Makale

A‘RÂF SURESİ 189 VE 190. AYETLERİN YORUMLANMA-SINDA RİVAYETLERİN ETKİSİ ÜZERİNE

A‘RÂF SURESİ 189 VE 190. AYETLERİN YORUMLANMASINDA RİVAYETLERİN ETKİSİ ÜZERİNE

Ahmet YAZICI *

Özet : Bu makalede, A‘râf suresi 189 ve 190. ayetler araştırma konusu yapılmaktadır. Araştırma, dört aşamada yürütülmektedir. İlk olarak, i. tarikleri bize kadar mütevâtir bir şekilde ulaşan kıraat imamlarının konumuzla ilgili ayetlerdeki okuyuş farklılıkları ve bunların manaya herhangi bir etkisinin olup olmadığı tartışılmaktadır. Ardından ii. A‘râf suresi 189 ve 190. ayetlerin anlaşılmasında /yorumlanmasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e isnad edilen rivayetlerin etkisi incelenmektedir. Daha sonra iii. söz konusu rivayetlerin bu ayetleri açıklama adına delil olup olamayacağı, hem rivayet hem de dirayet ilmi açısından tahlil edilmektedir. Son olarak da iv. müfessirlerin ilgili ayetlere ve bu ayetler hakkındaki yorumlara yaklaşımları sistematik bir biçimde ele alınmakta ve özellikle 190. ayette yer alan جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا terkibindekiجَعَلَا fiilinin fâili belirlenmeye, هُمَا zamirinin mercii tespit edilmeye ve böylece ifadede kimlerin kastedildiği açıklanmaya çalışılmaktadır. Elde edilen bulgular sonuç kısmında verilmektedir.

Anahtar Kelimeler: Kur’an, Rivayet, Hz. Âdem, Peygamber, Şirk.

On the Effect of Narrations in the Interpretation of the Verses of 189-190 A‘râf Chapter

Abstract : In this article, the verses of A‘râf 189-190 will be examined. The examination will be conducted in four phases. Firstly, the differences of recitation that reach us by mutawatir narration among Recitation Imams will be discussed in these verses. Then, it will be discussed whether these different recitations affect the meaning or not. After that, the effect of narrations that are attributed to the Prophet Muhammad (pbuh) will be elaborated in terms of the understanding and interpretation of these verses. Later, these narrations will be analyzed by mental and narrative methods based on whether these narrations will be proof on the explanations of these verses. Lastly, approaches of commentators on the Qur’an to these verses will be handled systematically. And it will be determined what the subject of this structure is: جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا and who are those people in هُمَا in the verse. The data obtained will be given in the conclusion.

Key words: Holy Qur’an, Narration, Adam (pbuh), Prophet, Polytheism.

Giriş

Bilindiği üzere Kur’an, yaklaşık yirmi üç yıllık bir sürede nazil olmuştur. Kur’an’ın inişine şahit olan sahabe onu anlama noktasında genelde bir sıkıntı yaşamamıştır. Zira hem muallimi beşer olarak Kur’an’ı en üst düzeyde anlayan ve yaşayan Hz. Peygamber (s.a.s.)’in aralarında bulunması hem de saf bir Arapça konuşmaları, inen ayetleri anlamada kendilerine büyük kolaylıklar sağlamıştır.

Risalet döneminin sonlanmasıyla, Kur’an tefsirine olan ihtiyaç da artmış ve tefsir ilmi teşekkül etmeye başlamıştır. Hz. Peygamber (s.a.s.) ve sahabeye isnat edilen tefsir rivayetleri, yeni yeni şekillenmeye başlayan bu ilmin ilk nüvelerini oluşturmuştur. Zamanla rivayet ve dirayet kültürü gelişmiş ve tefsir, müstakil bir ilim dalı haline gelmiştir.

Bir kısım ayetleri muhkem bir kısmı da müteşabih olan Kur’an’ın anlaşılmasında rivayet tefsirleri büyük önem arz etmektedir. Ancak ansiklopedik tarzda kaleme alınan ve sahih-sakim ayrımının belirgin olmadığı bu eserlerdeki rivayetleri, belli esaslar çerçevesinde incelemek gerekir. Çünkü Kur’an’ı doğru anlamak için Hz. Peygamber’den sadır olan rivayetler ne kadar önemli ise, sakimi sahihine karışmış rivayetleri ayıklamak da o kadar önemlidir. Bu bağlamda rivayet tefsirlerinin birçoğunda yer alan A‘râf suresi 189-190. ayetler hakkındaki rivayetler tahlil edilmeye muhtaçtır. Özellikle 190. ayette yer alan جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا terkibindekiجَعَلَا fiilinin fâilini belirlemek, هُمَا zamirinin merciini tespit etmek ve böylece ifade de kimlerin kastedildiğini açıklığa kavuşturmak gerekmektedir. Biz de makalemizde, bu ayetlerin yorumlanmasında kritik öneme sahip olan rivayetleri tahlil ederek söz konusu meseleleri açıklığa kavuşturmayı hedefliyoruz.

2. Surenin Nüzûl Zamanı, Muhtevası ve A‘râf Suresi 189-190. Ayetler (Metin ve Meal)

A‘râf suresi, Sâd suresinden sonra Cin suresinden önce Mekke’de nazil olmuştur. 163-170. ayetlerinin Medine’de nazil olduğu nakledilmektedir.[1] İki yüz altı ayettir. Nüzul sırasına göre 39., resmi Mushaf tertibine göre ise 7. sıradadır. İsmini 46. ayetinde geçen ve cennetle cehennem arasındaki bir yerin adı olarak tesmiye edilen “a‘râf” kelimesinden almıştır.[2] A‘râf isminden başka mîkâd, mîsâk gibi adları da vardır. Kur’an’ın en uzun üçüncü suresidir.

A‘râf suresi, ele aldığı konular ve anlatım biçimi itibariyle, kendisinden önce gelen En‘âm suresiyle büyük ölçüde bütünlük arz etmektedir.[3] Sûrede, Arapların düşünce yapıları, örf - adetleri, ilâhi mesajı ve Hz. Peygamber(s.a.s.)’i yalanlayanların inatlık ve büyüklenmeleri gözler önüne serilmektedir. Müşriklerin akide ve örfleri eleştirilmekte, mü’minler cennetle müjdelenmekte, kâfirler acı bir son ile tehdit edilmektedir. Ayrıca surede Âdem-İblis kıssasına dair bir bölüm yer almakta, Hz. Nûh, Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Lût, Hz. Şu‘ayb ve Hz. Mûsâ’nın kavimleriyle giriştikleri tevhîd mücadelelerinden kesitler sunulmakta ve ilâhî çağrıyı reddedenlerin korkunç akıbetlerine yer verilmektedir.[4]

Araştırmamıza konu olan ayetler surenin sonuç bölümünde yer almaktadır. Bu bölümde İslâm’ı anlamak için melekelerini doğru kullanamayanların bazı sapkınlıklarına değinilmekte ve kendileri, Hz. Peygamber(s.a.s.)’in çağrısına karşı gösterdikleri düşmanca tutumların ciddi sonuçları konusunda uyarılmaktadır. Siyâk-sibâk ilişkisi bağlamında bu kısmın ortalarında yer alan ve konumuzla ilgili olan (A‘râf suresi 189-190.) ayetlerin metin ve meali şu şekildedir:

هُوَ الَّذى خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ اِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشّٰیهَا حَمَلَتْ حَمْلًا خَفيفًا فَمَرَّتْ بِه فَلَمَّا اَثْقَلَتْ دَعَوَا اللّٰهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ اٰتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرينَ فَلَمَّا اٰتٰیهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ

189. Sizi tek bir nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini var eden Allah’tır. O, eşiyle birleşince eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi birden Rableri olan Allah’a yönelip “Eğer bize salih bir evlat verirsen, muhakkak sana şükreden kullarından oluruz” diye dua ettiler. 190. Fakat Allah, kendilerine salih bir evlat verince, her ikisi de verdiği evlatlar üzerine ona ortaklar koştular. Hâlbuki Allah onların yakıştırdıkları her türlü ortaktan münezzehtir.

3. Kıraat Vecihleri

Tarikleri bize kadar mütevatir bir şekilde ulaşan kıraat imamlarının konumuzla alakalı ayetlerde imâle[5], teshîl[6], idğâm[7], taklîl[8] gibi bazı okuyuş farklılıkları bulunmakta, fakat kelime veya harf değişikliği olmadığı için bunların manaya herhangi bir etkisi olmamaktadır.

Kıraat imamları arasında 190. ayetteki شُرَكَاءَ kelimesi üzerinde ihtilaf oluşmuş, İbn Kesir, Ebû Amr, İbn Âmir, İmâm Âsım’ın ikinci ravisi Hafs, Hamza, Kisâî ve Ya‘kûb şirk kelimesini فُعَلَاء / fu‘alâ’ vezninde çoğul olarak شُرَكَاء /şurakâ’ şeklinde okumuşlar, buna mukabil Nâfî, İmâm Âsım’ın birinci ravisi Şu‘be, Ebû Ca‘fer ve bir kısım kurra ise masdar formunda شِرْكاً /şirken biçiminde okumuşlardır.[9] İkinci okuyuşa göre şirk kelimesinin muzafı hazfedilmiştir. Yani takdiri olarak “فَجَعَلَا لَهُ ذَا شِرْكٍ” şeklindedir. Hz. Peygamber (s.a.s.)’den mütevatir olarak bize kadar ulaşan her iki okuyuşun da manaya, âyetin kastını değiştirecek bir tesiri yoktur.

