Makale

LÜKSEMBURG VE TRİER NOTLARI

LÜKSEMBURG VE TRİER NOTLARI

Doç. Dr. Fatih ERKOÇOĞLU | Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi

Haritada oldukça küçük ülkelerden birisi olan Lüksemburg’a 23-26 Şubat 2017 tarihleri arasında üç gece dört günlüğüne kısa bir gezi planlamıştım. Ülke zaten küçük ve aynı zamanda pahalı olduğundan hemen yanı başındaki bazı Alman kentlerini de aradan çıkartmayı düşünmüştüm. Havayolu şirketiyle yaşadığım sorun nedeniyle bir gün gecikmeli olarak cuma sabah erkenden Ankara’dan yola çıktım, vardığımda hava kararıyordu. Ama yine de şanslıydım, zira aramızda iki saat fark bulunuyordu. Niyetime koymuştum. Ertesi günü doğrudan Trier’e gidecektim ve pazar günü birkaç saat olsa da Lüksemburg’u gezecektim.
Lüksemburg gerçekten küçük bir ülke. Avrupa’nın göbeğinde sayılır. Denize de kıyısı yok, fakat ortasından küçük bir dere geçiyor. Yüzölçümü 2586 km2. Ülkenin %85,4’ü orman ve tarımsal alan. Başkentin adı aynı zamanda ülke ismi. Belçika, Fransa ve Almanya tarafından çepeçevre kuşatılmış bir coğrafyaya sahip. Nüfusu fazla kalabalık değil 2013 sayımına göre 543 bin kişi yaşıyor. Kişi başına düşen millî gelirde birinci sırada yer alıyorlar. Para birimi euro. Roma ve Germen kültürlerinden etkilenmişler. Bundan dolayı da ülkede üç resmî dil var. Lüksemburgca, Almanca ve Fransızca. Eğitim de üç dilde yapılıyor. Halk Katolik kilisesine bağlı. Aynı zamanda laik bir devlet. Küçücük bir ordusu var. Toplamda 900 kişi. Askerlik ise 1967 yılından beri isteğe bağlı. Aslında Fransa ve Almanya’nın koruduğu bir ülke olduğu açık.
Havalimanından şehir merkezine metrobüsle 2 euroya geliyorsunuz. Bu arada yanlış durakta inince şehri erkenden gezmeye başlamıştım. Otele yerleştikten sonra hava henüz kararmamıştı. Merkez Tren İstasyonuna oldukça yakın bir mesafede, Strasburg Caddesi üzerinde yer alan ve eski bir binadan restore edilmiş otelim de beni şaşırttı. 3x3 yani 9 m2 lik bir oda tutmuşum. İnternetten güzel gözüküyordu. Neyse satın alacak değildim ya! Bu arada bir gün gecikmeli olarak otelime girmiştim.
İstasyon ve ana caddelerin olduğu kısımları gezdim. Sabahtan beri yollardaydım. Acıkmıştım. Etrafta bir dönerci arıyordum. Liberty Kebab diye bir kebapçı gördüm. Türk olsalardı "Liberty" yazmalardı diye düşündüm, fakat şansımı denemek istedim. İçeriye girdim, karşımdaki vatandaşı nasılsa Arap’a benzettim. Selam verdim. Adam "Siz herhalde Türksünüz" dedi. Köksal Bey’le karşılaşmıştım. Eşi Dilek Hanım’la birlikte Lüksemburg’a gelmişler. Eşi Balgatlı kendisi de Keçiörenli. Evet. Hemşehrilerimi bulmuştum. Karnımı afiyetle doyurdum. Çaylarımızı ve kahvemizi de içtik. Tabii ki güzel bir sohbetle. Ben onlara Lüksemburg’u sordum. Onlar da memleketi, üniversite eğitimini vesaireyi. Güzel bir hasbihal oldu. Her ne kadar gitmeden önce okumalar yapmış olsam da şehir ve ülke hakkındaki ilk bilgileri bu aileden edindim.
