Makale

Matbaa Meselesine Dair - 2

Matbaa Meselesine Dair - 2

Beyazıt AKMAN

Bir zamanlar yazıya inanan büyük bir halife varmış. Etrafı da onca vezir vüzera ile doluymuş. Fakat halife bu ya, çok zeki adammış, adamın dalkavuğunu da dürüstünü de anında anlarmış. Bir gün vezirlerinden biri bir şikâyet dilekçesi sunmuş ona. Halife dilekçeye bakmış, yazanları dikkatle okumuş ama inanmamış vezirin dediklerine. “Senin yazın çirkin!” diye çıkışmış vezirine. “Eğer iyi niyetli ve ahlaklı olsaydın böyle özensiz yazmazdın!” Adamcağızı başından kovarken, “Hattın güzel olduğunda seni dinlemeye tekrar hazırım,” demeyi de ihmal etmemiş.

Bir önceki yazımızda da benzer hikâyeler anlatmıştık. Gazali’nin çölde kitaplarını çalan bir hırsızla karşılaştıktan sonra okuduğu tüm kitapları hafızasına kazıyışını, Hattat Hafız Osman Efendi’nin, elinden çıkan tek bir “vav” harfiyle bir borcunu ödediğini ve usta hattat İbn Bevvab’ın fotografik hafızasını okumuştuk... Yazı sanatlarının gelişiminin içinde bulundukları medeniyet seviyesi hakkında önemli ipuçları verdiğine dair konumuza bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz. Kalem sahibini, onun karakterinin ve o karakteri oluşturan eğitimi anlamak, matbaanın İslam medeniyetine Osmanlıların sözde gericiliği yüzünden geç geldiği teranesini de çürütmek demektir.

Hat sanatını sadece basit bir kopyalama eylemi olarak görenler yanılıyorlar. İslam medeniyetlerinde bırakın usta bir hattatı, sıradan bir hattat olmak için dahi üst düzey din, hukuk, felsefe, tarih, coğrafya, dil ve edebiyat, astronomi ve matematik ilmine vakıf olmak gerekliydi. Hattat demek sadece dinî ilimlerde değil seküler ilimlerde de eğitim sahibi olmak demekti. (Gerçi bu dinî-seküler ayrımı İslam toplumlarda hiç olmamıştır ama o konuyu şimdi burada açmanın yeri değil, buna başka bir yazıda değineceğim. Bir de bizim bildiğimiz anlamda disiplinler arası ayrım bahsi geçen dönem için de geçerli değildir.) Bir hattat adayında öncelikle iyi huylu ve mütevazı olması şartı aranırdı. Tebrizli Mir Ali, hattatta ilk aranacak unsurun iyi huylu olması ve acıya karşı sabırlı olması derken aslında bu mesleğin çileli yanlarını kastediyordu. Peki, bir hattatın ustasından icazet alabilmesi için kaç yıllık eğitim alması gerekliydi biliyor musunuz? Sıkı durun, tam on beş yıl! Bu, günümüz standartlarında doktora derecesi dâhil bir eğitim süreci demektir!

Şimdi siz bir öğrenci düşünün ki eğitimin ilk yıllarında sadece ve sadece harfleri yazsın, ki bu, hurufat meşki’dir. Yüzlerce sayfa “elif”, yüzlerce sayfa “vav”, yüzlerce sayfa “mim”... Her birinin de kıvrımlarının, bükülme noktalarının, harflerin cevherlerinin ve uzantılarının kırk ayrı kuralı var öğrenilecek. Her harfin estetiği ayrı. “Ba”nın sol boynuzu bir boğanın boynuzu gibi sivri olacak, altında elmastan bir göz! Sonra harfleri birleştirme talimleri, sonra kelimeler, sonra cümleler... Müsvedde, yani “karalamak”; kâğıt kararmadan kalp ağarmazmış! Binlerce sayfalık, yıllarca sürecek bu meşklerden sonra başlar tarz talimleri. Nesih’i var, sülüs’ü var, reyhani’si var, rik’a’sı var... Var oğlu var! Her birinin de bin ayrı matematiği ve üslubu var. Öğrenilecek ustalar, ezberlenecek kurallar var... Şimdi anladınız mı Tebrizli ustanın neden hattat olacak kişinin acıya dayanıklı olması lazım dediğini!

