Makale

HZ: MUHAMMED İNSANLIĞIN BEKLEDİĞİ PEYGAMBERDİ

HZ: MUHAMMED İNSANLIĞIN BEKLEDİĞİ PEYGAMBERDİ

Yrd. Doç. Dr. Mustafa ERDEM*

Allah tarafından eşref-i mahlukat olarak yaratılan(1) insan, başıboş bı­rakılmamış(2), yaratanını tanımak ve O’na ibadet etmek gibi yüce bir duygu ve yöneliş ile bezenmiştir(3). Bu inanma duygusu ve kulluk gö­revini yerine getirme keyfiyeti, insanlık tarihi boyunca kendini çeşitli şekillerde göstermiştir.

Kur’ân-ı Kerîm ’de belirtildiğine göre. Yüce Allah, kulların neye ve nasıl inana­caklarını, nasıl kulluk edeceklerini gönderdiği kitap ve peygamberleri aracılığı ile bildirmiştir. Bunun için her kavme bir peygamber göndermiş(4), insanların herhan­gi bir mazeret ileri sürememeleri için peygamberlerin o toplum içinde yaşayan ve o toplumun dilini konuşan İnsanlardan olmasına özen göstermiştir.(5)

Allah katından gelen kitaplara ve peygamberlerin uyanlarına rağmen insanlar zaman zaman doğru yoldan ayrılmış ve sapıklığa düşmüştür. Bozulan düzeni ıslah etmek ve insanlığı hidayete ulaştırmak için Yüce Allah, insanlar içinden en mü­kemmelini peygamber olarak görevlendirmiştir. Bu peygamberlerin, peygamber­lik öncesi, toplum içindeki karakter ve ahlâkî özellikleri itibariyle en güzel insan­lardan seçilmesi, ilâhî mesajı onların ağzından duyan insanlara inanma kolaylığı sağlanmıştır. Böylece peygamberler sözüne güvenilen ve her yönden kendisine uyu­lan insanlar olagelmişlerdir.

İslâm’ın ortaya çıkmasından önce de insanlık ilâhî emir ve yasaklardan uzak­laşmış, kendi koydukları kurallarla kendilerini yönetmeye çalışmıştır. Dini inanç yönünden, daha önceki dinlerin hükümleri ya değiştirilmiş ya da tamamen orta­dan kaldırılmıştır.

a) Sosyal Çevrede Durum:

Hicaz bölgesinde İbrahim (A.S.) ve oğlu İsmail (A.S.) dan itibaren “Haniflik” yayılmış ve uygulanmıştır. Mekke ve Kâbe o tarihten itibaren bölge halkı tarafın­dan kutsal yerler olarak kabul edilmiş ve bu şuurla sahip çıkılmıştır(6). Zamanla bölgeyi terk etmek durumunda kalan insanlar, kutsal bir hatıra olması kabilinden, bölgeye ait bazı şeyleri ve özellikle taşları yanlarında götürmüşlerdir. Bu taşlara gösterilen aşırı ilgi ve saygı tapınmaya dönüşmüş, ilerleyen yıllarda Mekke’ye ait olma özelliği de bir kenara bırakılarak herhangi bir taş yeterli görülmüştür(7).

Kaynaklarda belirtildiğine göre, sistemli bir şekilde puta tapma olayım Hicaz bölgesinde yerleştiren Attır b. Luhay olmuştur. Mekke’de saygın bir yere sahip olan Amr, ticarî amaçlarla çeşitli yerlere gitmiştir. O her gittiği yerin kültür ve dinî ya­şantısından etkilenmiş, içine düştüğü manevî bunalımdan kurtuluş çareleri aramıştır. Nihayet ticaret amacıyla Şam’a gittiği bir zaman, Amâlikalılardan putperestlik hak­kında bilgi edinmiş ve “Hübel” putunu Mekke’ye getirmiştir. Amr, şahsî nüfuzunu da kullanarak halkın büyük çoğunluğunun puta tapınasım sağlamıştır, Böylece puta tapma halk arasında gelişerek her kabilenin bir putu olacak şekle ulaşmıştır(8).

