Makale

Amerika’nın Keşfi ve İslam SIFIR NOKTASI

GEÇMİŞ ZAMANIN İZİNDE

Amerika’nın Keşfi ve İslam SIFIR NOKTASI

BUNDAN beş yıl kadar önce Amerika’da bir seçim dönemiydi. New York’a yeni bir cami yapılacağı duyulduğunda kıyamet koptu. Peki, New York’ta cami yok muydu? Elbette vardı. Sadece New York’ta değil, Amerika’nın dört bir yanında binlerce cami vardı ve hiçbirisi de böylesi bir kıyametin kopmasına neden olmamıştı. Gerçi 11 Eylül’den sonra Amerika’nın dört bir tarafındaki camilere saldırılar gerçekleşiyor, yenilerinin yapımı ise türlü protestolara maruz kalıyordu... Fakat bu cami daha da başkaydı. Sorun, caminin yapılacağı yerdi: Aşağı Manhattan’da, Church Street ile West Broadway arasında, Park Caddesi 51 numarada. Peki, ne varmış bu yerde, diyorsunuz haklı olarak. O zaman şöyle söyleyeyim: 11 Eylül saldırılarında yıkılan İkiz Kulelerin, yani sıfır noktasının yanı başında. Şimdi anladınız, değil mi?

Pek çoklarına göre sözde Müslümanların bir terör saldırısı yaptıkları böyle bir yere cami inşa etmek katilleri ödüllendirmekti! Aslında caminin planlandığı alan tam olarak sıfır noktası da değildi, onun iki blok ötesiydi, ama olsun, Müslümanlar çok istiyorlarsa dinlerini Müslüman ülkelerde yaşayabilirlerdi! O bölgede bar, kumar yeri, hatta striptiz kulübü bile vardı ama camiye yer yoktu. Yapılacak olan aslında tam olarak cami de değildi; içinde yüzme havuzu, kreşi, sineması ve kitabevi de olan bir İslam Kültür Merkezi’ydi, ama o da para etmedi. Hakkını yemeyelim, dönemin New York Belediye Başkanı Michael Bloomberg’ün şehrin ileri gelen kanaat önderlerini de yanına alıp, arkasında Özgürlük Heykeli siluetiyle, camiyi savunan etkili bir konuşma yapması bile ortalığı dindirememişti. Çok geçmeden New York’un caddelerinde ve Amerika’nın has kasabalarında “Müslümanlar Arabistan’a defolun! Mekke’ye geri dönün!” sloganlı pankartlar açıldı, Müslümanların Amerika’daki yerleri sorgulanmaya başladı. Tartışma bir anda metropolü aştı ve tüm ülkeye yayıldı. Bir CNN anketi halkın %70’inin camiye karşı olduğunu gösterdi. Müslümanların Amerika’da ne işi vardı?

Şimdi yine bir seçim dönemi ve başkanlık yarışı için koşan iki büyük adaydan biri, onlara haddini bildirir gibi işaret parmağını sallaya sallaya Müslümanları artık ülkeye sokmayacağını söylüyor ve zararlı bulduklarını da ülkeden çıkartmakla tehdit ediyor. Ona göre, Amerika, Amerikalıların, Müslümanların değil! Üstelik bu, onun seçim propagandasının detaylarından biri de değil. Güpegündüz ana unsurlarından biri.

Müslüman olsun olmasın, aklı başında her insan 11 Eylül saldırılarını gerçekleştirenlerle Müslümanların aynı kefeye konamayacağını, İslam’ın bir grup radikal teröriste indirgenemeyeceğini çok iyi biliyor. Ama Amerika’da iyice kronikleşen ve muhafazakâr Amerikalıların oylarına göz diken her politikacının diline doladığı bu zenofobik tartışmada çürütülmeyi bekleyen başka bir tez daha var. Bu anlayışa göre, Müslümanlar Amerika’nın tarihinde bir anomali, yani her zaman yabancı ve öteki olarak kalmaya mahkum. Öyle ya, 1492’de Katolik İspanyollar tarafından keşfedilen, sonra da İngilizler tarafından sömürgeleştirilen ve son olarak kendi özgürlüğünü kazanan Amerika’da Müslümanların nasıl bir rolü olabilir ki? İşte bu soru cevaplanmadan ve bundan da öte, cevap her Müslüman tarafından içselleştirilmeden Amerika Müslümanlar tarafından tam olarak sahiplenilemez. Amerika’daki İslam algısını masumları katleden silahlı terörist gruplara ya da modern zaman haşhaşilerinden mürekkep teröristlerin yönlendirmelerine terk etmek istemiyorsak bu konuyu iyi anlamalıyız.

