Makale

Zamanın mimarı olmak

Zamanın mimarı olmak
Yrd. Doç. Dr.
Mustafa Önder
Abant İzzet Baysal Üniv.

Hayat, aslında insana ödünç verilmiş bir süredir. Onun için ömür sermayesinin her anı, her dakikası, her saati ve her günü çok önemlidir. Zamana işaretler koymak, ömür yolculuğunda nereye geldiğimizi gözetmek, kısaca zamanın mimarı olmak bilinçli insanın vasıflarından biridir. Bu işaretler ve kilometre taşları hepimizin önüne çıkmakta ve onlarla istemesek de sık sık karşılaşmaktayız. Doğum, sünnet, askerlik, evlilik, okul mezuniyeti, yakınlarımızın ölümü, cuma, kandil, ramazan, bayram ilh... Sürekli tekrarlanan bu olaylara ibret nazarı ile bakmak ve kendi durumumuzu gözden geçirmek, emaneti her an sahibine vermek için hazırlıklı olmak durumundayız.

İnsan, sürekli zamanın çabuk geçmesini arzu eder. Hâlbuki geçen her an bizi mezara, ölüme bir adım daha yaklaştırmaktadır. Makedonya’nın Manastır şehrinde bulunan ve bir Osmanlı eseri olan saat kulesinin üzerine nakşedilmiş şu beyit ne muhteşemdir:

Saatin çaldığı evkat değildir her gâh,
Müddet-i ömür geçip gittiğine eyler ah.

Tarihimizde zaman şuuru ve dünyanın sonlu olması ile ilgili çok ibretli olaylara rastlamak mümkündür. Hz. Ömer’in halifeliği esnasında her gün kendisine sokağın başından “Ölüm de var ya Ömer” diye hatırlatma yapması için birisine ücret verdiği rivayet edilir. Ne zaman ki saçına, sakalına beyazlar düşmüş; artık sana ihtiyacım kalmadı, çünkü ölümün habercileri bana geldi diye adamın bu görevine son vermiştir.

Müfessir Zemahşeri tefsirini yazarken Asr suresinde tıkanıyor ve bir türlü yorum yapamıyor. Canı sıkılmış vaziyette çarşıyı dolaşırken sıcak altında buz satan adamın “Sermayesi an be an tükenmekte olan şu kardeşinize yardım etmez misiniz?” diye bağırdığını duyuyor ve o zaman evine koşarak Asr suresinin tefsirini tamamlıyor. Aslında buz satıcısının verdiği mesaj çok nettir: Ömür, sıcağın altında eriyen buz gibidir, eğer değerlendirmezsen, onu kendi hâline bırakırsan bir de bakmışsın ki erimiş ve bitmiş, ortada sermaye kalmamış. İmam-ı Şafii’nin, “Zaman keskin bir kılıç gibidir, sen onu kesmezsen o seni keser.” sözü ne kadar anlamlıdır.