Araplar arasında putperestlik hızla yayılmış, Hubel’den başka Lat, Menat, Uzza gibi, belli başlı büyük kabilelerin tapındıkları yeni putlar ihdas edilmiştir. Putlara saygının bir tezahürü olarak çocuklarına kendi putlarının kulu anlamına gelecek isimler vermişler, Allah’ın yer yüzünde ilk mabed olarak vasıflandırdığı Kâbe’yi putlarla doldurmuşlardır.

Halk fakirlik ve sefalet içinde yüzerken putlarına yiyecek ikram etmekte, ba­zen de kendileri İçin hazırladıkları gıda maddelerine putlarının şeklini vermektey­diler. Fakat, Hz. Ömer (r.a.)’e atfedilen bir hikayede de belirtildiğine göre, İnsan­lar çok acıktıkları zaman bu put şeklinde yaptıktan yiyecekleri yemekte idiler. Bu da göstermektedir ki, Araplar arasında yaygın olan putperestlik inanma ihtiyacı­nın bariz bir tezahürüdür. İnsanlar bu ihtiyacı tatmin için puta tapmışlar ve bun­dan da tatmin olamamışlardır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesine göre onlar put­larının kendilerine bir zarar ve yarar sağlamayacağım biliyorlardı. Hatta onlar, yeri, gökleri, yaratılan her şeyi yaratan olarak Allah ’ı tanıyorlar;(10) fakat O’nun katında yardımcı ve şefaatçi olmaları için putların desteğine inanıyorlardı.(11)

Araplar arasındaki puta tapıcılık ve tevhit inancından uzaklaşma, toplumdaki dinî inanışı felç etmekle kalmamış, sosyal, kültürel, ahlâkî değer ve dengeleri al­tüst etmiştir. Şahıslara bağlı olarak teminat altına alınan sosyal güvenceler, herke­se göre değişen ahlâkî değerler, topluma huzur ve güven kaynağı olamaz hale gel­miştir. Zengin-fakir, erkek-kadın dengesizliği, insanlar arasındaki hür-köle ayrı­mı, mazlum ve himayeye muhtaç insanların feryadını ayyuka çıkarmıştır. Toplu­mun her kesiminde huzursuz İnsanlar bulunmakta, herkes bir bekleyiş bir arayış içerisinde bunalmakta, ne yapacağım bilemez halde çaresizlik içinde kıvranmakta­dır. Putlardan kaçan, Yahudilik ve Hristiyanlıkta aradığını bulamayan halk, yeni arayışlar iğne girmektedir. Putlar adına kesilen kurbanların etinden yemeyen, ara­dığım Yahudilik ve Hristiyanlıkta bulamayan Zeyd İbn Amr İbn Nufeyl’in şu hay­kırışı ç ok anlamlıdır:

“Ey Allah’ım, şayet seni hoşnut edecek ibadet biçiminin ne olduğunu bilsey­dim kendimi buna yöneltirdim, fakat bunu bilmiyorum.”

b- Ehl-i Kitab’ın Durumu:

İlâhî hükümlerden uzak bir toplumun yukarıda işaret edilen bu manzarasına karşılık Yahudi ve Hristiyanlar yönünden konuya bakıldığında benzeri görüntü­lerle karşılaşmaktayız. Zira Yahudilikte dinî hükümler fakir ve kimsesizlere uygu­lanır bir hal almış, zengin ve üst kademede bulunanlar her türlü hürriyete sahip olarak yaşar hale gelmişlerdir. Hristiyanlık ise, Allah’ın kulu ve elçisi olarak in­sanlara gönderilen İsâ (A.S.)’yı, Allah’ın oğlu ve “Teslis’in” unsurlarından biri olarak kabul etmişler, onun getirdiği dini değiştirmişlerdir.

