Makale

TÜRBESİYLE-MEDYUMUYLA-MUSKACISIYLA İSTANBUL

TÜRBESİYLE-MEDYUMUYLA-MUSKACISIYLA
İSTANBUL

TÜKENMEZ meşakkatler, elemler, ıstıraplar, teessüfler, problemler onu boğmağa çalışırken; ya ararHakk’ı bulur veya bâtıldan, hurafeden istimdâd eder de ömür nimetini heder ederken, âhiretini de meçhule sokar.
Hurafe dedik, onun için dolaştık; ne var, ne yok bir bakalım diye. Şehirler sultanı, medeniyet beşiği, yakın geçmişimizin ilim-irfan ocağı İstanbul’a gittik. Değerli hocamız İstanbul Müftüsü Selâhattin KAYA Bey’in desteği ile çalışmaya koyulduk.

TELLİBABA
TELLİBABA’ ya gidecektik. Hızla ilerleyen arabamızda, Boğazın tabiî ve muhteşem güzelliğini uzun yılların hasretiyle temaşa ederken, kendimi bir anda TELLİBABA’ da buldum. TELLİBABA, İstanbul Boğazı’nın bitimine yakın, Sarıyer ile Rumelikavağı arasında, hafif tepemsi bir yerde bulunuyor. Arabadan elimde fotoğraf makina-sıyla indiğim anda bir ihtarla karşılaştım:
- Beyfendi, makinanızı arabanıza bırakıp öyle geliniz.
- Neden?
- Fotoğraf çekmek yasaktır.
- Kim yasakladı?
- Cemiyet yasakladı.
- Hangi Cemiyet?
- Buranın koruma cemiyeti...
Neyse, biz kazandık, öylece içeriye girebildik.
Kalabalık bir ziyaretçi kitlesi ile içeride rahat hareket imkânı oldukça zor. Erkek ziyaretçi pek az. Kadınlar ise; sosyete’den-varyete’ye, yaşlıdan-genç’e açıktan-kapalıya hepsi orada... Mezara baktım: başında sarık, gövdesinde gelin teli. Hem de tüm mezarı kaplayan sim tel. İlgililerden birine sordum:
- Burada yatan kadın mı? Erkek mi?
- Kadın olurmu? Başındaki sarığı görmüyor musun?
- Peki, üzerindeki yığılı gelin teli neyin nesi?
- Ne bileyim beyefendi, ölüyü ben gömmedim ki!
Bu arada mezarın ayak ucunda ellerini mezara doğru kaldırmış, dua hâli içinde bulunan bir bayana soruyorum:
- Affedersiniz hanımefendi, nereden geldiniz?
- İzmir’den geldim.
- Burada ne arıyor veya ne istiyorsunuz?
- Tıp Fakültesinde okuyorum. Durumum kritik. Sınıfımı geçmem için arkadaşlarım burayı ziyaret etmemi tavsiye ettiler.
- Daha önce senin durumunda olup da ziyarete gelip, sınıf geçen arkadaşlarınız oldu mu?
- Evet oldu.
- Namaz kılar mısınız?
- Hayır, ama namaza inanırım.
- Siz sıkıntınızın yokolma-sını buradaki ölüden mi bekliyorsunuz, Allah’tan mı?
- Elbette Allah’tan bekliyorum, ama buraya gelmem gerekiyormuş, arkadaşlar öyle söylediler..
Bu arada mezarın yine ayak ucunda, hemen yanımızda duran küçücük bir makası almak için sıraya girmişlerdi. Bu makasla mezarın üstünde hâle vaziyette duran sim tellerin birisinin ucundan 3-5 cm. kesen hanım, teli çantasına, makası da yerine bırakıyor, sıradaki hanım alıyor, aynı hareketi tekrarlıyordu. Bunlardan yaşlı ve tesettürlü bir hanıma çantasına koyduğu teli ne yapacağını sordum. Biraz çekinir, utanır gibi oldu, sonra; "kızımın gelinlik giymesi için aldım" demekte beis görmedi. Üstelik o teli, kızı gelinlik giyene kadar saklamak zorunluluğu varmış.
Kolkola gelen gelin-damatlar, evlenecek kızlar, Boğaziçi Üniversitesinin kız-lı-erkekli öğrenci grupları, neler neler...
Biraz araştırdık.
Tellibaba mı?
Telli Tabya mı?
Kimine göre, eskiden burada Telli Tabya varmış. Tabya’nın imamı ölmüş, buraya defnedilmiş. Kimine göre, Kilyos’tan Sarıyer’e gelin götürülürken, denizde fırtına çıkmış, sandal alabora omuş, gelin boğulup ölmüş. Hemen oracıkta karaya çıkartmışlar gelini. Telli duvaklı olarak oraya gömmüşler. Kimine göre de Sarıyer’de yaşayan mefluç bir Rum kızı bir gece rüyasında burada kaybolmuş bir mezar olduğunu ve bu mezarın açığa çıkartılması gerektiğini görmüş, kendisini oraya götürmüşler, mezarın yerini gösterip açığa çıkarttırdıktan sonra kız sağlığına kavuşmuş, kalkmış yürümüş, vesselam. Ortada hiç bir sağlam bilgi, geçerli kaynak yoktur ama kimin ne derdi, ne emeli varsa buraya gelip, kimliği meçhul ölüden imdad beklemekte adeta yarış ediyorlar. Tellibaba’nın duvarında asılı levhalardan bazılarından iki dörtlükte şu mısralar yer alıyor:

Adaklar sende adanır
Şifalar sende aranır
Cihan âlem seni tanır
Yalvar bize himmet eyle.

Genç kızların dileğini
Zayıfların bileğini
Bunalmışın dileğini
Yalvar bize himmet eyle.

HELVACI BABA
Günlerden Cuma. Helva-cıbaba’dayız. İstanbul’un göbeğinde Şehzadebaşı Ca-miinin geniş bahçesinde, avlu kapısından başlayan bir parke yol sizi doğru Hel-vacıbaba’ya götürür. Yol olmasa bile sormanıza gerek yok, zira kalabalık hanım topluluklarının sürü ile akın edişlerinden bellidir. Bir de bakarsınız hemen yol üzerinde bir kapışma, paylaşma çabası görürsünüz. Merakla sokulup baktığınızda, birbirinden kapışarak, yarısını da yere saçarak paylaştıkları şeyin kesme şeker olduğu görülür. Paylaşanların dışında kalan, başı yarı örtük, kolları kısa, makyajlı, siyah gözlüklü uzunca boylu bir hanıma soruyorum:
- Affedersiniz hanımefendi, bunlar fakir aileler mi de bu şekeri kapışıyorlar?
- Hayır efendim, fakirlikten değil. O şekeri dağıtan hanımın dileği kabul olmuştur da onun için şeker dağıttığını biliyorlar. Yani o şekerden alıp saklarlarsa onların da dilekleri, arzuları gerçekleşecektir.
Böylece mesele anlaşılmıştı. Yolumuza devam ettik. Hemen ileride ulu bir ağacın çevresini sarmış, sıkışmış, hattâ yer bulup ilk safa geçmek için birbirini rahatsız eden kadınlar topluluğunun yakınına geldik ve orada durduk. Biraz müşahededen sonra bu ağaçta ne olabilir? diye düşündüm ve sordum. Meğer o asırlık çınar ağacı Helvacıbaba’nın mezarından çıkmış, yani Helvacıbaba denilen meçhul kişi o ağacın tam kök altında yatıyormuş da onun için oraya toplanırlarmış.
Elinde yayvan bir sepetin içinde çeşitli renklerde makara ipliği satan hanım aynen şöyle bağırıyordu:
- Haydi makaralar, makaralar. Her derde devâ... Sıkıntıya, tasalara, kısmet kapalılığına, kalp ağrılarına, şeker hastalıklarına, romatizmaya, uğursuzluklara, peri yeline, herşeye, herşeye makaralar...
Biraz çaba ile bu hanıma yaklaşıp sordum:
- Bu makaraları nasıl kullanacağız?
- Siz buraya ilk defa mı geliyorsunuz?
- Evfet efendim.
- Şimdi buradan üç ayrı renkte makara alacaksınız. (Beyaz, sarı, yeşil) O üç makarayı birer birer Helvacı-baba’nın etrafında dönerek açacaksınız, yani makaralar tamamen boşalana kadar açmağa devam edeceksiniz. Sonrada bu iplikleri makasla keserek ufak parçalara böleceksiniz. Onu öylece götürüp denize atacaksınız. O iplikler denizde ne kadar dağıtırsa, sıkıntılarınız da o kadar dağılacaktır. Ama bunu üstüste üç cuma yapacaksınız. Aksi halde emeğiniz boşa gider. Sonra bir hafta daha gelip burada helva veya şeker dağıtacaksınız veya burada bir horoz kesip etini buraya bırakacaksınız.
Düşündürücü bir manzara...
Cami duvarının sol arka
cephesinde, yani Helvacıba-ba tarafında bulunan, kalın demir parmaklıklı sekiz adet pencerenin alt mermer kaidesinin her birerinde bir delik var. İnsan gayri-ihtiyarî şüpheye düşüyor ve kendi kendinize, "burasını yapıp hazırlamış birileri var" diyorsunuz. Çünkü sekiz adet deliğin genişlik ve derinliklerini ölçerseniz hepsinin aynı matkap ucu ile delinmiş olduğunu görürsünüz.
Neye yarar bu delikler?
Helvacıbaba’ya gelen hanımın inancı, itikadı, yaşayışı, derdi, tasası dileği, isteği ne olursa olsun, evinden gelirken çantasına almayı ihmal etmediği bir anahtarı orada eline alarak, sol baş-tan itibaren o deliklerin her birine sokarak yedi defa çevirdikten sonra çok önemli bir vecibeyi yerine getirmenin rahatlığı içinde oradan ayrılırken, sıradaki hanım aynı işleme devam ediyor. Sonra duvara taş yapıştırma safsatası başlıyor. Aynı pencerelerin altlarına yerden aldıkları fasulye büyüklüğündeki bir taşı yapıştırmaya çalışıyorlar. Eğer ilk denemesinde taş yapışmış ise, o hanımın o andaki sevinç ve mutluluğunu görmelisiniz ama bunu başaran kimse çok az. Üç, beş, sekiz, on kere uğraşıp da hiç tutturamayanlar oldukça fazla.
Helvacıbaba’ya itikat, ondan dilek ve istekler, onun huzurunda dualar, bu kadınların gayelerini ortaya koyarken, bâtılı da açık bir şekilde ortaya çıkarıyordu. Asrımızda Müslümanı bazı durumlarda küfre bile götürecek derecede cehaletin ve hurafelerin yaygın oluşu insanı kara kara düşündürüyor.