4. A‘râf Suresi 189-190. Ayetlerin Tefsiri

Daha önce de belirttiğimiz gibi çalışmamızda, 190. ayette yer alan جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا terkibindekiجَعَلَا fiilinin fâilini tespit etme, هُمَا zamirinin merciini belirleme ve böylece ifadede kimlerin kastedildiğini açıklığa kavuşturmaya yoğunlaşılacaktır. Ancak bu kısma geçmeden önce 189. ayette geçen iki terkib hakkında müfessirlerin görüşlerini vermeyi faydalı görüyoruz.

Ayette geçen مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ terkibi hakkında müfessirler farklı görüşler ileri sürmektedirler. İbn Abbâs (ö. 68), Mücâhid (ö. 103), Katâde (ö. 117), Taberî (ö. 310), Maturîdî (ö. 333), Zemahşerî (ö. 538), Nesefî (ö. 710), Beydâvî (ö. 685), İbn Kesir (ö. 774), Kâsımî (ö. 1332)gibi müfessirlerin çoğunluğu buradaki tek nefisten kastedilenin Hz. Âdem olduğunu ifade etmektedirler.[10]

Kurtûbî (ö. 671), Reşid Rızâ (ö.1935) ve Seyyid Kutub (ö. 1966) ayetteki nefs-i vahideden kastedilenin erkek ve kadına şamil insan cinsi olduğunu beyan etmektedirler.[11] Seyyid Kutub bu görüşünü temellendirme adına şu yorumu yapmaktadır:

“Oluşumunun tabiatında insan tek bir nefistir. Kadın ile erkek arasında görevler açısından bir farklılık görülse de onlar nefistir. Bu görüş, İslâm dininin on dört asırdan beri ortaya koyduğu gerçekçi ve eksiksiz bir bakış açısıdır. İslâm o gün bu görüşleri ileri sürerken, tahrife uğramış dinler, kadını insanın baş belası, lanetlik, pis ve özellikle sakınılması gereken saptırıcı bir tuzak olarak gösteriyordu. O gün -gerçi bugün de öyle ya- putperest inanç sistemleri, kadını aşağılık bir meta veya erkeğin yanında sözü bile edilemeyecek, tek başına hiçbir değer ifade etmeyen bir hizmetçi olarak kabul ediyordu.”[12]

Müfessir Elmalılı, ayetteki nefs-i vahideden kastedilenin Hz. Âdem olabileceği gibi her insanın yaratılışına vesile kılınan zürriyet babası da olabileceğini söylemekte ve şu açıklamayı yapmaktadır:

“Görülüyor ki, nefs-i vahide nekredir. Bir ferd-i münteşire delalet eder. Bundan dolayı, her şeyden önce insan türünün başlangıcı olan Âdem’in şahsı için geçerli olduğu kadar, sonuç itibariyle muhatapların sınıflarına göre, zürriyet babası olan her kişi için de geçerlidir. Yani, ifade yalnızca geçmiş zamandaki Âdem’i değil, şimdiki zamandaki olayları da tek tek içine alır. Nitekim bundan dolayı, buradaki tek nefisten muradın, Kureyş’in atası olan Kusay olduğu da söylenmiştir ki, bu da kıssanın Kureyş müşriklerine uygulanmasıdır.”[13]

Ayetteki nefs-i vahideden ne kastedildiği hakkında Süleyman Ateş de farklı bir yorumda bulunmaktadır. Ayetin siyakında şirkin olduğunu, şirkten uzak olması sebebiyle bu ayette Hz. Âdem’in kastedilmiş olamayacağını öne süren Ateş, Yüce Allah’ın söz konusu ayette biyolojik bir kanuna işaret ettiğini, bütün insanların bir nefisten, yani babanın belindeki tohumdan yaratıldığını ifade etmektedir.[14]

Görüldüğü gibi ayetteki وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا ifadesinden kastedilen şey, مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ifadesi ile paralel yorumlanmaktadır. Tek nefisten kastedilenin Hz. Âdem olduğunu kabul edenler, bu ifadeden Hz. Havvâ’nın[15] kastedildiğini; tek nefisten kastedilenin kişinin zürriyet babası olduğunu kabul edenler ise, bu ifadeden onun eşinin kastedildiği görüşünü benimsemektedirler. Diğer görüş sahipleri için ise herhangi bir farklı mülahaza söz konusu değildir.

4.1. Hz. Peygamber, Sahâbe ve Tâbiînin A‘râf Suresi 189-190. Ayetleri Tefsiri

Rivayet tefsirlerinde A‘râf 189-190. ayetleri ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.s.)’e, sahabeye ve tâbiine nispet edilen haberler mevcuttur. Bir tanesinin merfû[16] diğerlerinin mevkûf[17] ve maktû[18] olduğu bu rivayetler söz konusu ayetlerin anlaşılmasında olumlu veya olumsuz yönde belirleyici olmaktadır. Binaenaleyh bir grup müfessir, ilgili rivayetleri kabul etmekte ve ayetteki şirkin mahiyetini tartışmakta, bir grubu rivayetleri kabul etmemekte ve yorumlarını rivayetlerin reddi üzerine bina etmekte, diğer bir grubu ise rivayetleri nakledip her iki varsayımı da mantıklı bir şekilde te’vîl etmeye çalışmaktadır.

Merfû addedilen ve farklı kaynaklarda yer alan rivayet şu şekildedir:

Allah Rasûlü buyurdular ki: “Havvâ, hamile kalınca şeytan onun çevresinde dolaştı. -Havvâ’nın çocukları yaşamıyordu- şeytan ona şöyle dedi: Doğacak çocuğa Abdulhâris adını ver. Havvâ da çocuğuna Abdulhâris adını verdi ve böylece çocukları yaşadı. Bu şeytanın vahyi ve vesvesesidir.”[19]

Rivayeti nakleden Tirmizî hadisin sıhhati bağlamında şu açıklamayı yapmaktadır: “Bu hadis hasen garibtir. Bu hadisi merfû olarak sadece Ömer b. İbrahim’in Katâde’den rivayetiyle bilmekteyiz. Bazıları da sözü edilen hadisi Abdussamed’den merfû olmaksızın rivayet etmişlerdir. Ömer b. İbrahim, Basralı bir ihtiyardır.[20]

Bu rivayetin yanı sıra rivayet tefsirlerinde sahabe veya tabiin müfessirlerine izafe edilen farklı rivayetler de bulunmaktadır. Bu bağlamda Taberî’de mevkûf olarak 5, maktû‘ olarak 7 rivayet yer almaktadır.[21] Farklı varyasyonları olan bu rivayetlerden iki tanesini zikretmek istiyoruz.

Said b. Cübeyr: Âdem ile Havvâ yeryüzüne inince Âdem’e şehvet verildi. O, Havvâ ile evlendi. Havvâ hamile kaldı. Çocuk karnında hareket etmeye başlayınca Havvâ "Bu da neyin nesi?" dedi. İblîs ona geldi ve "Sizler yeryüzünde ancak deve, sığır, koyun yahut keçi görüyorsunuz. Senin karnında olan işte bunlardan birisi." dedi. Bunun üzerine Havvâ: "Vallahi ben buna dayanamam, âciz kalırım." dedi. Bunun üzerine Şeytan: "Sen beni dinle, ona "Abdülhâris" ismini ver, o sizin benzeriniz olarak doğar." Havvâ meseleyi Âdem’e anlattı. Âdem: "O, bizi cennetten çıkaran kimse" dedi. Havvâ’nın karnındaki çocuk ölü doğdu. Havvâ ondan sonra tekrar hamile kaldı. İblîs yine geldi ve ona: "Beni dinle onu ‘Abdülhâris’ diye isimlendir, (İblîs’in meleklerin yanında adı Hârîs idi) Aksi halde o çocuk, bir deve, sığır, koyun ya da keçi olarak doğar. Yahut da ben onu öldürürüm. Zaten birincisini de ben öldürdüm." dedi. Havvâ meseleyi tekrar Âdem’e anlattı. Âdem, karşı çıkmaz gibi bir tavır takındı. Bunun üzerine Havvâ ona ‘Abdülhâris’ adını verdi ki, kendileri gibi bir insan olarak doğsun ve yaşasın.[22]

İbn Abbâs: Hz. Âdem’in çocukları yaşamayınca İblîs, Havvâ’ya gelerek doğacak çocuğun adını kendi adı olan ‘Haris’ ismine ‘Abd’ kelimesini de ilave ederek ‘Abdülharis’ yani ‘Harisin kulu’ şeklinde koyması halinde onun yaşayacağını söylemiştir. Hz. Havvâ bunu Âdem’e söyleyince Hz. Âdem, daha önce kendilerinin cennetten çıkmalarına sebep olması nedeniyle İblîs’in bu teklifini reddetmiştir. Ancak, Havvâ’nın çocukları peş peşe yaşamayınca İblîs, durmadan Âdem ile Havvâ’ya bu adı koymadıkları takdirde çocuklarını öldüreceğini söylemiş nihayet onlar da çocuklarına ‘Abdulharis’ ismini vererek, Allah’ın isimlerinde ona ortak koşma durumuna düşmüşlerdir. Fakat hiçbir zaman ona kullukta ortak koşmamışlardır.[23]