Her iki dine de inanan bazı kimseler, dinlerindeki bozulmalardan dolayı rahat­sız olmakta, kutsal kitaplarının orijinal nüshalarından öğrendikleri yeni uyarıcı­nın, kurtarıcının yani peygamberin gelme vaktinin yaklaştığını hissetmiş ve onu beklemeğe başlamışlardır. Çünkü Kur’ân’ın da: “Ey İsrail oğulları, ben size Al­lah’ın elçisiyim, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici olarak (geldim)(12)...şeklinde belirt­tiği gibi; İsâ (A.S.) asırlarca önce Hz. Muhammed’in geleceğini haber vermiştir. Gerçek Hristiyanlar Hz. İsa’nın verdiği bu bilgilerin elbet bir gün gerçekleşeceğine inanıyor toplum sapıklığa düştükçe, o peygamberin gelme vaktinin yaklaştığım zan­nederek her fırsatta onu arıyorlardı.

Yüce Allah, Hz. İsa vasıtası İle Hz. Muhammed’in geleceğini haber vermekle kalmamış, onun vasıflarını da haber vermiştir. Nitekim bu gerçeğe işaret edilerek Kur’ân-ı Kerîm’de: “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu, oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar, ama yine de onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizlerler (13) buy­rulmak tadır.

Bu ayetin de işaret ettiği gibi Ehl-i Kitap Hz. Peygamberin geleceği zaman ve bölgeyi bilmekte, özellikleri itibariyle onu gıyaben tanımaktaydılar(14). Ehl-Kitab’ın daha peygamber olmadan önce Hz. Peygamberi gelmesi muhtemel olan peygam­ber olarak tanıdıklarına dair çeşitli rivayetler bulunmaktadır. Yukarıda zikredilen ayetlere uygunluk arz etmesi bakımından bazılarına işaret etmekte yarar vardır:

Abdu’l Muttalib, birgün Hıcr’da Kabe’nin yanında oturuyordu. Dostu Necrân hâkimi ve rahibi de yanında bulunuyordu. Rahip söz sırasında “Biz, İsmail oğullarından en son gelecek olan Peygamberin sıfatım kitaplarda bulduk. Burası onun doğum yeridir. Sıfatlan da şöyle şöyledir” diyerek onları saymağa başladığı sırada peygamberimiz oraya geliverdi. Rahip, onun gözlerine, sırtına, ayaklarına baktı ve “İşte o, budur. Bu çocuk senin neslinden midir?” dedi. Abdu’l Muttalib “oğlumdur” deyince Necranlı Rahip, “Biz onun babasını kitaplarda sağ bulmadık” dedi. Abdu’l Muttalib onun torunu ve yetim olduğunu söyleyince "şimdi doğru söyledin” dedi. Bunun üzerine Abdu’l Muttalib, oğullarına dönerek “Kardeşini­zin oğluna sahip olunuz, onun hakkında söylenileni işitmiyor musunuz” dedi.

Necran Rahibinin bu ihbarından sonra Abdu’l Muttalib torununu daha sıkı koruma altına almış ve Peygamberimizin dadısı Ummü Eymen’e özel olarak onunla ilgilenmesini emretmiştir. Ümmü Eymen bir keresinde onu kaybettiğinde” Oğlum­dan gaflet etme, Ehl-i Kitap, benim oğlum hakkında bu ümmetin peygamberi ola­cak diyor” demiş ve onun muhtemel bir peygamber olacağına inanmıştır(15).

