Makale

Siyer ve İslâm Tarihçiliği Üzerine

Siyer ve İslâm
Tarihçiliği Üzerine

Doç. Dr. Sabri HİZMETLİ
A.Ü. İlahiyat Fak. Öğr. Üyesi

1951 yılında Sivas’ın Eskikarahisar Köyü’nde doğdu. Ortaöğre­timini Sivas ve Konya’da tamamladı. 1974 yılında Konya Y.İ. Enstitüsünü bitiren yazar, aynı yıl doktora öğrenimi yapmak için M.E. Bakanlığınca Fransa’ya gönderildi. 1974-1979 yılları arasında, Sorbon Üniversitesinde Yüksek Lisans ve Doktora öğrenimi­ni tamamladı.

1980 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesi İslâm Mez­hepleri Tarih Kürsüsüne asistan olarak atandı. 1982’de Yard. Doçent, 1984’de Doçentlik imtihanını kazanan yazar, hâlen aynı fakültede görev yapmaktadır. Evli ve üç çocuk babasıdır.

“Tarih”, Arapça bir kelime olup lügatte, ‘vaktin bilin­mesi’ anlamını ifade eder. Bu anlamda tarih, eşyanın zamanının kendisinde sona erdiği gayesi ve vaktidir; netice itibarıyla tarihin konusu zaman ve insandır.(1)

“Tarih” kelimesinin aslı konusunda çeşitli görüşler ileri sü­rülmüştür. “İslâm Tarihçiliği Üzerine” adlı eserimizin birinci bölümünde, bu konuda geniş açıklamalarda bulunduk. Burada şunu söyleyebiliriz: “Tarih” kelimesi esas itibarıyla zaman an­lamı taşır; fertlerin ve toplumların durumlarını ve hareketlerini, ‘vakit’içerisinde belirler.

(1) Muhammed b. Abdurrahman es-Sahâvî (831-902/1427-1497); el-İ’lân bi’t-Tevbîh limen Zemme’t-Târih, tahkik ve tahlil, F. Rosenthal, Beyrut-Lübnan, s. 14, 16-17.

Böyle bir anlam taşıması sebebiyledir ki Müslümanlar Hicrî yılı, İslâm Takvimi’ nin başlangıcı yaptılar.

Teknik bir tabir olarak “tarih" kelimesi, Arap dünyasında ilk defa Güney Arabistan Arapça’sında kullanıldı. “Ahbâr İlmi” anla­mında kullanılan bu tabir ıstılahda, insanlığın hâl tercümesi sa­yılan bir ilmin özel adıdır.

Tarih ilmi çok değişik tarzlarda tanımlanmıştır. Geniş anlam­da ‘tarih’, geçmişte meydana gelen olayların ve yapılan işlerin tümü­nü ifade eder. Bu yönden tarih ilmi, insanlığın mazisi, düşün­ce ve yaşayışının genel panoramasıdır. Bir başka tanıma göre ise tarih, insan topluluklarının veya milletlerin geçmişte maddi ve ma­nevi yönden gösterdikleri gelişmelerini, birbirleriyle olan karşılıklı ilişkilerini, uygarlıklarını, dâhili ve harici meselelerini kapsayan bir bilimdir. İnsanlığın yaratılıştan bugüne dek geçirdiği aşamaları, madde ve mana planındaki gelişim ve olgunlaşmasını, bugünkü du­ruma nasıl geldiğini inceleyip bildiren bir bilim olan tarih, yaşanılan zamanı daha iyi değerlendirmek ve geleceğe daha iyi hazırlanmak, bilinçli yaşantı sürmek ve mutlu yarınlara erişmek için Öğrenilmesi kaçınılmaz bir ilimdir. Geçmişin bilinçli bilgisi ışığında bugünün ya­şanması ve yarının hazırlanması ilmi demek olan tarihin, uygarlık ta­rihi, düşünce tarihi, bilim tarihi, dinler ve mezhepler tarihi yönlerin­den insanlığa kazandırdığı büyük yararlar vardır.

Ünlü sosyolog ve tarihçi İbn Haldun (öl. 808/1406), dış ve iç görünümleri itibarıyla ikiye ayırdığı tarihi şöyle tanımlar:

“Tarih ilmi, toplumların ve nesillerin yekdiğerlerine ulaştırdık­ları ilimlerdendir. İnsanlar bu ilmi elde etmek için binit hazırlarlar, yolculuk yaparlar. Hükümdarlar ve seçkin kişiler, bu konu­da birbirleriyle yarışırlar. Öyle ki, tarih ilminin önemini an­lamakta bilginlerle halk aynı düzeyde olurlar. Çünkü tarih, dış gö­rünümü itibarıyla geçmişten, devletlerden ve önceki çağlarda meydana gelen hâdiselerden haber veren bir ilimdir. Tarih, tabiatın ve halkın durumunu, geçirdikleri değişiklikleri, dünyada kurulan dev­letlerin durumlarını, genişleme, yayılma ve yükselişlerini; insanla­rın yeryüzünü imar edişlerini, göç zamanının gelmesiyle birlikte, yı­kılıp yok olmadan önce dünya hayatını imar etmek için neler yaptıklarını bize bildirir.

Tarih, iç görünümü itibarıyla bir bakış ve incelemedir. Kâinatın ve varoluş sebeplerinin ortaya konmasıdır. Kâinatın ilkelerinin ger­çek yönleriyle bilinmesi, olayların keyfiyet ve sebeplerinin ayrıntı­larıyla öğrenilmesidir. Bu bakımdan tarih, hikmette asil bir ilimdir, dolayısıyla hikmet ilimleri türünden biri sayılmaya layıktır.”(1)

İbn Haldun’un açıklamalarına göre tarih, gerek tüm çağları, ku­şakları ve coğrafî bölgeleri, gerekse bir çağa ve bir nesile özgü du­rumları anlatan bir ilim olmaktadır.

