Makale

CAM EKRANA BAĞIMLI YALNIZLIKLAR…/mı?

CAM EKRANA BAĞIMLI YALNIZLIKLAR…/mı?

Muhammed Kâmil YAYKAN


"Bilgisayar devrimi dünya tarihinde yaflanan en sesli devrimdir, komik olan onun etkilerini hâlâ küçümsememiz."
Herman Kahl


Yıl 1962… “Ya nükleer bir saldırı sonrası telefon hatları zarar görürse! Biz insanlar nasıl iletişim kuracağız birbirimizle?” sorusunu soruyordu J. C. R. Licklider, tartışmaya açtığı “Galaktik Ağ” kavramında. “Böyle bir durumda insanlar bilgisayarlar ile iletişime geçebilir.” teziyle cevabı yine kendisi veriyordu ve günümüz dünyasının vazgeçil(e)mezi olan internetin temellerini atıyordu…
İnternet… Uçsuz bucaksız, sınırlarını dahi tespit edemediğimiz bir dünya. Sanal olduğundan daha gerçek, gerçekliğinden de kat be kat sanal yepyeni bir dünya… Peki, nereye götürecek bizi bu yeni dünya? Asıl, bize getirdiklerinin yanında bizden neler götürecek?
İnsanoğlu fıtratı gereği yeni karşılaştığı herhangi bir şeyi, eylemi veya durumu kabul etmekte zorlanır. Bu durum tarih boyunca icat edilen pek çok yenilik karşısında da gösterilen tepkilerle karşımıza çıkmıştır, çıkmaktadır. Yalnızca icat edilen nesnelere değildir türümüzün tepkileri, yaşanan olaylara da çeşitli tepkiler göstermek hepimizin kodlarında vardır aslında… Bu tepkilerin en önemlilerini belki de ölüm karşısında veririz. Yas sürecinde bu tepkilerimiz pek çok farklı evreden geçer. Psikologlar bu durumu “Yasın Beş Evresi” diyerek kurumsallaştırır bir bakıma. Ama bu beş evre yalnızca yas ile ilgili, ölüm karşısında gösterdiğimiz tepkilerle ilgili değildir. Fıtratı gereği yeni karşılaştığı herhangi bir şeyi, eylemi veya durumu kabul etmekte zorlanan insanoğlu; beş evreyi sürekli olarak tekrar tekrar yaşamaktadır. Süreçler sonunda denge profiline ulaşarak yenilikten azami düzeyde yararlanmayı da başaran insanlık, kendini yeni icatlarla yeni süreçlere defaatle sürüklemeyi şiar edinmiştir:
1. İnkâr
Bu süreç karşımıza çıkan durum ne olursa olsun onu idrak edememe daha doğrusu etmeme sürecidir. İnkâr sürecinde tepkiler kısıtlı ve genellikle aynıdır. Tasarladığı prototip otomobilin üretimi için bir banka müdüründen ödenek isteyen Henry Ford’un aldığı “Atlar her zaman kullanılacaktır. Otomobil ise ancak geçici bir moda olabilir.” yanıt inkâr sürecinin en tipik örneklerinden biridir aslında.
2. Kızgınlık/öfke
İnkârından sonuç alamayan insanoğlu bu kez de karşılaştığı “şey”e kızgınlıkla yaklaşır. Ona öfkesini göstererek kabullenmeme yolunda tepkisini daha da güçlendirmeye başlar. “Alalım da, ne işimize yarayacak?” ya da “Boş yere para veriyoruz şunlara” gibi tepkiler kızgınlığımızı daha da pekiştirir.
3. Pazarlık
Bu evre kaçınılmazla karşılaştığımız evrenin ta kendisidir aslında. Savaşımızın en büyüğünü bu evrede veririz bir bakıma. Eskisiyle idare edemediğimizi bildiğimiz halde inkâr eder, yenisine de gerek olmadığını ısrarla hâlâ savunuruz. Kendimizi “Biraz daha zaman geçsin sonra sahip oluruz” moduna aldığımız devredir pazarlık evresi. İmkânımız olduğu hâlde bulaşığı elde yıkamaya devam ettiğimiz ya da tabloları ısrarla el ile hazırladığımız evre…
4. Depresyon
“Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” “Eyvah akıllı cihazlar insanlığın sonunu getirecek.” “Bilgisayarlara bağımlı olduk ve bu bağımlılık hiçbir zaman bitmeyecek.” cümlelerinin sarf edildiği evre depresyon evresi. Tanıdık cümleler aslında bunların hepsi. Acaba bu evre içinde olduğumuzdan mıdır bu cümleleri sık sık duymamızın sebebi?
5. Kabullenme