Hz. Muhammed, amcası Ebu Talip ile Şam’a giderken Basra’da konaklamış­tır. Orada bulunan manastırda yaşayan Rahip Bahira âdeti olmamakla birlikte Ker­van sahiplerini yemeğe çağırır. Onlarda küçük olmasından dolayı eşyalarının ba­şına Hz. Muhammed’i bırakarak Bahira’nın davetine icabet ederler. Rahibin ara­larında başka birisi bulunup bulunmadığını sorması üzerine, eşyaların başında bir çocuk bıraktıklarını haber verirler. Rahip çocuğun çağrılmasını ister. Çocuğun gel­mesini müteakip Rahip onu dikkatlice süzdükten sonra "Ey çocuk! Sana bazı şey­ler soracağım. Soracağım şeyler hakkında Lat ve Uzza aşkına bana doğru bilgi ver dedi. Hz. Peygamber ona: Lat ve Uzza adına yemin vererek bana bir şey sorma. Vallahi ben onlardan duyduğum nefreti, hiç bir şeyden duymam dedi. Rahim Al­lah adına yemin verdikten sonra ona bazı sorular sorar. Aldığı cevaplar üzerine Ebû Talib’e: “Kardeşinin oğlunu memleketine hemen geri çevir. Yahudilerin ona zarar vermelerinden sakın! Vallahi onlar bu çocuğu görüp de benim onda gördü­ğümü sezecek olurlarsa muhakkak ona zarar vermeğe kalkışırlar. Çünkü kardeşi­nin oğlunda çok büyük bir hal ve şan vardır. Biz, onu atalarımızdan miras kalan kitaplarımızda bulduk. Bu yolda bizden misak da alındı. Onu memleketine acele götür” dedi.(16)

Bu rivayetleri Hz. Peygamberi yüceltmek, onda insanüstü özelliklerin varlığını ispat için müslümanlar tarafından ortaya atılmış bilgiler olarak değerlendirmek yan­lış olur. Çünkü, Mekkeli müşriklerin baskılarına dayanamayan ilk müslümanları bağrına basan Habeş hristiyanları olmuştur. Hz. Peygamberin komşu ülke ve din mensuplarına gönderdiği mektuplara en sıcak ilgi Mısır ve Bizans Hristiyanlarından gelmiştir, İslâm sonrası dönemde, bazı yahudi din adamlarının müslüman ol­maları, kendi cemaatlarının, dinlerini gerçek anlamda tatbik etmemelerinden ve kutsal kitaplarına tahrif yapmalarından olsa gerekir. Bütün bunlar, Hz. Peygam­berin daha peygamber olmadan Ehl-İ Kitap tarafından beklenildiğini ve vasıfları­nın bilindiğini göstermektir. Hristiyan din adamlarına atfen yapılan rivayetlerin de Hıristiyanlığın İslâm kaynaklarına etkisi şeklinde değerlendirmemek uygun ola­caktır. Böyle bir değerlendirme Kur’ân’ın “Şüphe yok ki onlar, hakkı itiraf husu­sunda büyüklenmek İstemezler. Peygamber’e indirilen Kur’ân’ı dinledikleri vakit, Hakkı tanıdıklarından dolayı, gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Onlar Ey Rabbimiz derler, iman ettik. Sen bizi hakka şahit olanlarla yaz”(17) ayeti ile çeliş­kiye düşmektedir.

c) Hz. Muhammed’in Şahsî Durumu:

Hayatının bütün safhaları hakkında teferruatlı bilgilere sahip olunan şahsiyet­lerden biri belki de en başta geleni Hz. Muhammed (s.a.v.) dir. Genelde büyük şahsiyetler için, meşhur oldukları dönem sonrası mümkün olan bu tanınma keyfi­yeti, Hz. Peygamberin hayatının tamamını kapsamaktadır. Onun hakkında nak­ledilen bilgilerin çoğunluğunun İslâm sonrası kaynaklara dayandığı muhakkaktır. Ancak, onun daha peygamber olmadan önce de çevresinin dikkatini çektiği tarihi kaynakların bize naklettiği bilgilerdir.