Bakın daha işin malzemesine hiç girmedim bile, ki bu işin de ağırlığını ve ciddiyetini tam olarak anlayabildiğimizi sanmıyorum. Kâğıdın iyisini ve doğrusunu bulacaksın... Şeker renkli, müsvedde için iyi olan Dımışki ve Haşebi kâğıtları, tam cümleler için biraz daha iyi olan Hindi’ler... Ve en kaliteli Semerkant ve Çin işleri olanlar... Sonra kâğıdı bir güzel aharlayacaksın, tebeşirle yağını gidereceksin.

Şimdi sıra geldi mi kalem seçimine... Kamış ne sert ne yumuşak olacak; sert olan yeterince bükülmez, yumuşak olan ise gereksiz hatalara neden olur. Eskilerden yıllarca kalemlerini toprak altında saklayan ustalar vardır. Sanki kalemin önce ölmesini bekleyip sonra sonsuzluğa ulaşmasını bekler gibi... Sonra kalemi maktaya oturtacak, kırk beş derecelik açıyla kesecek, Yakut’tan miras tahrif-i kalem’i yapacaksın (Bu hat silsilesini de inşallah daha sonra başka bir yazıda ele alacağım).

Camilerin kandillerindeki isleri toplayacak, bunlara Arap zamkını altın tartar gibi hesap ederek katacaksın. Kimisi şöyle tarif eder: Beşte birine is, geri kalanına zamk koyacaksın. Oranı iyi tutturamazsan mürekkep çiğ bir parlama yapar ya da harfler dağılır da detaylarını kaybediverirler. Mürekkebi kirpi dikeniyle karıştırıp suyla ölçülü bir şekilde birleştirecek, içine az bir uka, yani ham ipek yerleştirip azıcık üzüm suyu damlatacaksın…

Bu iş sabır işidir. Bunların hepsi hesap kitap ister. Ama hiçbiri de aslında bir hattat olmaya yetmez. Hattatın asıl özelliği onun karakteridir. İyi hattatlar yazmaya başlamadan önce abdest alırlar, çoğu zaman da boy abdesti almadan tek bir harf yazmazlardı. Yazıya başlamadan önce gurur ve benlik gönülden çıkar, tam bir teslimiyet içinde sanki O’nun bir kalemi imiş gibi yazı yazılırdı. Harfler çizilirken nefes tutulur, kalemin ucu kâğıttan kalktığında yeniden nefes alınırdı. Eskiler derdi ki, “Biz hattatların ömrü uzun olur.” Çünkü hattat ne kadar çok yazarsa nefesini o kadar çok tutar. Şöyle düşününce, e haksız da değillermiş hani; ömür bu, sayılı nefesten ibaret değil mi?

Böylesi bir derinlik ve zarafet içinde yazıyı onurlandıran bu insanlara siz kargacık burgacık, abuk subuk görünümlü harflerden mürekkep bir Kur’an sayfası verseniz, onlar bu gördükleri “şey”den şeytandan kaçar gibi kaçmazlar mı? Elbette kaçarlar ve kaçtılar da! Matbaa deyince lütfen günümüzdeki lazer inceliğinde baskı yapan, teknoloji harikası kusursuz makineleri düşünmeyin. Matbaadan çıkan sayfalar asırlarca çirkin, üzerlerinde mürekkep lekeleri olan, harflerin çoğu zaman tanınmadığı, âdeta çamurdan figürler olarak kaldı. Müslümanların on altıncı asrın başlarında Venedik ve İngiliz matbaalarından çıkan kutsal kitaplarını gördüklerinde “Bu kesinlikle şeytanın işi!” demeleri boşuna değildi. Garip puntoları ve kâğıdın üstündeki baskı lekeleri bu tür bir “yazı”yı onlara kabul ettiremezdi.

Konuyu daha özgün bir perspektifte anlamımıza yardımcı olması için şöyle bir örnek vereceğim: Düşünün ki Da Vinci’nin önüne bizim fotokopi makinalarından çıkan siyah beyaz bir resim veriliyor ve deniyor ki, “Bundan sonra resim yapmayacaksın, onun yerine bunları kullanacağız!” Şimdi sorarım size, Da Vinci bu adamlara dehşetle bakakalmaz mıydı? Sanatı bırakıp makineye teslim olmak ne Da Vinci’nin ne de hayat, sanat, estetik ve matematik arasındaki sırrı kavramış başka bir deha için kabul edilebilecek bir teşebbüstür! Michalengelolardan, Manetlerden, Monetlerden oluşan bir ressamlar toplumu nasıl ki fotokopi makinasına direnç gösterebilirse, Beethovenlar, Mozartlar nasıl ki bir kutudan çıkan cızır cızır seslerin canlı orkestraların yerini alabileceğine ihtimal vermeyebilirse bizim hattatlarımız da elbette aynı şekilde matbaayı pekâlâ küçümsemiş, ona ehemmiyet vermemiş olabilirler.