MEDYUM MEMİŞ
Amacınız nedir? diye soruyorum; "İnsanlara hizmettir" diye cevaplıyor. Hemen peşinden ilâve ediyor: "Tüm toplum bunalımda, hem de neden bunalıyor biliyor musunuz? maneviyatsızlıktan bunalıyor. İslâm’dan uzak yaşamanın neticesi olarak bu hale gelmiştir" derken, basında kendisi hakkında çıkan yazıların tomarını çıkartıp masanın üstüne yığdıktan sonra; davet edildiği Lioneslere de aynı mesajı aynı cümlelerle verdiğini ispat için bir gazete-den bir bölüm okuyor. Gerçekten günlük bir gazetenin ara başlıklarından birisi aynen şöyle yazılmış: "Medyum Memiş, medyum olarak davet edildiği Lioneslere vaiz olarak görev yaptı".
Ben, bir sabah erkenden medyumun hastalarını da kabul ettiği, aynı zamanda kurutemizleme dükkânı olan yerine gittiğimde henüz saat 7.30 idi ki o saatte kadınlar, açılmamış dükkanın önünde kuyruk oluşturmuşlardı. Tabiî ben de girdim sıraya. Her yerde olduğu gibi yine bu işin tüm müşterileri hanımlar idi. Ve kendi aralarında konuşuyorlardı:
- Ayol, bilmediği yokmuş diyorlar.
- Yıldıznameye bakıyor mu acaba?
- Kız! Yıldıznamenin zamanı geçti, adam perileri söyletirmiş.
- Cin çarpmasına bakıyor mu acaba?
- Bakmaz olur mu, onun işi o. Alkoliklere bile bakıp tedavi ediyormuş.
İçeriye girdiğimiz zaman Medyuma soruyoruz:
- Hangi konularla ilgileniyorsunuz?
- Ruhi sıkıntı, cin tasallutu, ruh hastalığı, alkolik ruh hastası, felç, karı-koca an-laşmazlıkları, kayıp eşya konusu, kanunî olursa define konusu, kısmet, evlenme... diye sıraladıktan sonra, ben: "falcılık ve kehânet var mı?" dediğimde; "falcılık, kehânet Firavun’a hizmettir" diye sert bir tepki ile karşılaşıyorum.
-Size genelde kimler geliyor?
- Zengin ve sosyetik kesim gelirler. Onlara bakmadan önce tavsiyelerim oluyor. Başınızı örtünüz, ojeyi siliniz, boy abdesti alınız, geceleri kalkıp teheccüt namazı kılınız, dilinizden teş-bihi eksik etmeyiniz, beş vakit namaz kılınız, diyorum ve esma-i hüsna’yı tavsiye ediyorum. Zaten bunlara uyanların da tedavi olmaması mümkün değil.
Daha önce bir gün, medyumun kapısının önünde hızla frenleyen bir özel otonun içinden tam tesettürlü bir hanım ile bir bey çıktı. Arkada oturan genç bir kızı, erkek (sanıyorum babası olmalı) kucaklayıp arabadan çıkarttıktan sonra, hızla medyumun odasına soktular. Biraz sonra adam dışarı çıktı. "Geçmiş olsun beyefendi, kızının nesi var" diye sordum. "Birden oldu, otur-duğu yerden kalkamadı" derken adamcağızın gözleri doluyordu.
Medyum Memiş, üst düzeydeki bürokratik kesimle de yakın temasta olduğunu ifade ediyor ve sık sık Ankara’ya çağrıldığını söylüyordu.
"Geleceğe ait düşünceniz nedir" sorumuza medyum’un cevabını aldık.
- Vakıf kuracağız, sokaktaki insanları alıp, manevî ilimlerle doldurup materyalist düşünceden uzak tutacağız. Hem böylece insanlarımız bâtıldan uzak duracaklardır. Bize bu konuda Hristiyan, Ermeni, Katolik âlemden gelenler var. Bizim Müslümanlardan papazlara gidenler var, yanlış yapıyorlar. Müslüman, papaza gitmez. Hem papazlar büyü yapıyorlar.
- Söylemek istediğiniz başka bir şey var mı?
- Var Efendim. Cami cemaatına sesleniyorum. İnsanlar ne olursa olsun, (berduş, ayyaş, hırsız, alkolik vs.) onlara şefkatle yaklaşmalıyız, onları o durumlardan kurtarıp aramıza çekmeli, cemiyete kazandırmalıyız. Onlara karşı peşin fikirli olmamalıyız. Şiddet, hiddet, gıybet gibi kötü duygulardan uzak durmalıyız.