Amerika’nın bilinen keşfinden çok önce, keşfi sırasında ve sonrasında olmak üzere, üç ayrı dönemde İslam’ın tarihi Amerika kıtasının DNA’sına bir sarmal şeklinde işlemiştir. İslam, Amerikan tarihinin dışında değil, o tarihin tam merkezindedir!

Anlatayım...

Müslümanların Amerika’nın keşfi ve gelişimindeki rolünü üç ayrı yoldan ispat edebiliyoruz. Önce Kolomb’un şu meşhur 1492 keşfini ele alalım. Orta Çağ Avrupa’sında Katolik Hristiyan bir denizcinin okyanus ötesi seyahate girişebilmesi ve bunun için gerekli yüzlerce mürettebatı toplayabilmesi pek akıl alır iş değildir. Şöyle bir örnek vereyim; şimdi biri kapıdan içeri girse, bize dese ki, “Toparlanın sizi Mars’a götüreceğim! Dışarıda uzay gemim de hazır!” Böyle birine “deli” muamelesi yapıp, gülüp geçmez misiniz? İşte aynı şekilde Kolomb İspanya ve Portekiz Hristiyanlarına bu “çılgın” projesinden bahsettiğinde ona aklından zoru olan biri muamelesi yapılmıştır. Çünkü o dönemin Katolik dünyasında kâinatın merkezinin dünya olduğuna, dünyanın da bir daire değil, düz bir tepsi olduğuna inanılırdı. İspanya’nın batısındaki “büyük deniz”den korkuyla bahsedilirdi. Denizde çok açılırsanız eğer dehşet yaratıklar ve canavarlarla karşılaşırdınız!

Kolomb ise dünyanın yuvarlak olduğunu ve yeterince gidildiğinde Asya’ya ulaşılacağını iddia ediyordu. Bu pahalı yolculuğu finanse edebilmek için kralları ve gemilerini hareket ettirebilmesi için ise yeterli sayıda mürettebatı ikna etmek zorundaydı. Oysa onu dinleyen Katolik âlimler ki bunlar kralların baş danışmanları ve ülkedeki ilim faaliyetlerini denetleyen üst düzey görevlilerdi, çok fazla Batı’ya gidildiğinde dünyanın dibinden yere düşüleceğini söylüyorlar, Kolomb’a tam bir deli muamelesi yapıyorlardı.

Devletin ileri gelen âlimleri ve yönetici sınıfı böyle düşünürken, gemi tayfası gibi cahil bir kesim farklı mı düşünüyordu? Elbette hayır. İşte bu yüzden Kolomb yıllarca seyahatine cesaret edebilecek pek kimseyi bulamamıştır. Ne var ki, 1492’de Avrupa’da yedi asır hüküm süren İslam medeniyeti sona erdiğinde işin rengi değişti. Katolik İspanyollar böylesi sıra dışı bir başarının kendilerine Tanrı tarafından bahşedildiğine ve seçilmiş insanlar olduklarına kendilerini öyle kaptırmışlardı ki başka hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri artık yapabileceklerine inanmışlardı. İşte böylesi bir kibir ve böbürlenme Katolik Kraliyeti’ni sonunda belki Kolomb’un dediklerini bile gerçekleştirebileceklerine ikna etmişti. Peki, ne diyordu Kolomb? “Bana üç gemi ve yüz kişi verin, size Doğu’nun bütün zenginliklerini getireyim!” Katolik Krallar daha fazla hayır diyemedi.