Hz. Muhammed’in yetim olarak doğması, Mekke’nin en ileri gelen ailelerin­den Hâşim oğullarından olması, bu çocuğa gerekenden çok ilginin gösterilmesine sebep olmuştur. Ayrıca onun, uğruna 100 deve kurban edilerek, kendisi kurban edilmekten Kurtulan Abdullah b. Abdu’l Muttalib’ in yetimi olması, kendisine karşı ne kadar hassasiyet gösterildiğini ifade için yeterlidir(18).

Doğumu ile ilgili olarak anlatılan olağanüstü haller, muteber kaynaklar tara­fından nakledilmesi bakımından dikkate değer bulunmalıdır. Bölgenin âdetine uy­gun olarak süt anneye verilmesi ve o ailede meydana gelen hadiseler, İslâm öncesi ve sonrası dönemin ortak rivayetlerindendir. özellikle Benî Sa’d kabilesinde süt annesi Halime’nin yanında iken iki Meleğin gelerek Hz. Muhammed’in göğsünü yarıp kalbini temizlemeleri(19) süt annesini dehşete düşürmüş ve aldığı emaneti bir an önce ailesine teslim etmeye mecbur bırakmıştır.

Dedesi Abdu’l Muttalib’ in yanında herkesin ilgisini çeken ve sevgisini kazanan Hz. Muhammed, ailesi için bir mutluluk vesilesi olmakla kalmamış, karşılaşılan güçlüklerin çözümünde, zaman zaman desteğine ihtiyaç duyulmuştur. Daha ço­cuk denilecek yaşlarda iken, bölgede baş gösteren kıtlığın giderilmesi için yapılan yağmur dualarına, özellikle Hz. Muhammed’in katılmasına özen gösterilmiş ve onun yüzünden yağmurun yağdığına inanılmıştır(20).

Hz. Muhammed, her insan gibi hayatını tabiî seyri içinde sürdürmüş, diğer ço­cuklarla oynamış, hayvan otlatmış, ailesine yardım etmiştir. Fakat o hayatının bu dönemlerinde bile ahlâkî değerlerden taviz vermemiş, diğer İnsanlar için normal karşılanabilecek bazı davranışlardan ya kaçınmış veya korunmuştur. Birgün Kâbe’nin yeniden inşası sırasında o da diğer Kureyşliler gibi taş taşımıştır. Taşların verdiği ıstırabı gidermek için diğer Kureyşliler, bellerine bağladıkları peştamalları taşın altına koymaları üzerine, Hz. Muhammed de onlar gibi yapmak istemiş fa­kat baygınlık hah gelerek, yere yıkılmıştır. Amcası Hz. Abbas yanına geldiği za­man, Hz. Peygamber çıplak gezmekten men edildiğini belirtmiştir(21).

Merhamet duygusu Hz. Peygamberi daima mazlumun ve kimsesizlerin yanın­da yer almaya sevk etmiştir. Gençliğinden itibaren toplumda hakem görevi yapmış, ticarî ihtilaflarda, sosyal problemlerin hallinde görüşüne başvurulmuş ve onun karan muteber sayılmıştır. Kâbe’nin yeniden inşası sırasında, Haceru’l-Esved’in yerine konması esnasında karşılaşılan sıkıntılı durum, onun verdiği kararla, herkesi mem­nun edecek şekilde çözümlenmiştir(22).

Hz. Muhammed, peygamberlik görevi verilmeden önce, dost düşman herkesin güvenini kazanmış toplumda “el-Emin” sıfatı İle anılan tek kişi olmuştur. Pey­gamberlik görevini ilan etmek için akrabaları ile Ebu Kubeys dağında bir araya geldiğinde, orada bulunan herkes onun asla yalan söylemeyeceği hususunda bir­leşmişlerdir.