190. âyetin tefsiri bağlamında Taberî, İbn Kesir ve Suyûtî’nin eserlerinde farklı varyasyonlarla yer alan bu rivayetlere mukabil, Tâbiîn müfessirlerinden olan ve bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.)’e izafe edilen rivayetin senedinde yer alan Hasanü’l-Basrî’ye dayanan bir bilgide, جَعَلَا fiilinin fâilinin Hz. Âdem ve Hz. Havvâ olmadığına dair şu üç rivayet yer almaktadır: “i. Ayetteki جَعَلَا fiilinin fâili Hz. Âdem ve Hz. Havvâ değil, diğer bazı din mensuplarıdır. ii. Ayetteki جَعَلَا fiilinin fâili Hz. Âdem’in soyu ve kendisinden sonra onlardan şirk koşanlardır. iii. Ayetteki جَعَلَا fiilinin fâili Yahûdî ve Hıristiyanlardır. Allah onlara çocuklar vermiş, onlar da çocuklarını Yahudileştirmiş ve Hristiyanlaştırmışlardır.”[24]

Müfessir Kurtûbî bu âyet hakkında tabiin müfessirlerinden İkrime’nin şu yorumunu nakletmektedir: “Ayet, özel olarak Hz. Âdem hakkında değildir. Yüce Allah bu ayeti Hz. Âdem’den sonra bütün insanlar hakkında umumi bir buyruk olarak indirmiştir.”[25]

Aynı konuda Huseyn b. Fadl’in kanaati ise şu şekildedir: “Bu görüş tasavvuf ehlinin daha çok hoşuna gider. Çünkü birinci görüşte Yüce Allah’ın peygamberi olan Hz. Âdem’e çok büyük bir iş (şirk) izafe edilmektedir.”[26]

4.1.1. A‘râf Suresi 189-190. Ayetlerle İlgili Haberlerin Rivayet İlmi Açısından Tahlili

Tirmizî’nin merfû olarak naklettiği hadis hakkındaki hasen gariptir ifadesi, hadis ne sahihtir ne de zayıftır anlamına gelmektedir.[27] Aynı şekilde hadisin merfû olarak sadece Ömer b. İbrahim’in Katâde’den rivayetiyle bilinmesi ve Ömer b. İbrahim’in Basralı bir ihtiyar olarak tavsif edilmesi, hadisin delil olabilirliğini tartışmaya açmaktadır. Yine Tirmizî’nin hadisin merfû değil de mevkûf olarak rivayet edildiğini zikretmesi, hadisin senedinde problem olduğunu göstermektedir. Çünkü bir hadisin hem merfû hem de mevkûf senetlerle rivayet edilmesi senedinde işkal olduğuna delildir.[28]

Tirmizî şarihlerinden Mübarekfûrî, Ömer b. İbrahim’in Katâde’den rivayetlerinin saduk yani sahihin altında bulunan hasen hadis kısmına dahil olduğunu belirtmektedir. Ancak altı kişinin Ömer b. İbrahim’i zayıf olarak kabul ettiğini zikretmektedir. İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb’te İmâm Ahmed’den naklen Ömer bin İbrahim’in Katâde’den nakillerinin münker[29] olduğunu beyan etmektedir. Yine İbn Adi’den nakille Ömer b. İbrahim’in Katâde’den nakillerinin aslına muvafık olmayıp muztarip[30] olduğunu zikretmektedir.[31] Aynı şekilde Zehebî de, Mizânü’l-İ‘tidâl’de Ebû Hatim’in Ömer b. İbrahim için, “hadisi delil kabul edilmez” dediğini nakletmektedir.[32]

İbn Kesir merfû olarak nakledilen bu hadisin üç vecihten illetli olduğunu beyan etmektedir: “1. Hadisin râvîsi Ömer b. İbrahim Basra’lıdır. İbn Maîn, onun sika olduğunu söylese de Ebû Hâkim er-Râzî hadisi hüccet değildir demiştir. 2. Hadis, merfû değil, Semüre b. Cündeb’nin sözü şeklinde yani mevkûf olarak rivayet edilmiştir. 3. Bizzat Hasanü’l-Basrî bu âyeti farklı tefsir etmiştir. Şayet söz konusu hadis onun yanında Semüre’den merfû olarak nakledilseydi, o, başka bir tefsire yönelmezdi.”[33]

İbn Hazm bu rivayet hakkında şu açıklamayı yapmaktadır: “Hz. Âdem’e çocuğuna Abdulharis ismi verdiğini isnad eden bu rivayetlerin hepsi mevzudur, yalandır, dini ve hayası olmayanlar tarafından uydurulmuştur. Kesinlikle senetleri sahih değildir. Ayetlerin zahiri, bu ayetlerin Mekke müşrikleri hakkında indiklerini göstermektedir.”[34]

Asrımızda cerh ve ta‘dîl ilminde kaleme alınan tek eser olan Albânî’nin Silsiletü’l-Ehâdîsi’d-Daife ve’l-Mevdû‘a’sında bu hadis müellif tarafından ele alınmakta ve zayıf olduğu beyan edilmektedir.[35]

Merfû addedilen bu rivayetin tahlili bağlamında yaptığımız nakillerden hareketle şunu söylemek mümkündür. Tirmizî’nin ve diğer bir kısım âlimlerin naklettiği bu rivayetin sıhhati sabit değildir. Zayıf olduğu sabit değilse de illetli ve hatta mevzû olduğu görüşünde olanlar vardır. Meseleye muhaddisler açısından baktığımızda bir hadisin delil olarak kullanılabilmesi için asgari düzeyde sıhhat şartlarını taşıması elzemdir. Bu nedenle Hz. Âdem’e şirk isnadına götürmesi hasebiyle bu şekilde ihtilaflar içeren bir rivayetle amel etmemek ihtiyata daha uygun görünmektedir.

Konumuzla alakalı mevkûf ve maktû‘ olarak nakledilen rivayetleri dikkate aldığımızda ise bunları iki kısımda değerlendirmek mümkündür. i. Ayetteki جَعَلَا fiilinin fâilinin Hz. Âdem ile Hz. Havvâ olduğuna delalet edenler. ii. Hz. Âdem ile Hz. Havvâ olmadığına delalet edenler.

Birinci kısımdaki rivayetlere baktığımızda bunların içtihadi bir yorum, lügavi bir izah veya garibin tefsiri şeklinde değil de işitme/semâ’ya dayalı birer nakil olduklarını görmekteyiz. Semâ’ya dayalı olmaları bu rivayetlerin hükmen merfû[36] olabileceği ihtimalini değerlendirme zaruretini ortaya koymaktadır. Meseleyi bu açıdan değerlendirdiğimizde bunun iki sebepten ötürü isabetli olmayacağını söyleyebiliriz. Birincisi, farklı tariklerle 10’a yaklaşan bu rivayetlerin neden hiçbiri merfû olarak nakledilmemiştir. İkincisi, bu rivayetlerin önemli bir kısmı İsrâîlî rivayetler nakletmekle meşhur olan Abdullah b. Abbâs’a dayandırılmıştır.[37] Bu iki sebep bizim bu hadisi hükmen merfû konumundan çıkarmamız için yeterlidir. Dolayısıyla elimizde kalan tek ihtimal, İbn Kesir gibi bir kısım müfessirlerin de benimsediği, bu rivayetlerin Ehl-i kitaptan nakledildiğini kabul etmek ve İsrâîliyyât bağlamında değerlendirmektir.[38] Kur’an ve sünnetin onaylamadığı İsrâîliyyâtın merdut olduğu da herkesin malumudur.

İkinci kısımdaki rivayetlere baktığımızda ise bunların bizzat Hasanü’l-Basrî’nin veya İkrime’nin içtihadi yorumları olabilecekleri gibi semaya da muhtemil olabilirler. Dolayısıyla bizi onları kabule veya redde götürebilecek bir karine mevcut değildir.

4.1.2. A‘râf Suresi 189-190. Ayetlerle İlgili Haberlerin Dirayet İlmi Açısından Tahlili

Bir önceki başlığımızda Hz. Peygamber (s.a.s.)’e nispet edilen bu haberleri rivayet ilmi açısından değerlendirmiş ve amel edilmelerinin uygun olmayacağını beyan etmiştik. Ancak konuyla ilgili yorumda bulunan ilim ehli, rivayet ilminin yanı sıra dirayet ilmi açısından da sözü edilen rivayetleri değerlendirmeye tabi tutmuş ve sahih olmadıklarını ispat eden birçok delil zikretmişlerdir. Şimdi bu delillere değinmek istiyoruz.