Kolomb, seyahatinin finansmanı için Katolik aristokrasiyi ikna ettikten sonra önünde tek bir engel kalmıştı: Böylesi “delice” bir işe girişecek mürettebatı bulmak! Ünlü kaşif onu da halletmişti. Granada İslam İmparatorluğu’nun katledilmesiyle birlikte zorla içeri tıkılan, işkence edilmek üzere bekleyen saklı Müslümanlar! Dönemin zindanları zorla Hristiyan edilen ama sonradan bir şekilde kendilerini ele veren “sapkın Muhammedilerle” doluydu. Öyle diyorlardı Müslümanlara.

Lafı fazla uzatmayalım, Ko-lomb’un mürettebatında zindanlardan kurtarılan Müslümanlar ya da denizcilikten anlayan İspanyollar olduğu söylenir ki, bu ikinci grubun da çoğunun gizli Müslüman olması, az sonra anlatacağım üzere, son derece muhtemeldir. Engizisyonun insanı dehşete salan işkencelerinden kaçmak için görünürde Hristiyan olan ve hiçbir şekilde açık vermeyen bu insanlar çok iyi denizci ve kartograftır. Çünkü o dönemde bu işi en iyi bilenler İslam medeniyetinin altı asırlık hazinesinden beslenirlerdi ve bu iş onların, Arapçadan oluşan denizcilik aletlerini, elyazmalarını ve haritalarını etkili şekilde okumalarını gerekli kılardı. Buna az sonra tekrar döneceğim; Kolomb’un mürettebatıyla devam edelim...

O meşhur üç gemiyi bilirsiniz. İlkokul sıralarında öğrenmişizdir Santa, Pinta ve Nina’yı; Kolomb’un Amerika’yı keşfinde kullandığı üç geminin adı. Onu biliyoruz da, acaba bu gemilerin kimin olduğunu ve dümenlerinde kimlerin oturduğunu biliyor muyuz? Pinzon Kardeşler. Martin Alonso Pinzon, Vicente Yanez Pinzon ve Francisko Pinzon. Kolomb’un gemilerinin hak sahipleri olan bu Pinzon’lardan ilki Pinta’nın aynı zamanda kaptanıdır da. Peki, ne var bunda diyeceksiniz? Şimdi sıkı durun: Bu adamların soyunun Fas Sultanı III. Ebu Zayan Muhammed’e kadar dayandığı, yani Pinzonların da aslen Müslüman oldukları yönünde iddialar var. Ayrıca bir dördüncü kişi daha var ki, o da Kolomb’un seyahatini olanaklı kılan bir başka Müslüman: Pedro Alonso Nino; harita okuyucu bir Afrikalı. İşte böylesi bir mürettebat sayesinde Kolomb normalde dörtte bir oranında yanlış hesapladığı yolculuğunu gerçekleştirebiliyor!

Şimdi şu hesaplara bir bakalım isterseniz. Orta Çağın sonlarına doğru bir Katolik denizcinin elindeki en iyi astronomi ve coğrafya hesaplamaları ki bunlar denizciliğin yapıtaşlarıdır, Yunan âlim Batlamyus’a dayanır. Asırlardır olduğu gibi Kolomb’un döneminde de özellikle Hristiyan âlimler arasında Batlamyus’un yeryüzü ölçümleri günü kurtarıyordu. Hâlbuki Batlamyus hesaplamaları Müslümanlara göre çoktan yaşlanmıştı ve çağın teknolojik gereksinimlerine cevap vermekten çok uzaktı. Örneğin, modern hesaplamalara göre ekvatordaki iki boylamın arası yaklaşık 111 km’dir. Batlamyus ve çağdaşlarında ise bu mesafede %16’lık bir sapma vardır; yani dünyanın çevresini olduğundan çok çok daha küçük ölçmüşlerdir. Kabul ediyoruz; bu, antik Yunan âlimler için, dönemine göre büyük bir başarıdır. Ancak böylesi yanlışlıklarla deniz aşırı seferlere girişmek akıl karı değildir.

Şimdi Müslüman âlimlerin hesaplamalarına bakalım: El-Fergani doğrusu 111 km olan uzaklığı, 122 km olarak hesaplamış! El-Memun’un bir araya toplayıp büyük bir atlas yapmalarını istediği âlimleri ise iki boylam arasını 115 km olarak bulmuşlar! Dikkat edin, bu, dokuzuncu asırda oluyor! El-Memun’un matematikçileri arasında Batı’daki “algoritma” disiplinine adını veren El-Harezmi’nin olduğunu da unutmayalım.