Hz. Muhammed’in şahsî tutum ve davranışındaki ayrıcalık, ahlâkî ve dinî ya­şantısında da kendini göstermektedir. O toplum da revaç bulan putperestlikten nefret etmiş ve hiçbir zaman puta tapmamıştır. Yukarıda işaret edilen meşhur Şam seferi sırasında, Rahip Bahira soracağı sorulara doğru cevap vermesi İçin, bölgede alışı­la gelen, Lat ve Uzza adına yemin etmesini istediği zaman, Hz. Muhammed, bun­dan hoşlanmamış ve putlardan nefret ettiğini açıklamıştır(23).

Hicaz bölgesinde kısmî de olsa putperestliğin dışında, Yahudilik, Hristiyanlık gibi başka dinî inanışlar da bulunmaktaydı. Hz. Muhammed bu dinlerde de aradı­ğım bulamamış ve din mensuplarına özenti duymamıştır. O, yalnızlıktan hoşlan­mış, zaman zaman uzlete çekilmiştir. Bu durumlarda Hz. Peygamber tefekküre dalar, kâinat ve onun yaratıcısını düşünürdü. Bu amaçla senenin belli günlerinde Mekke yakınındaki Hira mağarasına giderdi. O, ibadetlerini Hz. İbrahim’in dini üzere yapardı. Kur’an-ı Kerîm’de, Hz. Peygamberin okuma-yazma bilmeyen ümmî bir peygamber olduğu belirtilmekte(24), İman ve kitaptan habersiz olduğuna İşa­ret edilmektedir(25). Bu sebeple onun vahy gelmeden önce nasıl iman edip ibadet ettiği konusu teferruatlıca bilinememektedir. Bu âyetlerden, onun herhangi bir kim­seden herhangi bir şekilde dinî telkin almadığı, iddia edildiği gibi Rahip Bahira ile olan münasebeti neticesinde Hristiyanlıktan etkilenmediği anlaşılmaktadır.

Her Kureyşli gibi Hz. Peygamberin Kabe’ye saygısı, fırsat buldukça, Hira ma­ğarasına gidip dönerken orayı ziyaret etmesi “Hamiliğin” ve Hz. İbrahim geleneğinin devamı olarak değerlendirilmeli; oradaki putlara saygı şeklînde ulaşılmamasıdır. Nitekim, Mekke’nin fethinden sonra ilk iş olarak Kabe’nin putlardan temiz­lenmesi, oranın cahiliye döneminde putlarla kirletildiği anlamına gelmektedir.

Netice: Hz. Muhammed (s.a.v.) en son peygamber olarak, Allah tarafından görevlendirilmiştir. Bu görevlendirme, tamamen Allah’ın iradesi doğrultusunda te­celli etmiş, Hz. Muhammed’in şahsî hiç bir dahli bulunmamıştır. Onun peygam­berliğinin, bütün insanlığın manevî bir bunalımın İçinde bulunduğu, ilâhi dinlerin insanlar tarafından tahrif edildiği bir döneme rastlaması düşündürücüdür. Putlar­dan hoşnut olmayan, çevrede yaygın dinlerde aradığını bulamayan insanların bir kurtarıcı beklemeleri muhakkaktır. Fakat bu beklenti kişilerin dini inanç ve kültür seviyelerine göre farklılık arz etmiştir. Hepsinin ortak noktası, toplumu, insanlığı ancak bir kurtarıcının kurtaracağıdır. Bu kurtarıcı kim olacaktır? Tabii olarak her toplum, her kabile, her din mensubu, gelecek kurtarıcının kendisinden olmasını istemektedir. Halbuki içinde bulunulan durum, bunların hepsinin halinden şikâ­yetçi olduğunu göstermektedir. Bu bakımdan kurtarıcının hepsine hitap edebilecek, ortak yönlerini bulabilecek bir nitelikte olması gerekmektedir.