Üstelik Arap harfleri, Latince akranlarının aksine, başta, ortada ve sonda değişik türlerde bulunduğundan ve önce ve sonra gelen harflere göre bağlantı noktaları değişiklik gösterdiğinden harfler yüzlerce değişik varyasyon şeklinde basılmalıydı ve bu da matbaayı pratik olmaktan uzaklaştırıyordu.

Kaldı ki, Müslüman âlimler için matbaa ne yeni bir şeydi ne de onların okuma-yazma potansiyellerine katabileceği bir şey sunuyordu. Çin’den İspanya’ya kadar geniş bir coğrafyada ciddi bir network kurmuş olan İslam medeniyetinde elbette bu aletin Asya’daki ilk versiyonları görülmüş ve hiç beğenilmemiş olabilir. Evet, Müslümanların matbaaları yoktu ama kitabı çoğaltacak ve yayacak ciddi ve fazlasıyla yeterli yöntemleri vardı. Sıradan bir varrak, yani kitap kopyalayıcısı 24 saat içinde kusursuz güzellikte 100 sayfa yazabilir, yetenekli olan ise rahatlıkla bunun iki katına çıkabilirdi. Muhammed Nişapuri’nin 24 saatlik bir zaman dilimi içinde tek seferde, etrafındaki tüm gürültüye rağmen üç bin satır şiir yazabildiği söylenir. Hattat Yakut hayatı boyunca bin bir adet Kur’an yazmıştır. Bu rakam her ne kadar biraz efsanevi gözükse de onun üretkenliği hakkında sağlam bir ipucu da vermiyor değil. Ama şu da bir gerçek ki ayda en az iki Kur’an’ı tamamladığı kabul edilen bir vakıa. On altıncı yüzyıl Osmanlısından Ahmet Karahisari, döneminin en güzel besmelesini göz açıp kapayıncaya kadar yazabilirdi (ki onun bu kesintisiz besmelesine mutalhal denirdi). Böylesine üretken hattatların hayatları sonucunda ortaya o kadar çok kamış kalıntısı kalırdı ki çokları bunları saklamış ve cesetlerini yıkayacak suyun bu odunların ateşiyle ısıtılmasını vasiyet etmiştir! İşte size zarafet, işte size ruh!

Günde milyonlarca satır, binlerce kâğıt ve yüzlerce kitap... Her gün, her ay, her yıl... Peki ya nihai sonuç? Yani toplumun kitap üretimi ne kadardı ve bu kadar kitabı nerede tutuyorlardı? Size bu rakamları vereceğim vermesine ya, önce bir kıyaslama yapabilmek için gelin Batı dünyasındaki rakamlara bir göz atalım:

Dokuzuncu asırda St. Gall Manastırı’nda, İsviçre’de 400 kitap, İtalya’da Bobbio Manastırı’nda on ikinci asırda 650 kitap, Fransa’da Cluny’de 570 kitap vardı. Ve bunlar dönemin en meşhur, en “zengin” (!) kütüphaneleriydi. Ve dikkat edin kitaplar hep manastırlarda! Hani bunlar çok laik ya! Dünyaca ünlü Sorbonne Kütüphanesi’nde, Paris’te on dördüncü asırda, ki Hristiyan dünyasının en büyük kütüphanesiydi, yaklaşık 1800 kadar kitabın olduğu biliniyor. Yani Batı’daki bir kütüphanenin ortalaması 300 ile 700 kitap arasında değişiyor.

Şimdi gelin İslam toplumlarına bakalım: Onuncu asırda el-Hakim’in Kütüphanesi’nde 400 bin kitap vardı! Sıradan bir medresede ortalama 100 binden aşağı kitap yoktu. On ikinci asırda Kahire’deki bir kütüphanede, sıkı durun, 1.6 milyon kitap olduğu söylenir.