1. 190. âyetin metni şu şekildedir: فَلَمَّا اٰتٰیهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ Âyetin ortasındaki جَعَلَا fiili ikil formundadır. Buna mukabil âyetin sonundaki يُشْرِكُون lafzı çoğul şeklindedir. Ayetteki bu yapı, şirke girenlerin iki kişi değil, daha fazla olduğuna delalet etmektedir.[39]

2. Bir sonraki 191. âyet şu şekildedir: اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْپًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ “Hiçbir şeyi yaratamayan, bilakis kendileri yaratılan şeyi Allah’a ortak mı koşuyorlar?” Bu ayet, bir önceki âyetle bütünlük arz etmekte, Allah’a karşı putları ortak koşanların yaptıklarını istifhâm/soru üslubuyla reddetmektedir. Dolayısıyla ayette İblîs’in, çocuğuna isim verme konusunda Hz. Havvâ’ya telkinde bulunduğuna dair herhangi bir husus söz konusu değildir.[40]

3. Şayet bir önceki maddede İblîs kastedilmiş olsaydı, âyetin, اَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْپًا “Hiçbir şey yaratamayan şeyi mi ortak koşuyorlar?” şeklinde değil de اَيُشْرِكُونَ مَن لَا يَخْلُقُ شَيْپًا “Hiçbir şey yaratamayan kimseyi mi ortak koşuyorlar?” şeklinde olması gerekirdi. Çünkü İblîs akıllı varlık olduğu için مَا edatı ile değil مَن edatı ile ifade edilir.[41]

4. Hz. Âdem, herkesten daha fazla İblîs’i tanıyordu. Çünkü cennetten çıkarılmasına o sebep olmuştu. Onun isimlerini de biliyordu. Çünkü Yüce Allah, Hz. Âdem’e bütün isimleri öğretmişti.[42] Binâenaleyh, Hz. Âdem ile İblîs arasındaki çok şiddetli düşmanlığa ve onun isminin Haris olduğunu -eğer öyleyse- bilmesine rağmen, nasıl olur da, Hz. Âdem’in çocuğuna Abdulharis ismini koyması düşünülebilir.[43]

5. Yüce Allah Kur’an’da, peygamberlerden sadır olan hataları zikrettikten sonra daima onların tevbelerini dile getirmekte, peygamberlerini zan altında bırakmamaktadır. Eğer Hz. Âdem ile Hz. Havvâ şirke düşmüş de tevbe etmiş iseler, onların tevbesini zikretmemek Allah’ın hikmetine, adaletine ve rahmetine muvafık olmaz. Nitekim Hz. Âdem ile Hz. Havvâ yasak ağaçtan yediklerinde, Yüce Allah onların tevbesini[44] zikretmiştir.[45]

6. Nakledilen rivayetler ayette kastedilenin İblîs olmasını muhal kılmaktadır. Çünkü rivayetlerde Hz. Âdem ile Havvâ’nın çocuklarının yaşamadığı, bundan dolayı çocuklarına Abdulharis ismini verdikleri, bunu da çocuklarının yaşaması için yaptıkları sarih bir şekilde ifade edilmektedir. Dolayısıyla bu amaçla yapılan bir fiilin tesmiyede bir şirk[46] olduğunu, hakikatte şirk olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Hele hele böyle bir fiilin bir peygamberden sadır olması hiç mümkün değildir.[47]

7. Ebû Davûd’un Ebû Vehb el-Cüşemî rivayetiyle tahriç ettiği bir hadiste "Rasûlullâh’ın şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Peygamberlerin isimleriyle isimlenin. Allah’ın en çok sevdiği isimler ‘Abdullâh, ‘Abdurrâhmân’dır. En sâdık olanları da Hâris ve Hemmâm isimleridir. En çirkinleri de Harb ve Mürre isimleridir.”[48] Bu hadis doğrultusunda birçok sahabî, tabiîn ve Müslüman çocuklarına Haris ismini vermişlerdir. Eğer şeytanın ismi Haris olsaydı –ki sadece bu rivayetlerde şeytanın isminin haris olduğu geçmekte, başka bir kaynakta bu doğrultuda bilgi bulunmamaktadır- hem Hz. Peygamber Haris ismini verenlerin isimlerini değiştirir hem de daha sonraki nesiller bu ismi kullanmazlardı.[49]

8. Yüce Allah Hz. Âdem ile Havvâ’yı yarattı. Onları yeryüzüne indirdi. Onları insanlığın neşet ettiği bir asıl yaptı. Dolayısıyla insanlığın çoğalması için yeryüzüne indirilen Âdem ile Havvâ’nın çocuklarının ölü doğmaları veya doğumlarının hemen ardından ölmeleri mantıklı bir durum değildir ve onların indiriliş hikmetine muhaliftir.[50]

9. Buhârî ve Müslim’in ittifakla naklettikleri hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmaktadır: “Allah kıyamet gününde mü’minleri toplar. Onlar: ‘İçinde bulunduğumuz durumdan bizi kurtarması için Rabbimizden şefaat istesek’, derler. Müteakiben Âdem’e gelirler ve: ‘Ey Âdem! İnsanların sıkıntı da olduğunu görmüyor musun? Allah seni insanlığın babası kıldı, seni kendi eliyle yarattı, sana ruhundan üfledi, meleklerini sana secde ettirdi ve her şeyin ismini sana öğretti. Bulunduğumuz durumdan bizi kurtarması için Rabbin katında bizim için şefaatçi ol!’ derler. Âdem: ‘Ben Rabbimi öyle öfkelendirdim ki ne benden önce ne de benden sonra bir daha öyle öfkelenmemiştir. Rabbim beni yasak ağaçtan men etti de ben O’na isyan ettim. Benim halim nicedir? Benim halim nicedir?...”[51] Daha uzun olan ancak bu kadarıyla iktifa ettiğimiz bu hadis delalet etmektedir ki Hz. Âdem’in kıyamet günü rabbinden korktuğu günahı sadece yasak ağaçtan yemesidir. Eğer şirke düşmüş olsaydı, onun günahı daha büyük olduğu için öncelikle onu zikretmesi veya en azından onu da zikretmesi gerekirdi. Ancak böyle olmamıştır. Dolayısıyla bu hadis de söz konusu ayetlerin İblîs’le alakalı olmadığını ortaya koymaktadır.[52]

10. Âlimlerin ittifakıyla bütün peygamberler şirkten masumdurlar. Nakledilen bu haberler ise bir peygambere şirk isnad etmektedir. Dolayısıyla risâlet makamına ve peygamberlerin masumluğuna zarar veren her söz merduttur.[53]

Burada ele aldığımız deliller ve bir önceki başlıkta zikrettiğimiz hususlar bu rivayetin Hz. Peygambere isnadını mümkün kılmamaktadır. Dolayısıyla bu ayetlerin ilgili rivayetlerle tefsir edilmesi ve İblîs’le ilişkilendirilmesi hem ilmi hem de fikri açıdan doğru değildir.

4.2. Müfessirlerin A‘râf Suresi 189-190. Ayetlere İlişkin Açıklamaları

Yukarıda da belirttiğimiz gibi müfessirler bu ayetlerin tefsirine geniş yer ayırmakta ve ilgili rivayetleri zikrederek sözü edilen ayetleri yorumlamaktadırlar. Şimdi kadim ve mu‘asır müfessirlerin ilgili ayetlere dair yorumlarını aktarmak istiyoruz.

Rivayet ekolüne mensup bir müfessir olan Taberî, tefsirinde bu âyetin yorumuna geniş yer ayırmaktadır. O, ayetteki şirki kimin işlediği ve mahiyeti konusunda âlimlerin ihtilaf ettiklerini belirtmekte ve her iki görüş mensuplarının delillerini serdetmektedir.

Bu bağlamda Semure b. Cündeb’in Hz. Peygambere izafe ettiği hadisi nakletmekte, ardından Semure b. Cündeb, Abdullah b. Abbâs, İkrime, Katâde, Mücâhid, Said b. Cübeyr ve Süddi gibi sahâbe ve tabiîn müfessirlere dayandırdığı 12 rivayet zikretmektedir. Taberî, ayetteki جَعَلَا fiilinin fâilinin Hz. Âdem ile Hz. Havvâ olduklarını, ancak bu şirkin ubudiyette bir şirk değil tesmiyede bir şirk olduğunu dile getirmektedir. Daha sonra Hasanü’l-Basrî’den, ayetteki جَعَلَا fiilinin fâilinin Hz. Âdem ile Hz. Havvâ olmadığına dair üç rivayeti zikretmekte, fakat kendisinin birinci görüşü tercih ettiğini belirtmektedir.[54]

İbn Kesir, bu ayetleri detaylı bir şekilde tefsir etmektedir. İlk önce Hz. Peygamber (s.a.s.)’e izafe edilen hadisin kritiğini yapmakta, bu hadisi -yukarıda da zikrettiğimiz- üç illetten dolayı zayıf görmekte ve âyetin tefsirinde delil olamayacağını ifade etmektedir. Ardından ayetteki جَعَلَا fiilinin fâilinin kim olduğu konusunda Hasanü’l-Basrî’den nakledilen “Yahudi ve Hıristiyanlardır” görüşünü en uygun görüş olarak kabul etmekte ve devamında şu açıklamayı yapmaktadır. “Âyetle alakalı olarak nakledilen merfû hadisin ravilerinden bir tanesi Hasanü’l-Basrî’dir. Takvâsıyla meşhur olan Hasanü’l-Basrî, eğer bu hadisin Hz. Peygamber (s.a.s.)’e izafetinin sahih olduğuna inansaydı kesinlikle bu hadisle amel eder ve başka bir görüşe tevessül etmezdi.”

