Makale

Ürdün Notları

Ürdün Notları

Dr. Ruhi İNAN | Balıkesir Üniversitesi Türk Dili Bölümü

Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’nın satır aralarında eğleştim, onca satır arasında, “Halep’ten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.” ifadesi kadar acı gelen başka bir cümle daha bulamadım. Şimdi Kudüs’teki Zeytin Dağı’ndayım; güneş, Kudüs’ün sarı hüzün karışımı siluetinde kaybolmak üzere ve hafif, tatlı bir rüzgâr şakaklarıma çarparken hemen aşağıdaki Yahudi mezarlığında ağlayan, kâkülleri örgülü Yahudilere eşlik eder gibi Atay’ın şu cümlelerini kendi kendime büyük bir kederle mırıldandım;

“Zeytindağı’nın tepesindeyim. Lut denizine ve Grek Dağları’na bakıyordum. Daha ötede, Kızıl Deniz’in bütün sol kıyısı, Hicaz ve Yemen var. Başımı çevirdiğim zaman Kamame’nin kubbesi gözüme çarpıyor. Burası Filistin’dir. Daha aşağıda Lübnan var; Suriye var; bir yandan Süveyş Kanalı’na, öbür yandan Basra Körfezine kadar çöller, şehirler ve hepsinin üstünde bizim bayrağımız! Ben bu büyük imparatorluğun çocuğuyum ... İsa Nasıra’da marangoz çırağı idi; Zeytindağı’nın üstünden geçtiği zaman, altında, kendi malı bir eşeği vardı. Biz Kudüs’te kirada oturuyoruz. Halepten bu tarafa geçmeyen şey, yalnız Türk kâğıdı değil, ne Türkçe ne de Türk geçiyor.” (Falih Rıfkı Atay, Zeytindağı, Pozitif Yayınları, İstanbul 2012, s. 43.)

Bana göre Bilad’üş-Şam’ı anlamak ve anlatmak için önce Kudüs’ün kapısına yüz sürmek gerekiyor. O sebeple yazıma böyle bir girizgâh yapma gereği duydum. Kudüs ayrı ve uzun bir yazı konusu olsun ama bu yazıda her anlamda ona bağlı olan Ürdün’den bahsedeceğim.

Malumdur, Orta Doğu’da olmanın her zaman endişeye meyyal bir tarafı vardır. Eğer bu coğrafyaya daha önce gitmediyseniz, birdenbire yürüdüğünüz yollar masal mağaralarına dönebilir. Vakıa zihinleri korku ve endişelerle besleyen onca Amerikan yapımı filmden sonra burada başka bir şey düşünemez insan. Nedir aklımızda ve algımızda kalan: Uzun kirli sakallar, kırmızı khattalar (Araplara has puşi.), beyaz diştaşlar (Arap erkeklerin giydiği beyaz uzun elbise.) ve bu göstergelerle birlikte verilen kan, silah ve bombalar... Bize bu coğrafyayı ve coğrafyanın insanlarını öcü gösteren zihniyetin bölge ve bölge insanıyla nasıl kirli bir ticari münasebete girmiş olduklarını burada fark edince üzülüyor ve şaşırıyorsunuz. Yazık ki yıllardan beri bize öğretilen Arap algısı, meğer başkalarının çıkarlarına hizmet etmekten ibaretmiş.

Ürdün, bize çok da uzak olmayan bir ülke. Tebessüm eden yüzler, “ene Türki” (Ben Türküm) dediğinizde “ehlen ve sehlen”lerin (Hoşgeldiniz) ferahlatıcı havası ve Türk’üm kelimesi karşısında duyduğunuz üç isim: Tayip Erdugan, Memati ve Murat Alemdar. Bölge ve bölge insanıyla ilgili bütün önyargılarınızı burada unutuyorsunuz. Öğretilmiş korkularınız bir taksicinin soru tonlamasıyla vurguladığı “düz-dogri” (Doğru mu gidiyoruz?) kelimesinde çözümleniyor. Burada hiç de gerek duyulmayan “Kaşığınız” “kaşşuke” oluyor da istendiğinde önünüze servis ediliyor. Hele o güzelim “cı” ekiniz yok mu, hudarci, kundarci, meşgalci, (Sebzeci, Kunduracı, Şakacı- Eğlenceli) gibi birçok kelimenin ardına takılmış size âdeta sizi haykırıyor. İşte o hafıza kartlarından birkaçı; behlivan, zengil, karakon, basma, şinnü (çünkü), dabanca, peşkîr, baaşa, cavuş (pehlivan, zengin, karakol, parmak basmak manasında kullanılıyor, tabanca, peşkir, paşa, çavuş) “Abdulhamit’in tembelleri” deyimi hâlâ dillerde pelesenk.