Hz. Muhammed, gerek doğumu, gerek çocukluğu, gerekse gençliği dönemle­rinde herkesin dikkatini çekmiş, herkesin sevgi ve saygısını kazanmıştır, Ondaki fıtrî ve ahlâkî meziyetler, yalan söylenemeyeceğine, ve hükmettiği zaman âdil dav­ranacağına çevresindekileri inandırmıştır. O kırk yıllık hayatı süresince mütevazi yaşamaya gayret etmiş, dünyevî makam ve şöhretlerden hoşlanmamıştır. Bu ha­liyle kimse onu şahsî bir beklenti içinde olacağına ihtimal vermemiştir. Nitekim bu dönem zarfında Hz. Peygamber, peygamberlikle ilgili herhangi bir şey söyle­memiş, böyle bir iddiada da bulunmamıştır.

Tarihî kaynaklarda Hz. Muhammed’in peygamberlik öncesi döneme ait bilgi­lerin bulunması yadırganmamalıdır. Bir hakikatin çeşitli yerlerde defalarca tekra­rı, afin sevginin neticesi olarak değerlendirilip onlarda ihtiyatlı davranmanın veya şüphe ile bakmanın da bir taassup olduğu sonucuna ulaşmak mümkündür. Ayrıca Hz. Muhammed’in beklenen peygamber olabileceği ihtimalinin Ehl-i Kitab tara­fından bilinmesi garipsenecek bir olay değildir. Kur’ân-ı Kerîm’in haber verdiği bir konuda başkalarının da görüş beyan etmesi olumlu karşılanmalıdır. Zira Kur’ân gelecek peygamber konusunda Ehl-İ Kitabın önceden haberdar edildiğini bize bildirmiş, onlarda dinî yönden bozulmamış kimseler bulunduğunu açıklamışken, bu tür rivayetleri hafife almamak lazımdır.

Peygamberlik Allah’ın lutfu ile gerçekleşen bir konudur. Her isteyen peygam­ber olamadığı gibi, tarihte yalancı peygamberlerin durumu herkesin malumudur. Kırk yıllık ömrü boyunca bir kerecik olsun peygamberliğini hissettirmeyen bir in­sanın, birden bire böyle bir iddiada bulunması çok anlamlıdır. YUce Allah’ın her yönden mükemmel bir insan olarak Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamberliğe ha­zırlamış olması muhtemeldir. Burada şöyle bir husus ortaya çıkmaktadır: Ya Hz. Muhammed peygamber olacağını bilmiyordu, ya da biliyor fakat zamanı gelme­den açıklaması istenilmediği için, açıklamıyordu. Tarihi kaynaklar ve Kur’ân-ı Ke­rîm’in yukarıda belirtilen ayetleri bizi onun peygamber olacağını, önceden bilme­diği sonucuna götürmektedir. İlk Vahiy geldiği zaman onun karşı karşıya bulun­duğu psikolojik durum ve sergilediği tavrı da, peygamber olacağını, önceden bil­mediğine işaret etmektedir.

Vahyin ilk geldiği sırada Hz. Peygamberin durumu ile ilgili M. Hamidullah ver­diği bilgiyi aynen nakletmekte yarar görmekteyim:

“Muhammed (s.a.v.)’in buna derhal gösterdiği reaksiyonu kolaylıkla anlıyo­ruz, Muhammed (s.a. v.) gerçekten de durumdan zevcesi Hadice’ye bahsetti: “Tek başıma kaldığım zamanlar beni Ey Muhammedi Ey Muhammedi diye çağıran bir ses işitiyorum. Uyku halinde iken değil, tamamen uyanık bulunuyorken semavî bir ışık görüyorum. Vallahi şu putlar ve kâhinler kadar hiç bir şeyden nefret etme­dim. Acaba ben de mi bir kâhin oldum? Sakın bana seslenen kimse şeytan olma­sın?” Halk tarafından kendisinin bir yalancı, bir sihirbaz, cin çarpmış biri yahut bir kâhin olarak vasıflandırmasından endişe etmek pek tabiiydi. Zira, bazı kim­selerde dini düşüncede rastlanan şuurlanmalara rağmen, ülkedeki hiç kimse, her şeyden evvel bizzat Allah Resulü bile İlâhî tebliğ vazifesi İle ilgili bir bilgiye he­nüz sahip bulunmuyordu ve şeytani bir aldatmaca ile Rahmanî bir ilham arasında­ki ince ayrılığı, her ikisi de görünüşte birbirlerine benzediğinden, birini diğerinden ayırabilecek durumda değildi.”