Ayetlerle alakalı diğer rivayetleri de zikreden müellif, ardından şu hadisi nakletmektedir: “Hz. Peygamber (s.a.s.): ‘Kitab ehli size bir şey rivayet ettiklerinde, onları ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız.”[55] buyurmaktadır. Bu bağlamda onların haberleri, üç kısımdır: “i. Allah’ın kitabından ve Rasûlü’nün sünnetinden bir delilin delaletiyle onun sahîh olduğu bilinenler. ii. Kitab ve sünnetten, ilgili haberin hilâfına delil bulunduğundan yalan olduğu bilinenler. iii. Kendileriyle ilgili herhangi bir kriter bulunmayan haberler. İşte Hz. Peygamber (s.a.s.)’in, ‘İsrâiloğullarından rivayet ediniz, bir beis yok’[56] buyurmak suretiyle rivayetine izin verdiği kısım, birinci kısım haberlerdir. ‘Onları ne doğrulayınız, ne de yalanlayınız’ hadisiyle doğrulanmayacak ve yalanlanmayacak olan kısım da ikinci ve üçüncü kısımda yer alanlardır. Yukarıda zikredilen rivayetler, ikinci veya üçüncü kısımdandır. Şayet bir sahâbî veya tabiî bu türden haberleri rivayet ediyorsa, onların, üçüncü kısımdan olduğuna inanıyor demektir.”[57]

Muhammed b. Ali el-Kaffâl (ö. 365),190. âyeti şöyle yorumlamaktadır: “Yüce Allah bu olayı bir darb-ı mesel şeklinde zikredip söz konusu hadisenin, cehaletleri ve şirke taraftar olmaları hususunda, müşriklerin durumuna benzediğini beyan etmekdir. Yüce Allah, sanki şöyle demek istemektedir: ‘Ben sizin her birinizi tek bir candan yarattım ve o tek candan onun eşini de insan olmak bakımından ona denk kıldım. Binâenaleyh, kocası eşini bürüyüp eşi hamile kalınca, karı koca, Rablerine, ‘Şayet sen bize kusursuz, yaratılışı tam bir çocuk ihsan edersen, biz senin nimetlerine ve ihsanlarına şükredenlerden oluruz’ diye dua ettiler. Allah da onlara kusursuz ve yaratılışı tam bir çocuk verince, karı koca, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu o şey hususunda, Allah’a eşler koşmaya başladılar. Bazen bu çocuğu, tabiatçıların dediği gibi tabiata, bazen müneccimlerin dediği gibi yıldızlara, bazen de putperestlerin dediği gibi putlara ve ibadet edilen heykellere mâl ettiler.” Daha sonra Yüce Allah, ‘Onlar neyi eş tutuyorlarsa, Allah onlardan yücedir’ buyurarak onların düştükleri her türlü şirkten münezzeh olduğunu dile getirmektedir.”[58]

Konumuzla ilgili ayetlerin tefsirinde en esaslı mütalaaları Râzî’nin tefsirinde bulmak mümkündür. Konuyu bütün detaylarıyla ele alan Râzî, ilk önce ayetlerle alakalı rivayetleri muhtasar bir şekilde serdetmekte ve bunların âyetin tefsiri bağlamında kabul edilemeyeceğini maddeler halinde açıklamaktadır. Bu açıklamanın ardından ayetten ne kastedildiği noktasında üç görüş beyan eden Râzî, bunları detaylarıyla tahlil etmekte ve Kaffal’in bu kıssanın darb-ı mesel olduğu hakkındaki görüşünü benimsemektedir. Bununla da yetinmeyip, -farzı muhal- kıssanın Hz. Âdem hakkında olduğu kabul edilirse, âyetin nasıl anlaşılması gerektiği üzerine yorumlarda bulunmaktadır. Sonuç olarak Râzî, Hz. Âdem’in küfrü ilzam eden manada şirke düşmüş olabileceği noktasındaki bir görüşün fâsid olduğunu ve aklı başında Müslümanların böyle bir görüşe itibar etmemesi gerektiğini belirtmektedir.[59]

Kurtubî’nin 189. ayetteki nefs-i vahideyi cins isim kabul edip bütün insanlara şamil kıldığını daha önce beyan etmiştik. Dolayısıyla Kurtûbî ayetteki şirkin Hz. Âdem’in zürriyetinden olan müşriklere raci olduğunu en makul görüş kabul etmektedir. Konuyla ilgili rivayetler bağlamında fazla detaya girmeyen Kurtûbî, bu bağlamda merfû olarak aktarılan rivayeti hiç zikretmemekte, yukarıda naklettiğimiz mevkûf rivayete benzer bir rivayeti naklederek şu açıklamayı yapmaktadır. “Buna benzer zayıf hadisler Tirmizî ve başkalarında zikredilmektedir. (Bunlar İsrâîliyyât kabilinden bilgilerdir). İsrâîliyâtta ise dinimizce sahih olmayan pek çok şey vardır. Dolayısıyla aklı olan kimse bunlara itibar etmez. Çünkü Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’yı o çok aldatıcı İblîs, Allah’a karşı bir defa aldatmış ise de şunu bilmek gerekir ki, ‘bir mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz.’[60][61]

Menâr sahibi Reşid Rızâ’nın ayetteki nefs-i vahideden, cins isim olarak bütün insanların kastedildiğine dair görüşünü yukarıda zikretmiştik. Âyeti bu doğrultuda yorumlayan Reşid Rızâ, şirki söz konusu âyet bağlamında hafî ve celî olmak üzere iki kısma ayırmakta ve şunları söylemektedir:

Hafî şirk, dinden çıkaran bir şirk değildir. Ancak nimet veren Allah’a karşı nankörlük olduğu için dini açıdan bir nakısadır. Ayetteki فَلَمَّا اٰتٰیهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا cümlesinden murad, kendilerine sağlam bir çocuk verilen anne-babaların çocuk sevgisini Allah sevgisine tercih etmeleri, onunla meşguliyetten Allah’ı zikirden ve şükürden gafil olmaları, çocuklarından dolayı bir kısım helal ve haramlarda haddi aşmaları olabilir. Bu da tevhidi iptal ve inkâr eden bir davranış değil, tevhitte gafleti ve noksanlığı ifade eden bir durumdur.”[62]

Ayetteki nefs-i vahideyi ve şirki bu şekilde yorumlayan Reşid Rızâ, kendisini rivayet temelli tartışmaların uzağına götürmekte, ancak ilgili rivayetlere değinmeyi ihmal etmemektedir. O, sözü edilen rivayetlerin hemen hemen hepsini zikrederek bunların İsrâîliyyât kaynaklı olduğunu söylemektedir.[63]

Elmalılı âyet bağlamında nakledilen tartışmalı rivayetlere hiç temas etmemekte ve şu yorumu yapmaktadır:

“Hasılı âyetin anlamı; "Ey Kureyş, ey Arap kabileleri, ey Arap ve Arap olmayan Âdem soyları ve ey Âdem evlatları! Allah sizin hepinizi bir sülale, bir tek cins, bir cemiyet, bir ümmet olmak üzere bir nefisten yarattı. O nefsin eşini de ondan kıldı. Bundan dolayıdır ki, siz erkeğiniz ve dişinizle iki ayrı nefisten değil, bir nefis cinsindensiniz. Allah onun eşini de onun nefsinin cinsinden kıldı ki, o erkek nefis, o dişi nefis olan eşine sükûn bulsun diye. Sonra Allah Teâlâ o ana-babaya bir salih nesil verdi, tam istedikleri gibi sağlam ve sıhhatli bir çocuk verdi, sonra o çocuk büyüdü, evlendi ve onun da çocukları oldu ve bunlardan da analar, babalar yetişti, çoğaldı. O zaman o ilk ananın ve ilk babanın evlatları veya torunları olarak onların yerini alan ana ve babalar, erkekli ve dişili birçok çiftler Allah’ın kendilerine verdiği evlatta Allah’a bir takım şerikler koşmaya başladılar. Bazen Allah’ın rablığını unutup, ‘bu bir tabiat olayıdır’ diyerek tabiatı Allah’a ortak koştular, bazen de çocuklarına Abdüşşems, Abdüllat, Abdüluzza vb... isimler koyarak, esasen bir tek cins, bir tek ümmet olan insanları bu şekilde ayrı ayrı cinsler haline getirdiler. Hasılı ilk yaratılışta şirk yoktu, onu daha sonraki nesiller uydurdular. Bununla beraber bu o kadar eski bir gelenektir ki, onlar onu Âdem ile Havvâ’dan başlamış bir ilk günah sandılar.”[64]

Seyyid Kutub konumuzla alakalı ayetlerin yorumunda zikri geçen tartışmalara değinmemekte ve ayetteki şirkin muayyen şahıslardan ziyade her zaman ve mekânda meydana gelebilecek bir olgu olduğuna dair şu açıklamayı yapmaktadır:

“Tefsirlerde yer alan birtakım rivayetlerde deniliyor ki; bu kıssa gerçek bir olaydır ve Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın başından geçmiştir... Çünkü onların çocukları hep sakat olarak doğuyordu. Bunun üzerine şeytan onlara gelmiş, Havvâ’yı aldatmış ve karnındaki çocuğuna Abdulhâris adını vermesini söylemişti... Havvâ ise şeytanın bu dediklerini yaptığı gibi Hz. Âdem’i de birlikte kandırmıştı! Bu rivayetin yahudi mitolojisinden kaynaklandığı açıktır. Çünkü yahudi mitolojisine dayalı olarak dinlerini tahrif eden hıristiyanlara göre sapıklığın bütün günahı Havvâ’nın boynundadır. Bu anlayış pek tabii olarak islâm düşüncesine aykırıdır. Kaldı ki Kur’an’ın bu âyetini açıklamak için Yahudilerin efsanesine ihtiyacımız yoktur. Peygamberimiz dönemindeki ve ondan önceki müşrikler, çocuklarından bazılarını ilâhlarına veya tapınakların hizmetine adıyorlardı! Bununla Yüce Allah’a yakın olmak ve O’nun katında yüksek derece elde etmek istiyorlardı! Nitekim günümüzde de bazı kimselerin çocuklarının saçlarını uzatıp kesmemeleri, saçlarını ilk olarak bir velinin veya azizin kabri başında kesmeleri, çocuklarını sünnetsiz bırakıp, onları bir türbenin başında sünnet ettirmeleri bu türden yaklaşımların devamıdır. Hâlbuki bugünkü insanlar tek olan Allah’ı kabul etmektedirler. Ardından kalkıyorlar Allah’ı kabul edişlerinden sonra şirke dayalı bu yönelişlere bulaşıyorlar. Demek ki insanlar yine o insanlardır.”[65]

Bayraktar Bayraklı, ilgili ayetlere şu şekilde istisnai bir yorum yapmaktadır:

“Bu âyetin tefsirini yapan âlimler, hep Hz. Âdem ve eşinin şirk koşma ihtimalinden kaçarak açıklama yapmışlardır. Burada şirk koşan çiftin Hz. Âdem ve eşi değil de onların neslinden gelen çiftler olduğunu söylemek için ellerinden gelen gayreti göstermektedirler. 189. ayette anlatılan Hz. Âdem ve eşi değil midir? Hamile kaldığında Allah’a dua edip hayırlı evlât isteyen onlar değil miydi? O zaman âyeti olduğu gibi yorumlayacağız. Yüce Allah Hz. Âdem ve eşinin duasını kabul ederek onlara kusursuz çocuk verdi. Ancak verdiği çocuk konusunda onlar Allah’a şirk koştular. Müfessirlerin bir türlü Hz. Âdem ve eşine yakıştıramadıkları bu şirkin mahiyeti nasıldı? Bu soruya Bakara suresinin 165. âyeti ile cevap vermek daha yerinde olacaktır: ‘İnsanlardan bazıları Allah’tan başkasını Allah’a denk tanrılar edinirler de, onları Allah’ı sever gibi severler’. Demek ki Hz. Âdem ve eşi çocuklarını sevme konusunda aşırı giderek şirke düşmüşlerdir. Yüce Allah Hz. Âdem ile eşinin düştüğü bu hatayı bize anlatarak, çocukları sevmede aşırı gidip onları tanrılaştırmanın yanlış olacağı bilgisini vermektedir. Zamanla Hz. Âdem ve eşi tevbe ederek bundan vazgeçmiş olabilirler. Onun için âyeti olmayacak boyutlara çekmenin anlamı yoktur.”[66]

Kadim ve mu‘asır müfessirlerimizin ilgili ayetler ve bu ayetleri açıklama hususunda referans kabul edilen rivayetler bağlamında yaptıkları yorumları genel bir bakış açısı oluştuğu kanaatiyle burada noktalamak istiyoruz. Şimdi de yorumlarını naklettiğimiz veya benzer oldukları gerekçesiyle nakletmediğimiz müfessirlerin konumuzla ilgili ayetlere yaklaşımlarını genel hatlarıyla not etmek istiyoruz:

1. Ayette şirke düştüğü kastedilen kimseler Hz. Âdem ile Havvâ’dır. Ancak onların şirki ubudiyette /kullukta bir şirk değil tesmiyede bir şirktir. Bu görüş Taberî, İbn Kuteybe, Kirmani ve Suyuti tarafından benimsenmektedir.[67] Sözü edilen müfessirlerin bu görüşü benimsemelerinin sebebi ilgili rivayetleri kabul etmeleridir.

2. Ayette şirke düştüğü kastedilen kimseler Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bu görüş, Hasanü’l-Basrî ve İbn Kesir’e aittir. Böyle düşünmelerinin sebebi, ilgili ayetlerin yorumlanmasında referans olduğu söylenen rivayetlerin kabul edilmemesidir.

3. Ayette şirke düştüğü kastedilen kimseler hususen Mekke müşrikleri, umumen Hz. Âdem’in zürriyetinden gelen bütün müşriklerdir. Bu görüş, Kurtubî, Elmalılı, Zemahşerî, Seyyid Kutub, Tahir b. Aşur, Tabatabâî gibi müfessirler tarafından kabul edilmektedir.[68] Bu görüşü benimsemelerinin sebebi ise, ilgili rivayetleri kabul etmemeleri, ayetteki nefsi vahideyi cins isim kabul edip bütün insanlara şamil kılmaları ve Hasanü’l-Basrî’nin görüşüne meyletmeleridir.

4. “Şirk, hafî ve celî olmak üzere iki kısma ayrılır. Ayette kastedilen hafî /gizli şirktir. Bu şirk, kişiyi küfre götürmez. Bütün insanlar, çocuklarını sevme noktasında bu şekil şirke düşebilir.”[69] Bu, Reşid Rızâ’nın görüşüdür.

5. 190. Ayetteki fiilin fâili, siyâkın delaletiyle Hz. Âdem ve eşidir. Onlar, çocuklarını sevme noktasında şirke düşmüşlerdir. Diğer insanlar da bu şekilde şirke düşebilirler. Yüce Allah bu ayetleri bir eğitim kanunu olarak ortaya koymaktadır. Bu, Bayraktar Bayraklı’nın görüşüdür. Bayraklı bu görüşünde Reşid Rıza ve Seyyid Kutub ile aynı kategoride yer almakta ancak ayetteki şirki Hz. Âdem ile eşine isnad ederek onlardan ayrılmaktadır.

6. Yüce Allah, bu hadiseyi bir darb-ı mesel olarak zikretmektedir. Ayette kastedilenler Yüce Allah’ın kendilerine verdiği nimetler üzerinden O’na şirk koşan herkestir. Kaffâl ve Râzî’nin Kaffâl’dan nakille benimsediği görüştür.

5. Değerlendirme ve Sonuç

Araştırmamızda, A‘râf suresi 189-190. ayetlerin anlaşılmasında /yorumlanmasında Hz. Peygamber (s.a.s.)’e isnad edilen rivayetlerin etkisini inceledik. Bu bağlamda öncelikle 190. ayette yer alan جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا terkibindekiجَعَلَا fiilinin fâilini belirlemeye, هُمَا zamirinin merciini tespit etmeye ve böylece ifade de kimlerin kastedildiğini açıklığa kavuşturmaya gayret ettik. Ardından söz konusu ayetlerle ilgili nakledilen rivayetleri ve bunların delil olabilirliğini tartıştık. Sözü edilen rivayetlerin kabulü halinde ortaya çıkabilecek mahzurlara temas ettik. Müfessirlerin ilgili ayetler hakkındaki yorumlarını naklederek, hangi saiklerle bu yorumları benimsediklerini tahlil etmeye gayret gösterdik.

Bu kapsamda şunları söylemek mümkündür. A‘râf suresi 189-190. ayetlerin anlaşılması /yorumlanması namına nakledilen ve Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’ya şirk isnad eden haberler hem rivayet hem dirayet hem de akâid ilmi açısından delil olmaya elverişli değildir. Haliyle bu gerçek, müfessirleri söz konusu ayetleri başka türlü yorumlamaya sevk etmekte ve bu kapsamda birçok farklı mülahaza ortaya çıkmaktadır.

Yukarıda naklettiğimiz bu yorumlardan kanaatimizce en isabetli olanı Râzî’nin Kaffâl’dan naklettiği görüştür. Çünkü diğer yorumlar âyetin hitap alanını sınırlarken, Kaffâl’ın ayetleri bir darb-ı mesel formatında tasavvur eden görüşü, ayetlerin anlam dünyasını dinamik bir hale getirmekte, ayetlere hem evrensel hem de zaman üstü bir boyut kazandırmaktadır. Nitekim bu ayetlerin risâlet yıllarında çocuklarına Abdüşşems, Abdüllat, Abdüluzza gibi isimler koyan Mekke müşriklerine, daha sonra Yahudilere, Hıristiyanlara ve nihâyetinde bütün insanlara şamil kılınması bu kanaatimizi desteklemektedir.

Sonuç olarak, Kur’an’ın evrensel bir mesaj olduğunu ve Yüce Allah’ın bir peygamberine şirk atfetmenin imkânsızlığını dikkate aldığımızda, 190. ayette yer alan جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فيمَا اٰتٰیهُمَا terkibindekiجَعَلَا fiilinin fâilinin ve هُمَا zamirinin merciinin Hz. Âdem ile Hz. Havvâ olmadığı anlaşılmaktadır. Âyetin sonuç cümlesindeki fiilin فَتَعَالَى اللّٰهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ şeklinde cem‘i müzekker formunda gelmesi göstermektedir ki, ayette kastedilenler, Yahudi, Hıristiyan, Mekke müşrikleri ve Yüce Allah’ın kendilerine verdiği her türlü nimet üzerinden O’na şirk koşan herkestir. En doğruyu bilen Yüce Allah’tır.

Kaynakça

Kur’an-ı Kerîm.

Ahmed b. Hanbel, Ebû ‘Abdillâh Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî, Müsned, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut ts.

Albânî, Muhammed Nasîruddîn, Silsiletü’l-ehâdîsi’d-daife ve’l-mevdû‘a, Mektebetü’l-Me‘ârif, Riyad 1992.

Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1989.

Bayraklı, Bayraktar, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’an Tefsiri, Bayraklı Yayınları, İstanbul 2003.

Beydâvî, Nasîrüddîn ‘Abdullah b. Ömer b. Muhammed, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut ts.

Buhârî, Ebû ‘Abdillah Muhammed b. İsmâîl, el-Câmi‘u’s-sahîh, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992.

Çakan, İsmail Lütfü, Hadis Edebiyatı, İFAV, İstanbul 1997.

Derveze, Muhammed İzzet, et-Tefsîru’l-hadis, Ekin Yayınları, İstanbul 1998.

Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi‘ li ahkâmi’l-Kur’an, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2006.

Harman, Ömer Faruk, “Havvâ”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997.

Hatîb, ‘Abdullatîf, Mu‘cemu’l-kıraat, Daru Sâduddîn, Dımeşk 2000.

İbn Âşur, Muhammed b. Muhammed et-Tâhir, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, Dâru’d-Tûnûsiyye, Tunus 1984.

İbn Hazm, Ebû Muhammed b. ‘Ali b. Ahmed b. Sa‘îd ez-Zâhirî, el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâi ve’n-nihâl, Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2007.