MUSKACILAR
Muskacılar, büyücüler, falcılar, çözücüler...
Bunlardan kimileri Hara-midere’de, Kocamustafapaşa’da, kimileri Küçükköy’de, Kanlıca’da, kimileri de Beykoz’da, Üsküdar’da...
Bunlardan bir tanesine "Bir yerde define var nasıl ederiz?" dedim. "Beni oraya götür, oraya bir yumurta koyacağım, eğer define varsa yumurta orada bomba gibi patlayacaktır" diye cevap verdi. İleride sizi ararım, deyip ayrıldık.
Bir tanesi, gelenlerden çok yüksek ücret aldığı halde, yüzüne adam akıllı tükürüp bırakıyor ve o hasta da tedavi psikozu içinde rahatlayıp çıkıyor.
Papazla işbirliği yapan hoca, kendisi bakıp papaza gönderiyor. Papaz muska yazıyor. Bir yerde papaz haftada birgün müracaatları kabul ederek Müslüman hanımların dertlerini dinliyor, onlara bir şeyler (şifalı su vs.) veriyor. Haftanın bir başka günü, bir başka papaz yine bizim Müslümanları kabul ediyor ve onlara can simidi olmaya devam ediyor.
Bu bozuk ve sapık inancın sonu nereye varır bilemiyorum ama, bir müfessirin ifadesiyle; "Biz Müslüman’a Hakk’ı öğretemez-sek, onlar hak adına bâtılı kabullenmek zorundadırlar."
Buna seyirci kalan kamuoyunu, manevî mesullerin sorumsuzluğunu ne ile izah edeceğiz? Cahiliyye devrinin sapıklığı, bu asırda bütün çıplaklığı ile cemiyette hızla yayılırken daha ne kadar seyirci kalacağız?...

PSİKOLOG GÖZÜYLE

SERVET
DEMİRCİ:
Türbe ziyaretleri amacından saptırılıyor.

