Makale

SHAKESPEARE VE İSLAM 2

SHAKESPEARE VE İSLAM 2

Beyazıt AKMAN


eçtiğimiz ay Shakespeare’in eserlerindeki Türk-İslam algısını konuşmaya başlamıştık. V. Henry’ye bile yansıyan İstanbul’un fethinin etkisinden ve Macbeth’deki “Türk burnu”ndan bahsetmiştik. Bu ay kaldığımız yerden, diğer oyunlardan örneklerle devam ediyoruz...
İlk önce bir komediye bakalım. Windsor’un Şen Kadınları adlı oyunda Pistol adlı karakter, Falstaff adlı bir başkasının kötü bir davranışına, “Alçak Frikyalı Türk!” diyerek tepki verir. Falstaff’ın bir başka özelliği de kadınlara karşı önyargılarıdır ki bu da Shakespeare’in sıkça dillendirdiği başka bir hastalık. Shakespeare’deki kadın imgesi de başlı başına bir analizi hak eden ayrı bir mesele ve bunu da pek çok edebiyat eleştirmeni yıllardır dile getiriyor.
“Alçak Türk!” ifadesinde artık Türk ifadesinin kendi başına bir hakaret yolu olduğunu görüyoruz. Ama bunun için kendimizi fazla yormayalım, çünkü önümüzde çok daha açık seçik bir örnek var. Edebiyat tarihinin belki de en sinsi karakteri olarak bilinen, Othello’daki Iago, bir keresinde kendini savunurken;
“Gerçekten doğru söylüyorum,
yoksa Türk olayım!”
gibi çevrilebilecek bir laf eder. Hani bizde sokak ağzında, “Allah belamı versin ki...” gibi bir argo vardır. “Yalan söylüyorsam kör olayım!” da başka bir örnek. İşte aynen onun gibi, Iago, yemininde “Allah beni çarpsın!” yerine “Allah beni Türk etsin!” diyor. Dilimizdeki Shakespeare çevirilerinde bunun “Yalan söylüyorsam sünnet etsinler beni!” şeklinde bulunduğunu da ekleyelim.
Yine aynı oyunda birbiriyle öldüresiye kavga eden iki adamına Othello;
“Neden kavga ediyorsunuz,
Türk oldunuz da mı bu kadar barbarsınız?!” diyerek çıkışır. Zira Shakespeare’in dünyasında barbarlığın yolu Türk olmaktan geçer! Vahşiliğin ve kabalığın adıdır Türklük bu oyunlarda.
Şimdi şu “Türk olmak” meselesine eğileceğiz. Bu yazının mihenk noktalarından biri de burası. Ama önce bir iki örnek daha...
Hamlet, sırdaşı Horatio’ya içini dökerken;
“Talihim Türk olursa...
...Bir tiyatro kumpanyası alır mı beni?” mealinde bir şeyler geveler. Burada kilit nokta “talihin Türk olması.”
Kuru Gürültü adlı komedide ise Margaret, Beatrice’e;
“Eğer Türk olmadıysan,
hiç kimseye güvenme...” gibisinden saçma bir laf daha eder.
Bu örneklerin hepsinde de “Türk olmak” veya “Türk’e dönmek,” talihsizliğe, kötü şansa, barbarlığa ya da vahşete işarettir.
Aslında buradaki ifadenin aslı “turned Turk”tür, ama “Türk döndüsü” demek biraz garip duruyor. İfade, geçtiği yere göre, eski Türkçedeki “mühtedi” anlamına da gelir; yani, başka bir dinden geçerek, İslam’ı kabul eden kişilere verilen sıfat. Ama Shakespeare, hiçbir oyununda Müslüman ya da İslam kelimesini kullanmıyor. Bunun yerine “Türk”ü kullanıyor. İşte zurnanın zırt dediği yer de burası. Bunu iyi dinleyin: Sadece Shakespeare için değil, o dönemki pek çok Batılı için “Türk” demek “Müslüman” demektir. İngilizler dâhil, Batı dünyasının çoğu Müslümanlığı Türkler üzerinden tanıdıkları için Türklük İslam’la eşanlamlı hâle gelmiştir. İslam medeniyetini Osmanlı İmparatorluğu üzerinden gören ve yaşayan onlarca Batılı millet için Türk eşittir Müslüman’dır. Yani onlar Araplara da, İranlılara da “Müslüman” derken “Türk” diyorlardı!
Aslında yukarıda sıraladığımız örneklere bir de bu açıdan bakmak lazım, yani aslında Shakespeare’in karakterleri hakaret anlamında “Türk” derken, “Müslüman;” “Türk olan” derken de “Müslüman olan” insanları kastediyorlar. İnsan ırkını değiştiremez, ama inançlarını değiştirebilir, bu yüzen de “Türk olmak” veya “Türk’e dönüşmek,” her ne kadar mantıksız görünse de yukarıdaki bilgi ışığında elimizdeki en mantıklı ifade olarak kalıyor.