Başka bir şey anlatayım; İrlanda’da Chester Beatty Kütüphanesi’nde İbn Bevvab’a ait bir elyazması var. Ve bu kitap hiç kimseye ithaf edilmemiş. Bu, o dönem için sıra dışı bir durumdur, çünkü kitaplar bir hükümdarın ya da o işi finanse edecek bir patronajın önderliğinde yazılırdı. Bu yüzden İbn Bevvab’ın çoğalttığı bu kitabın belki bir alan bulunur diye yazmış olması bize o toplumdaki okur yazar oranı hakkında da ciddi ipuçları veriyor. Hristiyan dünyasında din adamları ilahilerde dahi okuyacakları metinleri zar zor bilirken, Müslüman köylüler Kur’an’ı ve diğer kitapları hatim ederlerdi.

Orta Çağ Hristiyan dünyasında bir kâtip keşiş yazı masası üzerinde ağır aksak tek bir parşömen üzerinde çalışırken, aynı dönemde bir Müslüman müstensih tek bir okumadan sonra bir düzine kopya üretebiliyor, sonra bunların her birinden bir düzine daha yazabiliyordu. Bu sistem Orta Çağ’da İslam medeniyetlerinde tam anlamıyla bir kitap patlamasına yol açmıştır.

Ancak böylesi bir sistem için çok güçlü hafızalara ihtiyaç vardı. Bu da konumuzun son ayağını oluşturuyor. Müslüman toplumlardaki okur-yazar eğitimi tam da şahane bir bellek ve hafıza eğitimi üstüne kuruluydu. Gazali’nin ve İbn Bevvab’ın hikâyelerini hatırlayalım. Gazali’nin okuduğu tüm kitapları ezbere bildiğini ve İbn Bevvab’ın Usta Yakut’un üslubunu muhteşem bir fotografik hafıza ile tıpatıp kopyalayabildiğini başta anlatmıştık. Günümüzde makinelere bağımlı yaşayan bizler bu şahsiyetlerin istisna olduğunu düşünüp geçebilir. Hâlbuki durum hiç de öyle değil!

Dedik ya, hattatların ve âlimlerin eğitimlerinin önemli bir kısmı bellek eğitimiydi. Kur’an’ı hafızada tutabilen kişi anlamında kullanılan “hafız” sıfatının pek çok âlime verilmesi boşuna değildi. Günümüzde de bu eğitimin devam etmesi Müslümanlar için büyük bir övünç kaynağıdır. Kur’an’ı gencecik yaşta ezberleyen Şemseddin Muhammed Şirazi bu konuda en meşhur örneklerdendir. Genç şair el-Mütenebbi’nin bir kitabı ezberlemesi için bir kez okuması yeterliydi. Ahmet bin Hanbel, Buhari ve Müslim gibi hadis ustaları binlerce anlatıyı ezbere bilmekle kalmaz her bir hadisin silsilesini de “Ben şu kişiden duydum, o da şu kişiden duymuş, şu kişi de ondan duymuş ki, Peygamber şunu yapmış ya da demiş,” biçiminde hafızalarında tutabilirlerdi! Onuncu yüzyıl hadis âlimi Ebubekir el-Anbari ezberden 45 bin sayfa dikte ettirebilir, aynı anda onlarca hattat duyduklarını kâğıda geçirebilirdi. Başka bir âlim, bir dilbilimci el-Baverdi de yine 30 bin sayfalık bir kitabı hiç kitaba bakmaksızın dikte ettirebilir, yeniden yazabilirdi. Bizim mezhebimizin kurucusu Ebu Hanife’nin de pek çok detaylı fıkıh ve hukuk konusunu kitaptan okuyormuşçasına ezbere cevapladığı sıkça anlatılan bir gerçektir.

Bu bahsi kapatmadan önce bir şeyi açık açık söyleyeyim. Matbaanın Osmanlı uleması tarafından reddedilmesinde konunun bu yönünün bu kadar vurgulanmasını asla hak etmeyecek ölçüde olmasına rağmen bir kısım ulemanın, evet, bu işe bencillik ederek ayak direttiğini söylemek büsbütün yalan değildir. Elbette her dönemde ve her kültürde olduğu gibi Osmanlı âlimleri arasında da kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden, yani kitap üretimini ve dağıtımını kendi tekellerinde tutmak isteyen ve estetik ya da manevi itirazlarla değil, sırf üç beş kuruş az para kazanacağım diye matbaanın yasaklanmasına çalışanlar olmuş olabilir. Egoları Allah rızasının ve ilim yaymanın önüne geçen hasta karakterliler her çağda vardır. Bunun elbette savunulacak bir tarafı yok. Böylesi bir bencillik her şeyden önce “İlim Çin’de de olsa alınız!” diyen Hz. Peygamberimizin (s.a.s.) öğretilerine terstir. İnsanlar gibi, toplumların da kusursuzu yoktur; o, Allah’a özgü bir sıfattır...