HER geçen gün İnsanlarımızın problemleri artmakta ve çeşitlenmektedir. Bunun karşısında bilim camiası çözümler aramaktadır. İnsanlarımızın öylesine problemleri oluyor ki, bu problemler karşısında bilim çaresiz kalıyor, çözüm bulamıyor. Bu çaresiz insan, toplum tarafından hurafe olarak bilinen yöntemlere baş vuruyor... Bu aciz ve çaresiz insanımıza "hurafeye inanmayın!" demek için başka bir çıkış yolu göstermemiz gerekiyor. Bu çıkış yolunu da gös-teremiyorsak o insanın dünyasını yıkıyoruz demektir.
Hemen herkes tarafından bilinen, Hacı Bayram Veli Camisinin avlusunda dolaşırken oraya gelen insanlarımıza hiç dikkat ettiniz mi? Nedir bu insanlarımızı buraya çeken? Allah rı-zası için, Hacı Bayram Veli hazretlerini ziyaret mi, yoksa kendi istek ve arzuları mı?
Oraya gelen insanlarımızla mini sohbetler yaptığımızda sorularımızın cevabı kendiliğinden ortaya çıkıyor. Buraya evle-nemiyen, çocuğu olmayan, aile huzursuzluğu olan, kocası içki içen, maddî imkânı olmayan, iş bulamayan, üniversite sınavını kazanmak isteyen vb. gibi envai çeşit sorunları olan insanlar geliyor. Peki, çözüm buluyorlar mı?
Bence çözüm bulunamaması o kadar önemli değil zannediyorum. Burada çok önemli bir nokta var: Bu problemli insanlar mübarek türbeleri ziyaret ederken -genelde- yalnız veya çok candan olan bir arkadaşı ile geliyor. Ziyaretlerini çok kısa bir sürede yapıyorlar. Bu süre içinde hiç kimseye söyleyemedikleri sırlarını, günahlarını, dileklerini hakka vasıl olan o velilerin huzurunda itiraf ediyorlar. Bu itiraflarının neticesinde kalpleri o kadar yumuşuyor ki, gözyaşları pınar gibi akıveri-yor. O ana kadar kendisini rahatsız eden bütün zehiri ortaya döküyor ve rahatlıyorlar. 0 mübareklerin ziyaretinden dönerken, kendilerini kuş kadar hafif ve mutlu hissediyorlar. Biz psikologlar insanları düdüklü tencereye benzetiriz. Öyle ki, düdüklü tencerenin altını alev alev yakarsanız bir süre sonra bu tence patlamaya hazır hale gelir. Dışarıdan hafifçe bir etkiyle havasını dışarıya vermesini sağlarsanız tencere patlamaktan kurtulur.
Türbelere gelen insanlar da düdüklü tencere misali patlamaya hazır haldedirler. Huzuru ve mutluluğu bu yerde tadıyorlar. Bir anlık bile olsa problemlerini itiraf ettikleri için rahat-lıyorlar. Problemlerinin çözümüne dar bir çerçeveden bakı- ^ yortarsa zamanla geniş çerçeveden bakmaya başlıyorlar.
Böylelikle problemlerini kendi iç dünyalarında çözüme ulaştırıyorlar veya ulaştırdıklarını zannediyorlar.
Bu türbelere gelen inancı olup ta İslâm? yaşantısı olmayan bir çok hanımla görüştüğümüzde, aslında herşeyi verenin de alanın da ALLAH (c.c) olduğu gerçeğini kabul ediyorlar, ama hurafelere inanmaktan da kendilerini bir türlü alıkoyamıyorlar.
Buraya gelen sosyete bayanlar çantalarının hemen bir köşesine iliştirdikleri küçük baş örtülerini başlarına koyuyorlar ve oracıkta iki rekat namaz kıldıktan sonra iplerini bağlayıp di-leklerini diliyorlar ve hemen hızla oradan ayrılıyorlar. Hiç kimse tarafından buraya geldiklerinin, bilinmesini istemiyorlar.
Seccade Sultan ve Şeyh İzzettin Veli Hazretlerini ziyaretimde çok ilginç davranışlarla karşılaştım. Seccade Sultanın baş ucundaki tahtasının üzerine mumlar yakılıyor. Hemen yanı başında yükselen ağacın dalları rengârenk bağlanan dilek iplerinden gözükmez hale gelmiş. Türbenin demir parmaklıklarında istediğiniz her çeşit renkten teşbih görebilirsiniz. İki parmaklık arasında bezden yapılmış minik bir beşik gördüm. Çok dikkatimi çekti. Eğilip içine baktığımda iki tane yuvarlak lastik, bir parça çöp ve bir parça kiremit olduğunu gördüm. Ziyarete gelen bir bayana "bu nedir?" diye sorduğumda, çocuğu olmayan bir bayanın yapmış olabileceğini söyledi.
Şeyh İzzettin Veli hazretlerinin türbesinin girişine bir kalbur buğday konuluyor. Dileği olan insanlar bir avuç buğday alıp evlerine götürüyorlar. Dilekleri gerçekleşince tekrar türbeye bir kaç kilo buğday alarak kalburun içine döküyorlar. Bu sayede kuşların da karnı doyuyor.
Psikoloji eğitimi görmüş, alanında söz sahibi olan bir profesörle görüştüğümde kahve falı konusunda kendisinden bilgi istedim. Kendisi bir zamanlar sıklıkla kahve falına baktığını, falına baktığı insanların da "sanki içimi okudun" dediklerini söyledi. Aslında bu kahve falında insanların içlerini okumak diye bir şey olmadığını, önemli bazı kriterlere göre insanlara bir şeyler söylediğini dile getirdi. Peki bu kriterler nelerdi? Bunlar, genç ve güzel bir bayansa sevdiği birinin olacağı, bekârca evlenme isteğinin olacağı, ticaretle uğraşıyorsa iş prob-lemlerinin olacağı, yaşlı ise ölüm korkusunun olacağı gibi. Fala bakarken bu noktaları göz önünde bulundurarak bir şey söylemeye başlıyorum, onayını aldığım hususlarda konuyu biraz daha açıyorum ve neticede içlerini okuduğumu zannediyorlar. Genelde insanlara moral olsun diye iyi şeyler söylediğini belirtti.
Peki! Varı yok eden, yoktan da var eden Cenab-ı Allah’ın, var ve bir olduğuna inanıp, iman ettiğimiz halde, bu tür hurafelere inanmakta neden ısrar ediyoruz?

