapmaya, duygu ve düşüncelerini içtenlikle ve samimiyetle dile getirmeye, refaha ve adalete adım atmış olur.
İslam düşüncesinde devletin varlığı da güven ilkesiyle açıklanmıştır. İbn Haldun’a göre insanların birbirine yönelttikleri saldırıları engelleyen bir güç olmadan güvenlik içinde yaşamaları imkânsızdır. Devlet olmadığı takdirde onları bu saldırılardan kimse koruyamaz. Dolayısıyla devletin varlığı zorunludur. Devlet insanların can, mal, namus ve akıl güvenliğini temin etmekle görevlidir.
İşte bu yüzden Kur’an’ın ifadesiyle Beldetün Tayyibetün, insanın özgür iradesine bırakıldığında yaşamayı tercih edeceği kadar insani olan, hakkın ve hukukun üstün tutulduğu, işlerin adalet çerçevesinde yürütüldüğü, kimsenin haksızlığa uğrayacağına dair endişe taşımadığı, korkmadığı ve korkutmadığı, liyakatin esas alındığı güven şehrinin adıdır. Unutmayalım ki İslam’ın amacı insanları korkutmak değil güvende olduklarını hatırlatmaktır. Bunun için de önce inananların, tüm insanlığın şerrinden emin oldukları insanlar olması gerekir. İnsanların kendilerini elinden, dilinden ve belinden güvende hissettikleri o güzel beldenin sakinleri olan Müslümanlara selam olsun.