İbn Kesir, Ebu’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer, Tefsîru’l-Kur’ani’l-‘azîm, Müessesetü’r-Reyyân, Beyrut 2008.

İbn Kuteybe, ‘Abdullâh b. Müslim, Te’vilu muşkili’l-Kur’an, Mektebetü Dâru’d-Türâs, Kahire 1973.

İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemalüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-‘arab, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut 1999.

İbnu’l-Cezerî, Ebu’l-Hayr Muhammed b. Muhammed, en-Neşr fi’l-kıraati’l-‘aşr, Mısır ts.

İsfehânî, Ebu’l-Kâsım Huseyn b. Muhammed Râğıb, el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’an, Mektebetü Nezâru Mustafâ, Beyrut ts.

Kâsımî, Muhammed Cemâlüddîn, Mehâsinü’t-te’vîl, Daru’l-Hadis, Kahire 2003.

Kirmânî, Mahmûd b. Hamza, Garâibü’t-tefsîr ve ‘acâibü’t-te’vîl, Dâru’l-Kıble, Cidde 1983.

Kutub, Seyyid, zilâli’l-Kur’an, Dâru’ş-Şurûq, Kahire 2008.

Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd, Te’vîlâtu ehl-i sünne, Darü’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2005.

Mevdûdî, Ebu’l-A‘la, Tefhîmu’l-Kur’an, İnsan Yayınları, İstanbul 2006.

Mubarekfûrî, Muhammed ‘Abdurrahmân b. ‘Abdurrahmân, Tuhfetü’l-ahvezî, Dâru’l-Hadis, Kahire 2001.

Müslim, Ebü’l-Hüseyin el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî, el-Câmi‘u’s-sahîh, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992.

Nesefî, ‘Abdullah b. Ahmed, Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl, Daru’n-Nefâis, Beyrut 2009.

Râzî, Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ömer Fahruddîn, Mefâtîhu’l-ğayb, Daru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2009.

Reşid Rızâ, Muhammed, Tefsîru’l-menâr, Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2005.

Senâullâh, Eltafurrahmân, el-Mesâilü’l-‘akadiyyetü’l-müte‘allika bi Âdem, Medine İslam Üniversitesi, Basılmamış Mastır Tezi, 2002.

Sicistânî, Süleymân b. Eş‘as b. İshâk el-Ezdî Ebû Dâvûd, Sünenü Ebî Dâvûd, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992.

Sinanoğlu, Mustafa, “Şirk”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2010.

Suyûtî, Celalüddîn ‘Abdurrahmân b. Ebî Bekr, Tedrîbu’r-râvî fî şerhi takrîbi’n-Nevevî, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut 2006.

_______ , Tefsîru’l-Celâleyn, Müessesetü’r-Reyyân, Beyrut 2010.

Tabatabâî, Muhammed Hüseyin, el-Mîzân fî tefsîri’l-Kur’an, Müessesetü’l-‘Alemi li’l-Metbu‘ât, Beyrut 1997.

Taberî, Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr , Câmi‘u’l-beyân ‘an te’vîli âyi’l-Kur’an, Daru’s-Selâm, Beyrut 2007.

Tahanevî, Muhammed ‘Ali b. ‘Ali, Keşşâfu ıstilahâti’l-fünûn, Kalkuta 1862.

Tahhân, Mahmut, Teysîru mustalâhi’l-hadis, Mektebetü’l-Me‘ârif, Riyad 2004.

Tirmizî, Ebû ‘Îsâ Muhammed b. ‘Îsâ b. Sevre es-Sülemî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Kitâbü Tefsîri’l-Kur’an, 3077.

Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul 1979.

Zehebî, Ebû ‘Abdillâh Şemseddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman, Mîzânü’l-itidâl fî nakdi’r-ricâl, Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 1995.

Zehebî, Muhammed Seyyid Hüseyin, el-İsrâîliyyât fi’t-tefsîr ve’l-hadis, Mektebetü Vehbe, Kahire 1990.

Zemahşerî, Ebu’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed, el-Keşşâf ‘an hakâikı ğavâmidi’t-tenzîl ve ‘uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-te’vîl, Mektebetü Ubeykan, Riyad 1998.



* Dr., Diyanet İşleri Başkanlığı Aşıkkutlu Eğitim Merkezi Müdürlüğü Eğitim Görevlisi, ahmethamzat@gmail.com.

** Yrd. Doç. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Eğitimi Bölümü Öğretim Üyesi, mustafakara@omu.edu.tr.

[1] Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ömer Fahruddîn er-Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, Daru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2009, c.XIV, s.13.

[2] A‘raf, lügatte “sur, dağ, tepenin en yüksek kısmı” manalarına gelen ‘urf kelimesinin çoğuludur. Âyetteki bağlamından “cennet ile cehennem arasında var olan sur” olduğu anlaşılmaktadır. (Ebu’l-Fadl Cemalüddîn Muhammed b. Mükerrem İbn Manzûr, Lisânü’l-‘arab, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut 1999, c.IX, s.156; Ebu’l-Kâsım Huseyn b. Muhammed Râğıb el-İsfehânî, el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, Mektebetü Nezâru Mustafâ, Beyrut ts, c.II, s.432).

[3] Ebu’l-A‘lâ Mevdûdî, Tefhîmu’l-Kur’ân, İnsan Yayınları, İstanbul 2006, c.II, s.7.

[4] Muhammed İzzet Derveze, et-Tefsîru’l-hadîs, Ekin Yayınları, İstanbul 1998, c.I, s.419.

[5] Kıraat ilminde imâle, a) “Fetha harekesini kesre harekesine, elif harfini de harfine doğru eğmektir.” b) “Elif harfini harfine, fetha harekesini de kesre harekesine yaklaştırmaktır.” (Ebu’l-Hayr Muhammed b. Muhammed İbnu’l-Cezerî, en-Neşr fi’l-kıraati’l-‘aşr, Mısır ts, c.II, s.30).

[6] Istılahta teshîl, “hemze harfini kendisi ile yine kendi harekesinden olan harfin mahreci arasına koymaktır.” (Muhammed ‘Ali b. ‘Ali et-Tahanevî, Keşşâfu ıstilahâti’l-fünûn, Kalkuta 1862, c.I, s.172).

[7] Kıraatte idğâm, “iki harfi şeddeli olarak ikinci harf gibi bir harf şeklinde telaffuz etmektir.” (Cezerî, en-Neşr, c.I, s.274).

[8] Kıraat ilminde taklîl, “harekeli harfi fetha ile imâle-i kübrâ arasında bir sesle okumaktır.” Buna aynı zamanda beyne beyne de denilmektedir. (Cezeri, en-Neşr, c.II, s.30).

[9] ‘Abdullatîf el-Hatîb, Mu‘cemu’l-kıraat, Daru Sâduddîn, Dımeşk 2000, c.III, ss.232-236.

[10] Ebû Ca‘fer Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmi‘u’l-beyân ‘an te’vîli ayi’l-kur’ân, Daru’s-Selâm, Beyrut 2007, c.V, s.3767; Ebû Mansûr Muhammed b. Muhammed b. Mahmûd el-Mâturîdî, Te’vîlâtu ehl-i sünne, Darü’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2005, c.V, s.111; Ebu’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer b. Muhammed ez-Zemahşerî, el-Keşşâf ‘an hakâikı ğavâmidi’t-tenzîl ve ‘uyûni’l-ekâvîl fî vücûhi’t-Te’vîl, Mektebetü Ubeykan, Riyad 1998, c.II, s.540; ‘Abdullah b. Ahmed en-Nesefî, Medâriku’t-tenzîl ve hakâiku’t-te’vîl, Daru’n-Nefâis, Beyrut 2009, c.II, s.189; Nasîrüddîn ‘Abdullah b. Ömer b. Muhammed el-Beydâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl, Daru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut ts, c.III, s.45; Ebu’l-Fidâ İsmâîl b. Ömer İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘azîm, Müessesetü’r-Reyyân, Beyrut 2008, c.II, s.971; Muhammed Cemâlüddîn el-Kâsımî, Mehâsinü’t-te’vîl, Daru’l-Hadîs, Kahire 2003, c.V, s.238.

[11] Ebû ‘Abdillâh Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmi‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2006, c.IX, s.411; Muhammed Reşid Rızâ, Tefsîru’l-menâr, Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2005, c.IX, s.431.

[12] Seyyid Kutub, Fî zilâli’l-Kur’ân, Dâru’ş-Şurûq, Kahire 2008, c.III, ss.1411-12.

[13] Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, Eser Neşriyat ve Dağıtım, İstanbul 1979, c.IV, ss.2350-51.

[14] Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul 1989, c.III, ss.429-430.

[15] Hz. Âdem’in eşinin adı Kur’ân’da geçmemekte, onun zevcesi şeklinde aktarılmaktadır. (Bakara, 2/35, A‘râf, 7/19, Tâhâ, 20/117). Onun adının Havvâ olduğu Tevrat’ta zikredilmektedir. (Tekvin, 3/20, 4/1). Hz. Âdem’in eşi hakkında Tevrat’taki bilgilerle İslâmî literatür büyük ölçüde paralellik arz etmektedir. Hadislerde Hz. Hz. Havvâ’dan ilk kadın ve insanlığın annesi olarak söz edilmektedir. (Ebû ‘Abdillah Muhammed b. İsmâîl el-Buhârî, el-Câmi‘u’s-sahîh, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Kitâbü’l-Enbiyâ, 2; Ebü’l-Hüseyin el-Kuşeyrî en-Nisâbûrî Müslim b. Haccâc, el-Câmi‘u’s-sahîh, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Kitâbü’r-Redâ’, 62). Hz. Havvâ hakkında daha geniş bilgi için bkz: Ömer Faruk Harman, “Havva”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1997, c.XVI, ss.542-545.