Ürdünlüler şen insanlar, neredeyse ruhlarını cezbeye getiren o tınıyı her yerde duymak mümkün. Hızlı akan bir hayat içinde, iç gıcıklayıcı ve oldukça sesli müzikleri var. Bana, her defasında bu müziğin çölde yaşayan bedevileri çağrıştıran bir rengi varmış gibi geliyor. Bununla birlikte biraz daha kuzeye gidildiğinde çoğunlukla sabah dinlenen Lübnanlı Feyruz’un insanın içini yakan nağmelerini duymak mümkün. Yaşlı bir taksicinin yanında Ümmü Gülsüm ya da Abdulhalim Hafızın sesinden bir Türkçe şarkının nağmelerinde kaybolmak da mümkün. Ürdün’ün mahalli sanatkârlar dışında meşhur bir sanatçısı yok. Burada Ümmü Gülsüm, Feyruz ve Kazem el-Saher gibi Mısır, Lübnan ve Irak menşeli sanatkârlar dinleniyor. Bunların içinde Kazem el-Saher, Nizar Kabbani şiirlerini teganni eden nadir sanatçılardan.

Ürdün’de gittiğiniz birçok yerde işleriniz iki şeyden ötürü kolay yürüyor; ya taksisine bindiğiniz taksici “hesabek ala Erdugan” (Erdoğan hesabı ödedi) deyip para almaz ya da “Vadi ü’l-Ziab” (Kurtlar Vadisi) tutkunu bir esnaf, aldığınız şeylerin yanına kahramanının kontenjanından birkaç hediyelik ekler ve onlara selam gönderir. Genel olarak resmî tarihlerinde olumlu bir portre çizilmese de Türkler’i severler. Hatta öyle ki onların gözünde Osmanlı Devleti ayrı, Türkiye ayrı bir yerde durmaktadır. Bununla bilirlikte böyle bir ayrımı kabul etmeyen, aklı başında insanlar da az değil. Özellikle diziler, bütün Arap dünyasında, tahminlerin üzerinde etki ve algı oluşturuyor. Tespitlerime göre eski -yeni yaklaşık 74 tane Türk dizisi seyredilmiş veya seyrediliyor. Bu dizilerin yanı sıra dizilerdeki şarkı ve müzikleri de sosyal medyada oldukça yaygın. İlginç olan şey ise; Türkseniz İhlas ya da Fatiha surelerini ezbere bilseniz ya da tesettürlü olsanız da “ente müslim?” (Müslüman mısın?) sorusunun muhatabı oluyorsunuz. Zira dizilerimiz, Türkiye gerçeğini yansıtmak noktasında oldukça zayıf ve uzak görünüyor. Bilhassa diziler üzerinde bu anlamda çokça düşünmek, ona göre ciddi bir planlama yapmak lazım.

Dil öğretimi noktasında son dönemin parlayan yıldızı Ürdün. Böyle olmasının sebebini coğrafyada savaşların devam etmesine, diğer ülkelere nispeten daha güvenli bir ülke olmasına ve bunların yanı sıra konuşulan Arapçanın (Ammice) fasih Arapçaya yakın olmasına bağlamak gerekir. Ürdün’de dil öğretimini çok iyi seviyede yapabilen iki ya da üç kurum var. Türkiye’den dil öğretimi için gelen öğrenciler yoğun olarak iki merkezde dil öğreniyorlar. Bunlardan birincisi Ürdün Üniversitesi’nin dil öğretim merkezi; diğeri ise Qasid olarak bilinen özel dil öğretim merkezi.

Ürdün’de lisans öğrenim gören Türk öğrenci sayısı da hatırı sayılır ölçüde kabul edilebilir. Bu öğrenciler daha çok İlahiyat ve İslami Bankacılık okuyorlar. Burada gerek lisans eğitimi ve öğretimi gerekse dil öğretimi talebinin sağlam bir zemin üzerine inşa edilmesine ve yönlendirilmesine ihtiyaç var. Konuyla ilgili oluşan bu boşluk, simsar zihniyetli farklı kurum ve şahısların durumu kendi lehlerine kullanmalarına yol açmakta dolayısıyla çeşitli mağduriyetler ortaya çıkabilmektedir.