Peki, bu hesaplamaları neyle yapıyorlar? Elektronik aletlerle çevrilişimizi o kadar kanıksadık ki, bazen günümüzden geçmişe baktığımız zaman hesap makineleri, bilgisayarlar olmadığını ilk seferde aklımıza bile getiremeyebiliyoruz. Elektronik devrim öncesi bu iş mekanik aletlerle yapılırdı. Cetveller, kadranlar, sekstanlar, gönye ve pergeller ve bunların gelişmiş modelleri hayati önem arz ederdi. Fakat burada günümüzde pek kimsenin artık görmediği, bilmediği bir alet var ki, orta çağda uzak ufuklara seyahatin adeta tek başına yapıtaşı olmuştur: Usturlab. Bir alet düşünün ki gündüz güneşe, akşam yıldızlara ve/ya aya tutulduğunda size saati söylemekle kalmıyor, bulunduğunuz enlem ve boylamı da veriyor! Yani günümüzün GPS’i. İşte bu aleti de yine kusursuz hale getiren, onu geliştiren ve en doğru verileri gösterenlerini icat edenler yine Müslüman âlimler.

Konumuza geri dönecek olursak, Kolomb’un döneminde rakamları ve harfleri tamamen Arapça olan bu harfleri okuyacak, bu hesaplamaları yapacak, böylesi bir birikime sahip olanlar Endülüs Müslümanlarından başkaları değildi. Bu, Pinzon Kardeşlerin de İslam ilminden beslendiğini açık bir şekilde ortaya koyuyor... Zira Kolomb’un kendi hesaplamaları öyle yanlıştı ki Atlas Okyanus’unun mesafesini dörtte bir oranında, evet, neredeyse %25 daha kısa sanıyordu. Bu yüzden de Amerika kıtasına ulaştığında bile hala Asya’ya vardığını düşünmüş ve o kıtada gördüğü insanlara kendi dilinde “Hintliler” demiştir! Bugün bile İngilizcede Amerikan yerlilerine “Indians” yani “Hintliler” denir! Peki, nasıl oldu da Kolomb böylesi bir yanılgıya düştü? Çünkü Kolomb bir âlimden çok bir tüccar zihniyetiyle hareket ediyordu ve aslında onun tek yapmaya çalıştığı zengin olmak, patronlarını memnun etmekti. Cehaleti bazen o kadar ileri gidiyordu ki İtalyan deniz mili ile Arap deniz mili arasındaki farkı ayırt edemiyordu (ikisi arasında bir buçuk katlık bir fark vardır ve uzaklıklar arttığında bu, ciddi yanlış hesaplamalara yol açar!).

Özetleyecek olursak, Kolomb Amerika’yı Müslüman denizcilerin birikimlerini kullanarak keşfedebilmiştir, zira o dönemde İslam literatürü bu konudaki tek yetkin kütüphaneye sahipti. Ve bu kütüphane, bu birikim Endülüs’te, Kolomb’un avcunun içindeydi! Keşfediyor dedik ama, aslında onu da yapmıyor, çünkü Amerika Kolomb’dan çok önce farklı kavimler tarafından ziyaret edilmiştir. Batı literatüründe Vikinglerin bu anlamdaki seyahatleri son dönemlerde çokça işlenir oldu. İskandinav asıllı Amerikalılarda ki bunların özellikle Amerika’nın kuzey eyaletlerinde hatırı sayılır bir oranı vardır, Vikinglerin Amerika’yı keşfi haklı bir övünç kaynağı olarak sürekli dillendirilir. Ama konu Müslümanlar olunca bırakın bu yazıda dile getirdiklerimin popüler bilgi olmasını, ilim camiasında bile tam olarak tartışıldığı söylenemez. Dile getirenleri de komplocu, ya da dinci diye etiketleyip, öteki kültürlere karşı hamasi duygular taşımakla suçlayan, güvenirliğini zedelemeyi iş belleyenler vardır ülkemizde ama ona şimdi hiç girmeyeceğim.