Hz. Muhammed’in bu naklettiği olay karşısında, Hz. Hatice’nin cevabı dikkat ve takdire sayandır. “Sen daima eli açık ve cömert idin, iyilik yapardın; fakir ve muhtaçlara daima yardıma koşardın. Muhakkak ki Allah seni şeytanın aldatma­larına uğratmayacaktır”(26).

Hz. Hatice eşini alarak doğrudan, o çevrede kültürlü bir kişi olarak bilinen am­cası Varaka b. Nevfel’e götürmüş ve o da anlatılanlara bakarak Hz. Muhammed’in gelmesi beklenen peygamber olduğunu kabul etmiştir.

Kutsal Kitaplardan edinilen bilgiler, toplumun içinde bulunduğu durum, insan­ları yeni bir peygamber beklentisi içine sokmuş, şahsî olgunluğu ve davranışları, ahlâkî meziyetleri ve kutsal kitaplardaki haberlere uygunluğu sebebiyle, herkes Hz. Muhammed’in peygamber olabileceği kanaatına ulaşmıştır. Ancak, şahsî zaafıyet ve hırs, dinî taassub, cehalet, kıskançlık vb. etkenlerle insanlar, çok azı hariç, onun rîsaletini hemen kabule yanaşmamışlardır.

***

Ey Peygamber! Biz seni şâhid, müjdeci uyarıcı; Allah’ın izniyle çağıran, nurlandıran bir ışık olarak göndermişizdir. İnananlara, Rablerinden büyük bir lütuf olduğunu müjdele. înkârcılara, ikiyüzlülere itâat etme; eziyetlerine aldırma; Allah’a güven, güvenilecek olarak Allah yeter.

(Kur’ân-ı Kerim, Ahzâb: 45-48)

* Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

1) Tin, 4.

2) Kıyame, 36.

3) Zâriyat, 56.

4) İsra, 15.

5) İbrahim, 4.

6) Muhammed Hamidullah, İslam Peygamberi, Ter. Salih Tuğ, İst. 1980, 1/29-30.

7) M. Asım Köksal, İslâm Tarihi. İst. 1987.111/66-67

8) a.g.e. 111/61-76.

9) Ali İmrân, 96.

10) Bkz, Ankebût, 61, 61; Lokman, 25; Zümer, 38; Zuhruf, 9.

11) Zümer, 3.

12) Saf, 6.

13) Bakara, 146, Ayrıca Bkz. En’am, 20.

14) Bkz. İbn Hişam, Siyretil’n-Nebeviyye, Beyrut, 1987, 1/189.

15) İbn Sa’d, Tabakatü’l-KUbra, Beyrut, Tarihsiz, 1/118; M. Asım Kök sal, Hz. Muhammed ve İslâmiyet, Mek­ke Devri, İst. 1981, 67-69.

16) İbn Hişam, I/]65-168; İbn Sa’d, 1/119-120; Ebu Bekir Ahmed B. Hüseyin el-Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, Beyrut-1985, 11/24-25.

17) Maide, 82-83.

18) İbn Sa’d, I/88-89.

19) İbn Hişam, 1/132; İbn Sa’d, l/112; M. Hamdullah, 1/43. M. A. Köksal, Mekke Devri s. 58.

20) M. Asım Köksal, Mekke Devri s. 67, 73; M. Hamidullah, 1/46

21) İbn Sa’d. 1/145-146

22) İbn Hişam. 1/182.

23) İbn Hişam, 1/166.

24) Bkz. Araf, 157-158.

25) Bkz. Şura, 52,

26) M. Hamidullah, 1/38.