Ertesi günü sabah kahvaltısı sonrasında planlarımı gerçekleştirmeye koyuldum. Almanya’nın Trier kentine gidiş geliş için 9.60 euroya bilet aldım. Bindiğimde tren kalkmak üzere idi. Hemen bir koltuğa oturdum. Artık Almanya yolcusu idim. Bu arada havadan hiç bahsetmedim değil mi? Geldiğimde hava soğuktu. Şimdi ise hem soğuk hem pusluydu. Kara Tren yol almaya devam ediyordu. Bindiğim bu tren Almanya’nın Koblenz kentine gidiyormuş. Hatıralarım canlandı. Bir diğer Alman kenti Bochum’dan trenle Köln ve Bonn üzerinden Koblenz’e kadar inmiştim. Ama ne var ki çıkarken çıkamamıştım. Zira biletçi görmediğimiz için bizi uyaran olmamış, biz oldukça fazla güneye kadar inmişiz. Dönüşte bunu anladık. Zira karşımıza çıkan ilk kondüktör kuş uçmaz kervan geçmez bir yerde bizi indirmişti.
Trene saat sekiz buçukta binmiştim. Tam bir saat sonra Trier tren istasyonundaydım. İstasyonun hemen karşısında birkaç tane dönerci vardı. Her ne kadar çantamda yiyecek ve içeceğim olsa da bu akşam yemeğimin yerini öğrendiğim anlamına geliyordu. Yollar oldukça tenhaydı. On beş dakikalık bir yürüyüş sonrasında sizi Porto Nigra karşılıyordu. Adı üstünde kara kapı. Roma döneminde IV. yy başında inşa edilen bu yapı, Batı Roma İmparatorluğu’nun son on yılında imparatorluk başkenti işlevini gören şehrin kale kapısına aittir. Eski kale girişinden geçiyorum. Hemen sağda yer alan turizm ofisi henüz açılmamış. Fotoğraf çekiyorum. Bir de şehir tarihî müzesi var. Onu ancak öğleden sonra gezmeye bırakıyorum.
Şehir henüz uyanıyordu. Etrafta gördüklerim de zaten çocuklarıyla gezen turistlerdi. Kimi Trier’li dükkanını henüz açıyordu. Takriben birkaç kilometre boyunca eski şehrin ana cadde ve sokaklarında gezindim. Tipik bir Alman kenti. Tarihî dokuyu muhafaza etmişler. (Aslında yeniden yapmışlar demek daha uygun) Turizmden para kazanıyorlar. Avrupalı zaten gezmeyi seviyor. Hafta sonu gezisi şeklinde aileleri ağırlıyorlar. Lüksemburg’un pahalı bir yer olduğunu, bundan dolayı da Lüksemburg’luların da alış veriş için buraya geldiğini internetten okumuştum.
İkindiye doğru Trier Şehir Tarihî Müzesine girdim. Müzenin kapanmasına sadece 45 dakika kalmıştı. Görevli bu durumu belirtti. Ben de sorun olmadığını, hızlıca müzeyi gezebileceğimi ifade ettim. Küçücük Trier kentinin bile bir şehir tarihî müzesi vardı. Burasının Roma kapısının yanında olduğunu söylemiştim. Zaten Ortaçağdan kalma bir bina, gayet güzel düzenlenmiş. Şehir gibi müzesi de küçük. Üst katlarda şehrin gelişimini gösteren maketler var. II. Dünya Savaşı’nda tahrip olmuş olan şehrin maketi de dikkatlerden kaçmıyor. Şehirdeki eski kiliselerde yer alan heykellerin orjinalleri müzeye konulmuş. Replikaları da kiliselerde arz-ı endam etmeye devam ediyor. Bölümlerde şehrin günlük yaşamına dair objeler, şehrin ünlülerinin resimleri yer alıyordu. Beyaz sakallı bir adam dikkatimi çekti. Evet! Karl Marks’tı bu şahıs. Okuduğum metinlerde herhalde gözümden kaçmıştı. Yahudi asıllı Karl Marks’ın Trierli olduğunu böylece öğrenmiş oldum.