Shakespeare’in bunu oyunlarında başka hiçbir açıklama yapmaksızın kullanması da şunu gösteriyor ki, oyunu izleyenler “Türk olmanın” yani “Türkleşme”nin Müslüman demek olduğunu şıp diye anlıyor. Yani İngilizcede o dönemde “Türk olmak” veya “Türk’e dönmek” şeklinde çevrilebilecek ifade dile yerleşmiş. Dileyenler açsınlar büyük İngilizce sözlükleri baksınlar, o dönemde ve sonrasında dil dağarcığında olan bir ifade. Bu kelimenin anlattığı vakıa eğer defalarca kez vuku bulmasaydı, bu ifade bu şekilde dile yerleşir miydi?
Hiçbir şey değilse bile, bu “Türk olmak” ifadeleri Shakespeare’deki Türk saplantısını, daha doğrusu Türkler karşısındaki aşağılık kompleksini ortaya koymaya yeter.
Peki, Shakespeare neden işi gücü bırakıp Türkleri böylesine kötü göstermeyi tercih etmiş?
İşte burada gerçeklik ve kurgu arasındaki o büyük uçurumla karşı karşıya geliyoruz. Ya da söylemle gerçeklik arasındaki tezata. Ve burada Shakespeare hiç de yalnız değil. Ortak olduğu, desteklediği ve propagandasını yaptığı dilin asıl mimarları yazarlar ya da sanatçılar değil kilisenin ta kendisi!
Bir dünya düşünün ki, kilise sabahtan akşama kadar Hristiyanlığın tek kurtuluş yolu olduğunu, diğer “sapkın” dinsizlerin (çoğunlukla Müslümanlar ve Yahudiler kastedilir) bu dünyada ve diğerinde bedbaht olacaklarını, Yüce İsa’nın orduları karşısında yenilgiye mahkûm olduklarını haykırsın dursun. Gece gündüz Müslümanları “barbar,” “şehvet düşkünü”, “vahşi”, “sapkın” olarak tanımlasın, medeniyetten yoksun güruhlar olarak anlatsın dursun. Sonra da bir elçi çıksın gitsin İstanbul’a ve o zamana kadar gördüğü en temiz sokakları, en bilgili diplomatları, en güzel evleri görsün. Ya da bir tüccar mal almak için gittiği İstanbul’da ticaret yaptığı en dürüst işadamlarını, en ahlaklı çalışanları tanısın. Bu adamlar, “Bu işte bir terslik var,” demezler mi? Ya da kilisenin, Hristiyanlar karşısında yenilmeye mahkûmlar dedikleri Müslüman orduları İstanbul’u fethetsin, İtalya topuğuna dayansın ve o zamanki bilinen dünyanın en merkezi noktasına, üç kıtada, yedi denizde hâkim olsun!
Sonra bu sözde barbar, koca burunlu Türkler gelsinler Londra limanlarında, İngilizlerin daha önce hiç tatmadığı baharatları, yiyecekleri, ipeklileri, halıları satışa sunsunlar, Türk diplomatlar, elçiler ve devlet adamları giyim kuşamlarıyla, hareketleriyle, konuşmalarıyla büyük beğeni toplasınlar. Olacak iş mi?
Ama oldu ve kilise söylemi battıkça battı; battıkça da dozunu ve agresifliğini arttırdı. Kendine yeni ortaklar buldu. İşte Shakespeare tiyatrosu da bu ortaklardan en önde geleni oldu. Shakespere’in Globe’u hem kısa vadede hem de uzun zaman boyunca Batı’nın etkili propaganda çarklarından biri hâline geldi.
Bazıları, tiyatroya bu kadar önem atfetmek doğru değil, deyip geçebilir. Belki bugün tiyatrosu için bu geçerli olabilir. Ancak, on yedinci yüzyıl İngiliz tiyatrosu demek, bugünün Hollywood sineması demektir. Bugünün insanı bunu ancak bu şekilde anlayabilir. Zira bugün tiyatro belirli bir elit kesimin marjinal tercihi hâline gelmiş durumda. O zamanlar ise yediden yetmişe her kesim Globe’u dolduruyordu. Sadece 1 Penny’ye bir oyun izleyebiliyordunuz. Aristokratlar için ayrılmış bazı üst kısımlar hariç, oturacak yer yoktu ve oyun ayakta izlenirdi. Yani tiyatro deyince, günümüz elit tiyatrosu aklınıza gelmesin. Sahne önünde bir güruh hayal edin ki, sıkış tıkış, yeri geliyor biri burnunu sümkürüyor elini üstüne siliyor, bir diğeri çamurların içinde kendine yer arıyor, öbürü sahneyi daha iyi görebilmek için yanındakine bir dirsek atıyor... Öylesi bir karmaşa. Zaten Shakespeare’in kullandığı dildeki argoların, küfürlerin ve bel altı esprilerin sıklığına baktığınızda izleyenlerin seviyesi hakkında da çok rahat bilgi sahibi olabiliyorsunuz.