“Şey”den maksimum düzeyde faydalandığımız, onun sebep olabileceği problemleri minimuma indirdiğimiz evredir bu evre. Biz yenilikle yaşamaya alışmışızdır, yenilik de bize alışmıştır bu dönemde. Bu evrede müsriflik tamamen ortadan kalkmış vaziyettedir. Televizyonlar saatlerce açık kalmaz, sırf para harcamak için satın alınan t/onlarca gereksiz eşya kıyasıya eleştirilir. Bilinir ki mücerret ve müstakil olan yalnız insan ve insanlıktır. Unutulmamalıdır ki eşya insana yalnızca hizmet için var edilmiştir.
Konunun kavramsal çerçevesini belirlemeyi bir kenara bırakıp hem iğneyi hem de çuvaldızı kendimize batırmaya başlayalım. Yüzlerce arkadaşı bir o kadar da takipçisi olan, yaptığı her paylaşıma binlerce “like” alan birinin içinden çıkamadığı yalnızlıktan; birbirine sosyal mecralarda her türlü güzel sözü söyleyen aile bireylerinin ev ortamında iki kelimeyi yan yana getiremediklerinden başlayalım. Kabul, bizim ya da bizden öncekilerin çocuklukları gibi geçmeyecek yavrularımızın çocukluk yılları. Gelin bunu yeniden imar ve inşa etmekle başlayalım.
Licklider “ağ” kavramını iletişim kurmak adına ortaya atmıştı. Ama bizler bundan çok öteye geçtik. Çevrimiçi olmak gayesi sardı benliğimizi. Yaşadığımızı dahi cam ekranlardaki etkinliklerimizle kanıtlama derdine düştük. Sofralarımızı kamera pikselleriyle, çeşitli filtrelerle daha zengin gösterirken aç olarak yatan komşumuzu düşünmedik. Birbirine ceviz kabuğunu doldurmayacak nedenlerle saldıranları, basit bir selektör meselesi yüzünden birbiriyle kavgaya tutuşanları yalnızca kayıt altına aldık. Kendinden kütlece birkaç kat büyük olan bir akbabadan saklanmak için bir taş misali yere kapaklanan, karnı sırtına yapışmış Afrikalı çocuğa odaklanan objektiflerimizle en doğru açıyı yakalamak ve tam zamanında deklanşöre basmak için çaba harcadık. Ne kavga edenlere “Yahu yapmayın, ayıptır.” dedik ne de akbabayı korkutup kaçırmak için öne atıldık.
Peki, hep mi kötü şu meret. Hepten mi gereksiz. Sadece sorun mu yaratıyor, ağrısız başımızı mı ağrıtıyor? Hayır. Her gün icat edilen pek çok buluş dertlilere derman oluyor. Hastane köşelerinde inleyen, çaresizliğin bitirip tükettiği niceleri tırnak kadar kapsüllerin içindeki eczayla ayağa kalkıyor. Gönlünde engel olmayan pek çokları yeni “pencereler” açarak dünyanın yalnızca odalarındaki pencere açısı kadar küçük olmadığını, hayal edebildikleri kadar geniş olduğunu tecrübe ediyor. Dünyanın öbür ucunda araştırmacısını bekleyen bir bilgi kırıntısı tek “tık”la kocaman bir resmin tamamlayıcı parçası hüviyetine bürünüyor. Gözde tütenler, hasretinden burun direği sızlatanlar kâh bir fotoğraf kâh bir görüntülü arama ile yanı başımızda hissediliyor, uzaklar yakınlaşıyor. Doğup büyüdüğümüz, yürüyüp nefes aldığımız fiziksel dünyamız sanalıyla iç içe geçiyor ve her ikisi de birbirini iyiye doğru besliyor.
Nereye gider bu macera, bu iki dünya külliyen mi birleşir yoksa tamamen mi ayrışır bilinmez. Ama bilinen bir şey var o da şimdilik bu iki dünyanın birbirinden bağımsız düşünülemeyeceği. İkisinden herhangi birinin şimdilik bırakın ortadan kaldırılmayı inkıtaya dahi uğraması namümkün.
Bize burada düşen elimizden düşür(e)mediğimiz, gözümüzü al(a)madığımız, yokluklarına katlan(a)madığımız cam ekranlara gereğinden fazla kıymet vermemek olsa gerek. Bağımlılıkların bizi yalnızlığa, yalnızlıkların ise yokluğa ittiği sanal örüntülerle dolu bu modern çağda gökyüzünün mavisindeki, çimenin yeşilindeki, uçan kuşun kanadındaki güzelliği tekrar fark etmemiz… Henüz bebek sayılabilecek ve emekleme dönemini yaşayan yeni teknolojilere karşı içinde bulunduğumuzu sandığımız “depresyon” evresinden “kabullenme”ye geçiş yapmamız. Ve bu başlangıçla birlikte yepyeni gelişmelere ve bizi heyecana sevk edecek yeniliklere doğru yelken açmamız…