Müzenin bir kısmında Kur’an-ı Kerim surelerinden örneklerin yer aldığı mihrap, bir levha ve bir seccade teşhir ediliyordu. Hemen yanında ise Yahudilerle ilgili objeler vardı. Kendi şehirlerinin tarihinin aktarıldığı bu müzede diğer dinlerin de temsil ediliyor olmasından dolayı mutluluk duydum. Anladığım kadarıyla şehrimizde yaşayan, buraya yerleşen gayrihrıstiyan unsurlar da bizim için önemli diyorlardı. Küçük müzenin satış ofisi de müze gibiydi. Muhtelif replika tarihî objelerin satışı gerçekleştiriliyordu. 199 euroya güzel bir Roma miğferi vardı. Param vardı, fakat taşıyacak imkânım yoktu. Talihime küstüm.
Akşam olmuştu. Sabah gördüğüm dönerciye gittim. Kendisi Elazığlı imiş. Adı İlhan. Çok erken yaşlarda gurbete gelmiş. Bir miktar hayat hikayesinden biraz da Trier’deki Suriyelilerden bahsetti. Sayıları giderek artıyormuş. Hatta çıkan bir kavgada bir Alman’ın Suriyeliler tarafından öldürüldüğünü ifade etti.
Akşam Lüksemburg’a dönmüştüm. Ertesi günü sadece birkaç saatim vardı. Büyük çantamı otelin lobisine bıraktım. Sırt çantam ve fotoğraf makinem ile Lüksemburg’u gezmeye başladım. Cadde ve sokaklar dünkü gibiydi. Bomboş ve ıssız. Ama güzel oluyor. Sokakların dili olsa da anlatsa. Saat bire kadar vaktim vardı. Eski Lüksemburg derin bir vadi ile kesilen, ortasında küçük bir derenin aktığı hoş bir kent. Her iki tarafın bağlantısı büyük viyadükler sayesinde oluyor. Görebildiğim kadarıyla üç büyük viyadük vardı. İlginçtir ki üçünün de üzerinden geçtim. Yüksek köprülerden güzel manzara fotoğrafları çekiliyor.
Avrupa kentleri artık birbirine benziyor. Yüksek kuleli ve çatılı katedraller, devlet kurumları, yollar muntazam, temiz, ferah. Buraya kadar sorun yok. Bu kısımları gezdikten sonra, derin vadiye bakılan yerlere gittim. Aslında eski tarihî şehir merkezinin tam burası olduğu anlaşılıyor. Derenin aktığı kısımlarda düzenleme yapılmış, eski sur ve kulelerin bir kısmı restore edilmiş. Yer yer bilgi levhaları asılmış. Spor yapanlar, gezenler, fotoğraf çekenlere güzel bir ortam sunulmuş. Eski evlerin bulunduğu sokakların arasında ise Venedik’i aratmayan bir sahne vardı. Sadece gondollar yoktu. Bir köprü üzerinden geçtim. Köprüden suyun menbaına (suyun geldiği taraf) doğru baktığımda, orada hoş bir yer vardı. Birkaç kişi oradan benim olduğum tarafa bakıyorlardı. Tabii olarak oraya gitmek istedim. Zaten zaman içerisinde sizde de bir meleke oluşuyor. Nereden bakılabilir, nereden fotoğraf daha iyi çekilebilir şeklinde. Gittiğimde zaten birkaç tane de levha koymuşlar. Manzara gerçekten güzeldi.
Eski şehrin ara sokaklarında dolaşırken aklıma Ankara ile ilgili güzel projeler geldi. Malumunuz şimdi Hacı Bayram ve çevresinde bir kısım düzenlemeler yapılıyor. Bunlara katkı mahiyetinde olması için ben de şunları ilave etmek istedim. Dış Kapı’ya Osmanlıya yakışır bir şehir kapısının inşası, Bentderesi olarak bildiğimiz yerde akan Hatip çayının -ki zaman içerisinde yer altına alındığından- yeniden yer üstüne çıkarılması ve burada bulunan çift kemerli eski köprünün yapılması. Evet. Bunlara bağlı olarak olarak zaten çevrede yeniden inşa edilen ev ve konakların bir kısmının müze, kafe ve butik otel olarak değerlendirilmesiyle de, bölgenin tarihte olduğu gibi bir mesire yeri ve gerçekten yaşanabilir bir ortam olarak hem Ankaralının hem de şehri ziyarete gelenlerin kullanımına sunulmasının Ankara için bir değer olabileceğini düşünmekteyiz.