Toplum üzerindeki böylesi bir etki de Shakespeare’in döneminin belki de en büyük propaganda aracı olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor. Nasıl ki günümüzdeki Hollywood filmlerindeki terörist Müslümanlarla, dünyadaki milyonlarca Müslümanın hayatları arasında tam bir tezat var, işte o gün de Shakespeare’in oyunlarındaki Müslüman imgesi ile dönemin İslam medeniyetleri arasında dağ kadar fark vardı.
Tüm bunlara rağmen, İngilizlerin belirli bir kısmı, özellikle seyyahlar ve diplomatlar Müslümanları sahneden değil, gerçek hayattan tanıyorlar ve seviyorlardı. Evet, işin bir de böyle bir yanı var. İngiliz tüccarlar Müslümanlarla tavla oynuyorlar, zengin aristokratlar Türkiye’den kumaş ve kaftan siparişleri veriyorlardı. Hatta ve hatta Katolik Avrupa’dan farklı olarak, İngilizler Protestanlığı seçmişlerdi ve Katoliklere tam bir düşman gözüyle bakarken Müslümanlara daha toleranslı yaklaşırlardı. O dönemde Protestan İngilizler, Katolik Fransızlara kız vermezken, Müslümanlarla dinler-arası evliliğe müsaade edebiliyorlardı! Limanlarına gelen Katolikleri taşlarlarken, Müslüman denizcilerin getirdiklerini görmek için merakla gemilere akın ediyorlardı. Müslüman Osmanlı ve Protestan İngiliz Krallığı arasındaki bağlar, pratik ve politik açıdan da üst düzeydeydi. Bu hem İngilizler hem de Osmanlılar için tam bir kazan-kazan politikasıydı çünkü.
Shakespeare burada üç kere suçlu. Nasıl mı? Şöyle: Bir, Shakespeare Orta Çağ Hristiyan toplumlarına özgü Müslüman nefretini hiçbir aydın ve yazar sorumluluğuna tabii tutmadan olduğu gibi aktarıyor. (Ha eğer derseniz ki, canım 17’inci yüzyıldaki bir oyun yazarından aydın olmasını nasıl beklersin? Tamam, ama o zaman Shakespeare, çağının çok önündeydi, müthiş bir hümanistti falan yollu söylemleri de unutun!) İki, Shakespeare toplumda Müslümanlar hakkında olumlu ya da olumsuz bir şey bilmeyenlere İslam nefretini yayıyor. Ve üç ki bu en önemlisi, toplumdaki İslam sempatisini ve bilinirliğini tersine çevirmeye çalışıyor. Hristiyanlar Shakespeare yoluyla âdeta sahada yenemedikleri Türkleri sahnede alt etmeye çalışıyorlar. Yazın bu cümleyi bir yere: Batı dünyası asırlardır sahada alt edemediği İslam’ı hep sahnede, sayfada ve beyaz perde de yenmeye çalışmıştır.
Hülasa edelim: Biz Shakespeare’in dehasına, sanatçılığına, teatral kabiliyetlerine veya kurgusuna laf etmiyoruz. Edebiyatı anlamak nasıl ki körü körüne övgü değilse, körü körüne yergi de değildir! Ama Shakespeare’in Müslümanları resmedişini ve İslam’ı algılama ve sunma şeklini, evet, eleştiriyoruz. Oyunlarındaki üç düzine örnek bize gösteriyor ki, Shakespeare hiç istisnasız Türkleri ötekileştiriyor ve İslam’a karşı bir kin sergiliyor. Bu, kısmen onun içinde bulunduğu toplumun değer yargılarının da bir sonucu. Ama unutmayalım ki, sanatçılar değer yargılarına sadece ayna olmazlar, onları bir fiil oluşturma ve değiştirme yetisine de sahiptirler. Bazıları yine diyecek ki, bu, Shakespeare’in büyüklüğünden bir şey götürür mü? O eserlerdeki aşkın gücü, iktidar hırsı gibi onca evrensel ve zamanlar ötesi temayı çöpe mi atacağız? Elbette hayır. Romeo ve Juliet yine büyük bir aşk hikâyesidir, Hamlet yine insanı anlatır, ya da Kral Lear iktidar ve hırs üzerine mühim gerçekleri yüzümüze vurur... Öte taraftan, Shakesperae’in İslam’a bakışını anlamak, Batı’nın Doğu’ya bakışını anlamaktır. Bu Doğu-Batı ikilemi dediğimiz şeyin sırrını çözmek ise yaşadığımız dünyayı anlamaktır. Bu da bizim kendimizi konumlandırmamıza, kendimizi anlamamıza, daha doğrusu kendimize gelmemize yardımcı olur.