[16] Merfû, “söz, fiil ve takrir olarak senedi muttasıl ya da munkatı‘ olsun, açıkça veya dolaylı bir şekilde Hz. Peygamber (s)’e izafe edilen hadîstir.” (Celalüddîn ‘Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Suyûtî, Tedrîbu’r-râvî fî şerhi takrîbi’n-nevevî, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut 2006, s.88.

[17] Mevkûf, “senedi Hz. Peygamber (s)’e ulaşmayıp sahabede kalan söz, fiil ve takrirlere dair rivayetlerdir.” (Suyûtî, Tedrîb, s.88).

[18] Maktû‘, “senedi Hz. Peygamber (s)’e ulaşmayıp tabiinde kalan söz, fiil ve takrirlere ilişkin rivayetlerdir.” (Suyûtî, Tedrîb, s.94).

[19] Ebû ‘Îsâ Muhammed b. ‘Îsâ b. Sevre es-Sülemî et-Tirmizî, es-Sünen, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Kitâbü Tefsîri’l-Kur’ân, 3077; Ebû ‘Abdillâh Ahmed b. Muhammed eş-Şeybânî Ahmed b. Hanbel, Müsned, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut ts, 20117.

[20] Tirmizî, Kitâbü tefsîri’l-Kur’ân, 3077.

[21] Taberî, Câmi‘u’l-beyân, c.V, ss.3730-33.

[22] Taberî, Cami‘u’l-beyân, c.V. s.3729.

[23] Taberî, Câmi‘u’l-beyân, c.V. s.3731.

[24] Taberî, Câmi‘u’l-beyân, c.V, s.3733; İbn Kesir, Tefsir, c.II, s.972.

[25] Kurtubî, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.IX, ss.411-12.

[26] Kurtubî, el-Câmi‘ li Ahkâmi’l-Kur’ân, c.IX, s.411-12.

[27] İsmail Lütfü Çakan, Hadîs Edebiyatı, İFAV, İstanbul 1997, s.75.

[28] Hadîs âlimleri bir hadîsin hem merfû hem de mevkûf olarak rivâyet edilmesini Ziyâdâtü’s-sikât başlığı altında değerlendirmektedirler. Şayet her iki rivâyet de sahih olarak nakledilmiş ve tearuz ifade ediyorsa, mevkûf rivâyetin kabulünü tercih etmektedirler. Konumuzla ilgili rivâyetteki asıl problem ise, bu rivâyetin sahih olmamasıdır. (Mahmut Tahhân, Teysîru mustalâhi’l-hadîs, Mektebetü’l-Me‘ârif, Riyad 2004, s.175).

[29] Münker, “senedinde hata ve gafleti çok veya fıskı zahir olan ravinin bulunduğu rivâyettir.” Zayıf ravinin sika raviye muhalif rivayetine de münker denilmektedir. (Tahhân, Teysîr, s.119).

[30] Muztarib, “birbirine eşdeğer kuvvette tariklerle nakledilen ve manen tearuz içeren rivâyetlere denir.” (Tahhân, Teysîr, s.141).

[31] Muhammed ‘Abdurrahmân b. ‘Abdurrahmân Mubarekfûrî, Tuhfetü’l-ahvezî, Dâru’l-Hadîs, Kahire 2001, c.VIII, ss.22-26.

[32] Ebû ‘Abdillâh Şemseddîn Muhammed b. Ahmed b. Osman ez-Zehebî, Mîzânü’l-itidâl fî nakdi’r-ricâl, Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 1995, c.V, ss.215-16.

[33] İbn Kesir, Tefsir, c.II, s.972.

[34] Ebû Muhammed b. ‘Ali b. Ahmed b. Sa‘îd İbn Hazm ez-Zâhirî, el-Fasl fi’l-milel ve’l-ehvâi ve’n-nihâl, Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye, Beyrut 2007, c.II, s.288.

[35] Muhammed Nasîruddîn Albânî, Silsiletü’l-ehâdîsi’d-daife ve’l-mevdû‘a, Mektebetü’l-Me‘ârif, Riyad 1992, c.I, ss.516-17.

[36] Hükmen Merfû, “İsrâiliyyât nakletmekle meşhur olmayan bir sahabenin, içtihadî bir yorum, lügavi bir izah veya garib bir lafzın tefsiri şeklinde olmayıp, geçmiş peygamberler ya da gelecekte cereyan edecek olaylar veyahut işlenmesi halinde işleyene sevab ya da azab gerekecek konular gibi şahsî görüş ve kanaate dayanması mümkün olmayan mevzular hakkında verdiği haberlere denir.” (Tahhân, Teysîr, ss.164-65).

[37] Muhammed Seyyid Hüseyin Zehebî, el-İsrâîliyyât fi’t-tefsîr ve’l-hadîs, Mektebetü Vehbe, Kahire 1990, s.60.

[38] Eldeki mevcut Tevrat metinlerine baktığımızda, Hz. Âdem ile Havvâ kıssasının Tevrat’ın “Yaratılış” bahsinde anlatıldığını, ancak konumuzla ilgili herhangi bir bilginin mevcut olmadığını söylemek mümkündür.

[39] Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, c.XV, s.70; Zemahşerî, Keşşâf, c.II, s.541.

[40] Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, c.XV, s.70.

[41] Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, c.XV, s.70.

[42] Bakara, 2/31.

[43] Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, c.XV, s.70.

[44] A‘râf, 7/19-23.

[45] Eltafurrahmân b. Senâullâh, el-Mesâilü’l-‘akadiyyetü’l-müte‘allika bi Âdem, Medine İslam Üniversitesi, Basılmamış Mastır Tezi, 2002, ss.771-72.

[46] Şirk, genellikle celi/büyük/açık ve hafi/küçük/gizli olmak üzere iki kısımda mütalaa edilmektedir. Aya, güneşe, putlara vb. ilahlık payesi vermek birinci kısımda, gösteriş ve riya için ibadet etmek vb. ikinci kısımda değerlendirilmektedir. Görüldüğü üzere tesmiyede şirk gibi bir sınıflandırma söz konusu değildir. Dolayısıyla Taberî ve bazı müfessirler tarafından âyet bağlamında zikredilen tesmiyede şirkten ikinci kısımdaki hafi/küçük şirk kastedilmekte, bunun sadece çocuğa isim verme noktasında düşülen bir şirk olduğu ve tevhîde zarar vermediği belirtilmektedir. Konu hakkında daha geniş bilgi için bkz: Mustafa Sinanoğlu, “Şirk”, DİA, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2010, c.39, ss.193-98.

[47] Senâullâh, Mesâil, s.771.

[48] Süleymân b. Eş‘as b. İshâk el-Ezdî Ebû Dâvûd es-Sicistânî, Sünenü ebî Dâvûd, Çağrı Yayınları, İstanbul 1992, Kitâbü’l-Edeb, 69.

[49] Senâullâh, Mesâil, s.779.

[50] Senâullâh, Mesâil, s.779.

[51] Buhârî, Sahîh, Tevhîd, 36; Müslim, Sahîh, Îmân, 193/322

[52] Senâullâh, Mesâil, s.781.

[53] Senâullâh, Mesâil, s.781.

[54] Taberî, Câmi‘u’l-beyân, c.V, ss.3728-35.

[55] Buhârî, Sahîh, Tefsîr, 136.

[56] Ebu Dâvûd, Sünen, ‘Ilm, 11.

[57] İbn Kesir, Tefsir, c.II, ss.971-73.

[58] Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, c.XV, s.71.

[59] Râzî, Mefâtîhu’l-ğayb, c.XV, ss.70-73.

[60] Buhârî, Sahîh, Edeb, 83; Müslim, Sahîh, Zühd, 63.

[61] Kurtûbî, el-Cami‘ li ahkâmi’l-Kur’ân, c.IX, ss.409-10.

[62] Rızâ, Tefsîru’l-menâr, c.IX, s.430.

[63] Rızâ, Tefsîru’l-menâr, c.IX, ss.427-34.

[64] Elmalılı, Tefsir, c.IV, ss.2350-53.

[65] Kutub, Fî zilâli’l-Kur’ân, c.III, s.1412.

[66] Bayraktar Bayraklı, Yeni Bir Anlayışın Işığında Kur’ân Tefsiri, Bayraklı Yayınları, İstanbul 2003, c.VII, ss.431-33.

[67] ‘Abdullâh b. Müslim İbn Kuteybe, Te’vilu muşkili’l-Kur’ân, Mektebetü Dâru’d-Türâs, Kahire 1973, s.259; Mahmûd b. Hamza el-Kirmânî, Garâibü’t-tefsîr ve ‘acâibü’t-te’vîl, Dâru’l-Kıble, Cidde 1983, c.I, s.430; Celalüddîn ‘Abdurrahmân b. Ebî Bekr es-Suyûtî, Tefsîru’l-Celâleyn, Müessesetü’r-Reyyân, Beyrut 2010, s.175.

[68] Zemahşerî, Keşşâf, c.II, ss.541-42; Muhammed b. Muhammed et-Tâhir b. Âşur, et-Tahrîr ve’t-tenvîr, Dâru’d-Tûnûsiyye, Tunus 1984, c.IX, s.214; Muhammed Hüseyin Tabatabâî, el-Mîzân fî tefsîri’l-Kur’ân, Müessesetü’l-‘Alemi li’l-Metbu‘ât, Beyrut 1997, c.VIII, s.379.

[69] Rızâ, Tefsîru’l-menâr, c.IX, s.430.