Böylelikle Amerika’nın keşfinde Müslümanların rolüyle ilgili olarak ikinci kanıtımıza geldik: Müslümanlar Kolomb’dan çok önce, öyle birkaç yıl arayla falan da değil, yaklaşık altı asır öncesinden Amerika kıtasına okyanus ötesi seyahat gerçekleştirmişlerdir. Müslüman âlimlerin daha dokuzuncu asırda Yunan, Çin, Hint ve Mısır birikimlerini kullanıp, bu hesaplamaları çok farklı ufuklara taşıyarak denizcilik hesaplamalarında ve aletlerinde ne kadar ileri gittiklerini yukarıda zaten anlamıştım. Endülüslü tarihçi el-Mesudi, “Altın Çayırlar ve Elmas Ocaklar” adlı kitabında Müslümanların Amerika kıtasıyla tanışmasını anlatır. 11’inci asrın başında ise Granadalı denizci İbn Faruk’un Kanarya Adaları’na vardığına dair bulgular vardır. El-İdrisi ise Ufukları Aşan Seyahat diye çevirebileceğimiz kitabında Kuzey Afrikalı sekiz denizcinin Lizbon’dan yola çıktıklarını ve büyük ihtimalle bugünkü Karayiplere vardığını anlatır. Çin kaynaklarında da benzer bilgilere ulaşılabilir. Song Hanedanlığı tarihçileri Zhou Ku-Fei ve Zhao Ru-Gua Arap gemilerinin Atlas okyanusunda yüz günü aşan seferlere çıktıklarını anlatıyorlar. Batılı âlim Fra Mauro da en azından 1420 yılında Karayiplere seyahat eden bir gemi gördüğünden bahsetmektedir.

Bu arada, el-İdrisi deyince kartografi, yani harita bilimi alanında biraz duralım. Bu Müslüman kartograf on ikinci asrın en meşhur, en güvenilir dünya atlasını hazırlamıştır. Beytü’l-Hikme’den Granada’ya ve İstanbul’a uzanan İslam âlimleri modern dönem öncesinin en sağlam haritalarını resmediyorlardı. Batlamyus ve onu takip eden Avrupalı denizciler yeryüzünün kıtalarla kaplı olduğunu, denizlerin ise büyük göller olduğunu ileri sürerlerdi. Halbuki Müslüman âlimler günümüzdeki modern bilimin de ispat ettiği üzere yeryüzünün denizlerle kaplı olduğu, kıtaların suların ortasında olduğu görüşünde birleşmişlerdir. Bu görüşü de ilk ileri sürenlerden biri on birinci asır âlimi el-Biruni’dir.

Bazılarınızın bu yazının başından beri “Piri Reis’ten ne zaman bahsedecek?” diye sabırsızlandığını duyar gibiyim. Anlatalım. Sırlarla dolu Piri Reis haritası Amerika kıtasını en doğru şekilde resmeden ilk haritalardan biridir. Batılı tarihçiler doğruluğu saptanmamış bir takım bilgileri vurgulayarak haritanın aslının Kolomb’a ait olduğunu vurgularlar. Hâlbuki Kolomb’un böylesi ince hesaplarla dolu bir haritayı çizmesi pek mantıklı gözükmüyor. Kolomb’un haritasının da başka bir orijinale dayandığı düşünülebilir. Zaten aslen Cenevizli kâşiften günümüze kalan Piri Reis öncesine ait, böylesi bir Amerika haritası da yoktur. Piri Reis haritasından önceki hiçbir çalışmada -ta on sekizinci asra kadar- Güney Amerika kıyıları bu derece bir netlikte resmedilememiştir. Juan de la Cosa ve Alberto Cantino haritalarında da benzer görüntüler vardır ancak bu üç haritanın arasındaki bağlantı açık değildir. Belki bu üç haritanın da yine başka bir orjinale dayandığı iddia edilebilir ki, bunun da yine Müslüman kâşiflerinin eserleri olduğuna şüphe olmasa gerek.