Ürdün turizm potansiyelini dünyaya yeterli seviyede anlatamamış bir ülke. Dünyanın yedi harikasından biri olan Petra harabeleri oldukça ilginç ve görülmesi gereken yerlerden biri. Doğu Roma İmparatorluğu’nun uzantısı olan bu coğrafya içinde o döneme ait oldukça fazla tarihi eser var. Salt Türk şehitliği, Kerak kalesi, Nuh Peygamber’in türbesi, Mute köyü, Ebu Ubeyde Bin Cerrah, Şurahbil bin Hasene, Cafer’i Tayyar, Muaz b. Cebel, Dırar bin Ezver, Abdullah bin Revaha, Efendimiz’in azat ettiği köle Zeyd bin Harise, Yuşa ve Şuayb peygamber, Lut kavminin helak olduğu Lut gölü, Taberiye gölü, Nebi dağı ve Hz. Musa’nın izlerinin görülebileceği sihirli yerler, Selahattin Eyyubi’nin yaptırdığı Ajlun kalesi sayacağımız ziyarete değer yerlerden birkaçı. Fakat Ürdün maalesef bu anlamdaki kültür turizmini canlandırmak noktasında oldukça pasif kalmış.

Petrol çıkarmayan tek Arap ülkesi olan Ürdün’ün ekonomisi, daha çok ticaret üzerine dönüyor. Petrolü karşılıksız olarak Suudi Arabistan devleti sağlamakta, devlet daha çok borçlarla ayakta durmakta. Bir dinar, Türk parasıyla yaklaşık 4500 TL’ye eşit. Bu durumu, sabit kura ve para üzerine spekülasyon oluşturacak bağımlı değişkenlerin olmayışına bağlamak gerekir. Genel olarak ülkede hayat oldukça pahalı. Dayalı döşeli normal bir ev 450 dinar ve devlet okulunda çalışan bir öğretmen yaklaşık 350-400 dinar civarında maaş alıyor. Çoğu memur burada ikinci bir iş yapmak durumunda kalıyor. Buna rağmen sosyal hayat oldukça canlı ve insanlar üst düzeyde yaşamayı seviyorlar. Filistin ve Suriye mülteci kampı oldukça kalabalık ve bu kamplarda insanlar zor durumda yaşamaktalar. Filistin kampında yaşayanlar, kamp dışına çıkabilmekte ve çalışabilmekteler. Elbette bu durum bazı sosyal problemlere sebep olmaktadır.

Türklerin son zamanlarda bu bölgeye olan ilgisine istinaden çoğu zaman soruluyor “neden buradasınız?” Bu sorunun cevabını burada yaşayınca daha iyi anlıyorum. Evet, buradayız çünkü biz, pürtelaş bir anne gibiyiz; bizim gaiplerden gelen masum bir figana meyyal kulaklarımız var… Nasıl duymayalım? Halep’te yıkım altında kalan bir çocuğun gözlerinde boğuluyoruz... Kudüs’te Kubbetüssahra’da Abdülhamit bakiyesi Fatıma Mihrabı, elmacığımızda bir çiğ tanesidir. Bir Arnavut’un fesine düşer hüznümüz, bir de Sırp’ın diline doladığı üç beş Türkçe kelimeye eğilir boynumuz… Daha dün katledilmedi mi “gök ekini biçer gibi” Boşnaklarımız? Kırım’da Alimcan’ın sesini, Akmescit’te yıkık minarenin gölgesini nasıl unuturuz. Evet, korkunç yıllardı; dilsizdik ve sanırım güçsüzdük de... Gazi Giray Han aklımızdan hiç çıkmadı. Hâlâ onca yeri dolaşan Sadık Turan’ın mektubunu okuyoruz Lehistanlı bir güzelin yüzünde. Unutmadık! Ulu Pamir’in karı erimeden, kalbini Van’ın Ulupamir köyüne düşüren Doğu Türkistan’ı. Kaddafi’ye Trablus’ta rahmet okutan “ene hurr” nidalarındaki ironiyi ve unutmadık insafsız bir canavarın gölgesinde serkeş Ummuddünya’yı (Mısır). Hâsılı azizim “orda ne işin var” demek ne kadar boş, ne kadar elem verici, ne kadar...