Er-Riaye isimli eserinde işlediği muhasebe kavramı ile Muhasibi lakabını alan Haris b. Esed muhasebeyi iki kısma ayırır: 1. Yapacağımız işlerle ilgili muhasebe, 2. Yaptığımız işlerle ilgili muhasebe. (Bk. Muhasibi, Nefis Muhasebesinin Temelleri; Terc.: H. Küçük-Ş. Filiz, İnsan Yay., İstanbul 2009.) Peygamberimiz (s.a.s.)’in, “Mümin iki korku arasındadır.” hadis-i şerifini burada bir kez daha hatırlamalıyız. Aslında ömür boyunca elimizde kalan süre ne kadar azdır. Kısaca bir hesap yapalım: 70 yıllık bir hayatın ilk 15 yılı çocuklukta geçiyor. Son 15 yılı ihtiyarlık, hastalık ve zorluklarla geçiyor. Yaklaşık üçte biri uyku ile geçiyor. Sıra beklemekte üç yılımızın, yemek başında altı yılımızın, alışverişte dört yılımızın ve TV başında hesapsız zamanımızın geçtiğini düşünürsek elde bir şey kalmadığını görürüz. Kaldı ki tarih çok uzun yaşayan ama yine de ölümden kurtulamayan insanların haberleri ile doludur. Hz. Nuh (a.s.)’un 950 yıl yaşadığı Kur’an-ı Kerim’de belirtilmektedir. (Bk. Ankebut, 29/14.) Bizim kültürümüzde konu ile ilgili atasözlerimiz vardır ve bunların en çok bilineni, “Dünya kalsa Sultan Süleyman’a kalırdı.” sözüdür. Bilindiği gibi bizde Sultan Süleyman tabiri iki kişi için kullanılır; Birincisi Davud (a.s.)’un oğlu olan, Mescid-i Aksa’yı yaptıran, Akabe Körfezi civarında kurduğu ülkesinde her türlü ihtişam ve medeniyetin yanında insanlara, cinlere, hayvanlara ve rüzgâra hükmeden, Sebe melikesi Belkıs’la evlenen Süleyman (a.s.) Peygamber. (Sad, 38/30-39; Neml, 27/15-45.) İkincisi ise,1495–1566 yılları arasında yaşamış Yavuz Sultan Selim’in oğlu Kanuni Sultan Süleyman’dır. Dünyayı dize getiren, yaptığı adli, idari düzenlemelerle Kanuni ünvanını alan, Batılıların muhteşem lakabını taktığı Sultan Süleyman. Her ikisi de ölümden kurtulamadı. Bu konuda önemli bir ayrıntıya da değinmek yerinde olur kanaatindeyim. Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı Sivas’ta Atatürk’ün kaldığı odadaki yastığı üzerinde eski yazı ile işlenmiş beyit şöyledir;

“Aldanıp cihanın cah’ına incitme insanı,
Süleyman-ı zaman olsan terk edersin bu eyvanı.”

Dünyanın makam ve mevkisine aldanarak insanları incitme. Sultan Süleyman’a kalmayan dünya sana da kalmaz.

Ömür dediğimiz sürenin kulluğumuzu idrak için bize ödünç verildiğini yazımızın başında vurgulamıştık. Peki, bunu nasıl yapabiliriz? Kendimizi sık sık hesaba çekmek, yaratanı ve yaşatanı unutmamak işlerin yolunda olduğunun belirtisidir. Namaz, oruç, zekât, hac ve benzeri ibadetlerin amacı bu muhasebeyi yapabilmenin en iyi yollarıdır. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar yoldan çıkan kimselerdir.” (Haşr, 59/19.) buyrulmaktadır. Müfessirler ayetteki asıl anlamı “Nefislerini ele alıp onu hesaba çekmeyi unutturdu.” şeklinde vermektedirler.

Başka bir ayette, “Size düşünecek kimsenin düşünebileceği, öğüt alabileceği kadar bir ömür vermedik mi? Size uyarıcı da gelmemiş miydi? Öyle ise tadın azabı, zalimlerin yardımcısı yoktur.” (Fatır, 35/37.) buyruluyor. Peygamberimiz konu ile ilgili olarak: “Allah Teala altmış yaşına kadar yaşatıp, ölümünü geri bıraktığı kimsenin özrünü kabul etmez.” (Tecrid-i Sarih, 12/178.) “İnsan iki şeyin kıymetini bilmekte aldanmıştır; boş vakit ve sağlık.” (Tirmizi, Zühd, 1.) buyurmaktadır. Geçmiş elimizden çıkıp gitmiştir, gelecek ise meçhuldür. O hâlde içinde bulunduğumuz anı değerlendirmekten başka çare yoktur. Zaman bekleyenler için çok yavaş, korkanlar için çok hızlı, yas tutanlar için çok uzun, sevinenler için çok kısa, sevenler ve değerlendirenler için sonsuzdur. Ne zaman bu muhasebe? Diye soruyorsanız, sizlere cevabım hemen şimdi olacaktır. Yeni bir yıla girdiğimiz şu günlerde yeni bir başlangıç neden olmasın? Güzel bir dörtlükle bitirelim:

Ömrünün sermayesin verme yele,
Geçti fırsat bir dahi girmez ele,
Gel gönül, hakkı zikret aşk ile,
Dem bu demdir, dem bu demdir, dem bu hâl.