Nihayetinde, İslam’ın kutlu mesajını Mekke’den başlayarak Doğu Roma İmparatorluğu’ndan Çin’e kadar çok büyük bir alanda yaymaya çalışan sahabilerin ve torunlarının, Kolomb gibi çıkar duygusuyla değil ama dini bir misyon vazifesiyle hareket etmelerini, yeryüzünün her noktasına güçlerinin yettiğince ulaşmaya çalışmalarını anlamak bizler için çok zor olmasa gerek. Tüm bunlar bir araya konduğunda Kolomb’un notlarından bazılarında Amerika’da camiye benzer yapılar olduğundan ve Arapça konuşan insanlardan bahsetmesine rastlamak pek de safsataya benzemiyor.

Gelin bir de Kolomb sonrası Amerika’daki duruma bakalım. Müslümanların Amerika’nın gelişimindeki üçüncü ispatı insanlık tarihinin belki de en karanlık sayfalarından geliyor: Köle ticareti. Granada İslam İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla birlikte İspanya ve Portekiz krallıkları Orta Çağ’ın en büyük emperyalist güçleri olmuş, Doğu’daki Osmanlı gücüyle çatışmak yerine çok daha rahat bir şekilde toprak ve iktidar kazanabilecekleri yeni kıtaya yönelmişlerdir. Bu Katolik güçler Amerika’da uçsuz bucaksız, verimli topraklarla karşılaştılar. Ancak bu toprakları işletecek, onları ürüne ve paraya döndürecek yeterli derecede insan yoktu. Doğru, Amerikan yerlileri oradaydı ama emperyalist çarklar onları kısa zamanda öğütüverecekti. Size şöyle bir örnek vereyim: İspanyollar yeni kıtaya ayak bastıklarında 100 bin ila birkaç milyon arasında yerli olduğu biliniyor. Bu rakam sadece yirmi yıl sonra 30 bine düşüyor!

Yeni kıtadaki pirinç, çivit, pamuk, altın, kürk, deri, sığır, buğday ve ağaç üretimi için ki bunların çoğu Avrupa’da sürekli artan nüfuza hizmet etmeye başlıyor, astronomik sayıda işçiye, daha doğrusu köleye ihtiyaç vardı. Elbette Katolikler bu işleri kendi dindarlarına gördürmeyecekti. Bu yüzden Engizisyon zindanlarından, Avrupa’dan sürülen yüz binlerce Müslüman ve Kuzey Afrika’daki milyonlarca zenci, balık istifi gemilere doldurularak Amerika’ya taşındı. Bu zencilerin de neredeyse tamamının Müslüman olduğunu hatırlatmama gerek var mı?

Yeri geldi, bir şey paylaşayım. Amerika’da yaşadığım yıllarda yarım saat uzaklığımda “Mahomet”, yani Muhammed adlı bir kasaba vardı. Yaşadığım şehre her gittiğimde Mahomet’e kaç mil kaldığını gösteren tabelalar görür, Amerika’nın tam ortasındaki bir kasabaya neden bu ismin verildiğini merak ederdim. Üstelik bu tek bir örnek de değildi. Açın haritayı bakın, Amerika’da “Mekke,” “Kahire,” “Fas” gibi belde isimleri görürsünüz. Bunun sebebini yıllar sonra, araştırmalarımda anladım. Orta Doğu’daki evlerinden sökülüp alınan Müslüman Afrikalılar köle olarak yerleştirildikleri bu topraklara kendi dinlerinden isimler vermişlerdi. Hasretlerini böyle gidermeye çalışıyorlardı! İşte yeni kıtanın, modern dünyanın en büyük sanayi devi oluşunun tarihi… Arkasında Müslümanlara yapılan böylesi bir kanlı tarih var. Gerçi Mahometliler bunu kabul etmiyor ama kasabalarının isimlerini değiştirmeye çalışmaktan da geri durmuyorlar!