Ama bu kâtiplerin itirazı meselesi Osmanlılara özgün bir şey de değildir. Avrupa’da da matbaaya en çok direnenler arasında kâtip keşişler vardı. Kısacası, biz ulemanın kendi çıkarları için ilmin çıkarlarını hiçe sayması görmezlikten gelmiyoruz. Bizim bu yazıda yaptığımız sadece konunun pek de alışılagelmeyen bir perspektiften değerlendirilmesi ve bunun önemine dikkat çekmek. Bu açıdan bakıldığında matbaa meselesindeki yaygın hüküm de değişecektir: Matbaa onlar gerici ve cahil olduğu için Osmanlılara geç gelmiş değil, tam tersine Osmanlı, çok üst düzey bir kitap kültürüne ve estetik kriterlere sahip olduğu için matbaaya prim vermemiştir.

Hülasa edelim: İslam medeniyetlerinde yazıya olan hürmet onun güzel yazılmasının önemine yol açmış ve bu eylemle uğraşanların eğitimine azami hassasiyet gösterilmiştir. Ayrıca “ikra” emrinin “sesli okuma” anlamı doğrultusunda yazmak eylemi hafıza tutmaktan ve kendi kendine ya da cemaat ortamında sesli okumanın ardından gelen ikincil bir eylem olarak da kabul edilmiştir. Yani aslolan hafıza ve dildir. Bu anlamda da yazmak, daha çok okumaya yardım eden bir unsurdur. Daha önce başka bir yazıda anlattığım üzere matbaadan ziyade kâğıdın Müslümanlar arasında yaygınlaşması ve üretilmesiyle birlikte ve güçlü hafızalar ve usta yazım teknikleriyle birlikte çok sayıda kitap çok hızlı bir şekilde üretilebilmiş ve İslam kütüphanelerinde Hristiyanlarınkinde hiç bulunamayacak ölçüde bir kitap patlaması yaşanmıştır. Gazali’nin ve İbn Bevvab’ın hafızaları ve Hattat Hafız Osman Efendi’nin hikâyesi bize bu gerçeği anlatır. Tüm bunlar bir arada düşünüldüğünde Osmanlı âlimleri arasında elbette matbaa ancak burun kıvırılacak bir şeydi. Biz bilim adamları, âlimler, hocalar, itiraf edelim, nasıl ki bazan günümüzde twitter’a, Facebook’a burun kıvırıyor, bunları daha çok popüler kültürün, eğitimi ve adabı öldüren teknolojik oyuncakları olarak görüyorsak, elbette dönemin âlimleri de matbaaya böylesi bir heves olarak bakmış olabilirler. Söyleyin, onları suçlayabilir miyiz?

Ayrıca yirminci yüzyıldaki bilgisayar devrimiyle birlikte tüm alfabelerin rahatlıkla dijital ortama aktarılıp her türlü yayının sorunsuz yapılabildiği günümüzde medeniyetler yarışı tekrar eşit şartlarda yapılabilir hâle geldi. Artık “Biz matbaayı şu kadar zaman geç aldık, şöyle geç kaldık böyle mahvolduk!” diye sızlanmanın da hiç kimseye faydası yok. Yarış bugün yeniden başlıyor.

Şöyle bitirelim: Hat sanatına ilk başlayan acemiler harfleri mıstar çizgisine oturtmaya çalışırlar. Bu çiğ kalmış, tam pişmemiş akılların işidir. Hâlbuki mesele harfleri mıstara değil, hattın kürsüsüne oturtmaktır. Buna harfin kürsüsü derler. Harfler ne kadar güzel olursa olsun, eğer kürsüsüne oturmamışsa maddenin ötesine geçememişsiniz demektir. İşte bu matbaa konusunda da dileyelim de konuyu kürsüsüne oturtmuş olalım.