PSİKOLOG GÖZÜYLE BAKTIĞIMIZDA
Bu tür yanlış inanışlara bir psikolog ve eğitimci gözlüğüyle baktığımızda sebep-sonuç ilişkisi hemen göze çarpıyor.
Hepimizin az çok bildiği öğrenme kuramlarından birincisi klâsik şartlanma, diğeri de operant şartlanmadır. Operant şartlanmada bir davranışı öğretmek için çeşitli pekiştirme yolları vardır. Bunlardan bir tanesi değişken aralıklı pekiştirmedir. Bu pekiştirme değişik zamanlarda yapılır. Pekiştireçlerin ne zaman geleceğinin önceden yordanması zordur. Fakat geleceğine inanılırsa, buna bağlı hareketler sürekli yapılabilir. Değişken aralıklı pekiştirme, en etkili davranış kazandırma yollarından biridir. Kazanılan davranışı söndürmek için ceza, negatif pekiştireç, sosyal ilginin çekilmesi gibi yöntemlere baş vurulsa bile sönen davranış bir olayda tekrar ortaya çıkabilir.
Değişken aralıklı öğrenmeye en iyi örnek kumardır. Kumar oynayan kişi ne zaman kazanacağını bilemez. Arada bir kazandığı için ümitlenir ve kumar oynamakdan vazgeçemez.
Toplumda benimsenen yanlış inanışlar da aynen böyle gerçekleşmekte. Türbeye gidip bir çok dilek diliyor. Hiç beklemediği anda bir dileği gerçekleşiveriyor. Bu sefer türbeye tekrar tekrar gidip dilek dilemeye devam ediyor. Bir kaç defa dilekleri gerçekleştikten sonra bu davranış iyice pekişiyor ve toplumda kulaktan kulağa iletilerek kalıcı hale geliyor.
Bu tür yanlış davranışları ortadan kaldırmak için çevre düzenlemesi, bireylere ve ailelere rehberlik etmek gerekiyor.
Biz psikologlar, ferdin manevi huzuru açısından türbe ziyaretlerini hoşgörsek de onların oralarda; mum yakmak, çaput bağlamak, horoz kesmek gibi hurafe sayılan davranışları yap-mamaları için bir irşad kampanyasına ihtiyaç vardır. Bu insanlara Allah-kul ilişkisinin, dua ve ibadetlerle duyulacak huzurun iyi anlatılması gerekiyor.
Bunda da en büyük sorumluluk, din görevlilerimize düşmektedir.