Bitirmeden önce Kolomb’un Osmanlı sultanı II. Bayezid’den seyahati için gemi isteyip istemediği konusuna, daha genel anlamda da bu seyahatte Osmanlı’nın rolüne değinelim. Ünlü kâşifin Osmanlı sultanıyla görüşüp görüşmediği tam olarak net değil; ikincil kaynaklarda silik bilgiler var. Böyle bir görüşmenin olmuş olması da tamamen imkânsız değil. Ama bana göre burada önemli olan, böylesi bir karşılaşmada, sırtını İslam ilminin derin ve güvenilir kaynaklarına dayayan Osmanlı âlimleri arasında Kolomb’un çarpık çurpuk hesaplamaları ve kaypak karakteri güven uyandırmamış olmalı. Kolomb’un zengin ülkeler bulma motivasyonu da Osmanlının temel prensipleriyle örtüşmüyor. Zira II. Bayezid böylesi açgözlü bir hedef için değil ama Endülüs’teki mazlumları kurtarmak için gemilerini seferber etmiş bir sultandır.

Ama bu seyahatin Osmanlı ile ilişkisi de büsbütün yok değildir. Çünkü Kolomb’u ve çağdaşı Katolikleri Batı okyanuslarına iten şey Osmanlı’nın bilinen dünyanın tüm ticaret yollarına ve kültür ağına hâkim oluşuydu. Bu büyük gücü aşamayacaklarını anlayan Batı Avrupalı güçler eğer genişlemek istiyorlarsa bunu Osmanlı’yı bypass ederek, yani Batı’dan yeni yollar bularak yapabileceklerini görmüşlerdi.

Hülasa edelim: Üç ayrı şekilde, hem Kolomb öncesi, hem de sonrası dönemde ve Kolomb’un bizzat kendi seyahatinde, yani Amerika kıtasının keşfinde ve gelişmesinde İslam medeniyetinin ilmi birikiminin ve Müslümanların çok büyük rolü vardır. Bu üç dönemden sadece bir tanesi bile Amerika’nın Hristiyanların ve Yahudilerin olduğu kadar Müslümanların da toprakları olduğunu kanıtlamaya yeter! Kolomb’un Endülüs’ün ilmi hazinelerinin Katoliklere geçtiği bir dönemde ortaya çıkması tesadüf müydü? Haydi diyelim, Kolomb’un gemisindeki Müslüman denizcilere safsata, Amerika’yı dokuzuncu asırdan keşfeden Araplara da deli saçması dediniz. Peki ya günümüzdeki Afrikalı Amerikalıların köle atalarına ne diyeceksiniz? Haritaları ve sayıları nasıl reddedebileceksiniz? Washington, Paris ve Londra müzeleri Orta Çağ İslam denizcilerine ait, denizcilik tarihine yön veren paha biçilmez usturlaplarla doludur. Bu bilgiler Obama’nın Müslüman olduğu safsatasından da daha gerçektir. Eğer Amerika’nın Müslümanlarla alakası bağlamında da bir sıfır noktası, bir başlangıcı olacaksa da bu, 11 Eylül değil, işte bu tarih anlayışı olmalıdır.

İz sürenlere...

Amerikan yerlilerine İngilizcede “Hintliler” demek ne kadar yanlışsa Türkçede de “Kızılderililer” demek de aslında o kadar yanlış değil mi? İnsanları renkleri ve görünüşleriyle isimlendirmek ötekileştirici ve aşağılayıcı bir tavırdır.

“Usturlab” kelimesinin kökeni bile bu aletin tarihine ışık tutar. Yunan-Arap ortak karışımı bir hibrid olan bu kelime “yıldız-tutan” demektir.

Amerikan yerlilerin bazılarında (Çeroki ve Mandinka gibi) Arapça asıllı kelimeler olduğu dahi iddia ediliyor ama o, bu yazının boyunu aşan bir konu.

Bu tarihin detaylarını öğrenmek için kendi dehamız Fuat Sezgin Hoca’dan öteye gitmeye gerek yok. Onun tek bir makalesi dahi konunun tüm inceliklerini gözler önüne sermeye yetiyor. İlla Amerika’dan bir kaynak arayanlar Jerald F. Dirks’ün Muslims in American History: A Forgetten Legacy adlı kitabına göz atabilirler.

New York’taki cami yapılacak yere şimdi 70 katlı süper lüks bir rezidans yapılacağını söylüyorlar. New Yorklular artık rahat bir uyku uyuyabilirler!