Aslında, tarih hakikati öğrenmektir. Geçmişle ilgili gerçekleri öğrenip anlamak, yaşanılan zamanı değerlendirmek ve geleceğe daha iyi hazırlanmak için çok önemli bir faktördür. (2) Maddi ve ma­nevi kalkınma, uygarlaşma ve olgunlaşma büyük ölçüde geçmişi öğ­renip, yanlışlakları bilip düzeltmek ve geleceğe uygun şartlar hazır­lamakla gerçekleşebilir.

İşte, kalkınma ve uygarlaşma sürecinde tarihin oynadığı bu önemli rol, insanlığı bir “Tarih İlmi” kurmaya, milletleri ve devlet­leri “Tarihçilik” yarışına sevketti. Sonuçta, umûmî ve millî tarihler yazıldı. İnsanlık hayatında meydana gelen olaylar ve yeni oluşumlar tarih biliminin devamlı olarak gelişmesine ve çeşitli dallara ayrıl­masına yol açtı. Sosyal tarih, düşünce tarihi, siyaset tarihi, uygarlık tarihi, ekonomi tarihi, sanat tarihi gibi, müstakil tarih bilim dalları türedi. Böylece, hem milletlerin ve devletlerin genel ve özel tarihleri hem de dinlerin ve bilimlerin müstakil tarihleri teşekkül etti.

Ancak, bazı tarih yazarları tarihi yalnızca hükümdarların ve devletlerin teşkilatlarına, siyasî ve askerî alanlardaki münasebetlerine inhisar ettirmek yoluna gittiler.

Böyle bir anlayış onları, olay­ları ve rivayetlerini olduğu gibi anlatma yoluna itti ki, sonuçta nakilci ve taklitçi tarihçiler türedi.(3)

Şüphesiz, hükümdarların, kahramanların ve yetenekli kişilerin, halk üzerinde büyük nüfuzu vardır. Ancak bütün bir toplumu birkaç kişinin emir ve isteğine boyun eğen, her türlü iradeden, fikir ve hür­riyetten mahrum kör bir sürü saymak da doğru değildir. Öyleyse, milletlerin düşünce, uygarlık ve kalkınma tarihini yöneticilerle hal­kın elele, gönül gönüle bağlanarak yekvücut olup gerçekleştirdik­leri bir olay olarak görmek icabeder. Başsız bir vücut veya vücutsuz bir baş hiçbir analma taşımayacağı gibi, hükümdarsız millet, milletsiz hükümdar olmaz.

Günümüzde tarih, insan topluluklarının devamlı ilerlemesini, eskiden olduğu gibi yalnızca hükümdarların, devlet adamlarının, âlimlerin ve düşünürlerin vb. kimselerin kişiliklerinde değil, ortak izleri geçmişin kalıntıları üzerinde hissedilmekte ve görülmekte olan halk kitlesinde de arıyor; böylece yüzyıllar boyunca devam eden bir hatayı düzeltiyor. Bu bakımdan, çağın kitabeleriyle ellerine geçen çeşitli eserleri muhafaza ederek, yaşadıkları dönemin olaylarını dü­rüstlük ve bilgileriyle kaydederek kronolojik sıra ile tarihe geçiren­ler hem insanlığa hem de ‘tarih’e hizmet ederler. Onun içindir ki, tarih yazımcılığında hem genel hem de özel malzemeden yararlan­malı; zamanın değişik aşamalarında insanlığın yaşayışını yeniden düzenleyen ve düzgünleştiren tarihi çok yönlü vesikalar yardımıyla yazmalı, verilen bilgiler sağlam kaynaklı ve tutarlı olmalıdır. Böy- lece, insanlığın geçmişteki olaylarının bilimi olan ‘tarih’ten, yaşamnan zaman ve gelecek için birtakım kurallar veya ilkeler çıkarılabilir.

Günümüz tarihçiliği, sadece milletler arasında yapılan savaşların, antlaşmaların ve öteki ilişkilerin tarihlerini ez­berlemeyi veya bunları kronolojik olarak bilmeyi tarih saymamak­tadır. Zira çağdaş anlayışa göre tarih, geçmişin çok iyi öğrenilerek mevcut duruma nasıl gelindiğinin ve bu yönde ne kadar mesafe alındığının bilinçli olarak bilinmesidir. Zaten tarihin gayesi de in­sanlığın mutlu, müreffeh, uygar ve erdemli olmasını, en önde, en başta yürümesini sağlamaktır. Bu yönüyle tarih, yüksek ülkülerin gerçekleşmesi için milletlerin içine atıldığı bir yarışma sahnesi, yü­ce ve kararlaştırılmış bir eylemdir. Tarih hakkındaki bilinçli bilgi ise insanlara, kavimlere ve milletlere benliğini öğretir ve mevcut varlık­larının kaynağını kavratır, tarihteki ve kâinattaki durumunu an­latır. İşte ‘millî tarih’ buradan başlar ve gelişir; elde edilen tarih bilinci, millî irade ve egemenlik olgularının kaynağını oluşturur.

İnsanlar tarih bilincine sahip olunca ya da tarihî olaylar yeni­den yaşanılınca tarih yaşanılmış olur; tarih de geçmişte yaşanılan olayların bir toplumun varlığında bıraktığı izler özelliğini kazanır. Tarihî vesikalara dayanarak inceleme ve araştırma yapıp geçmişi ye­niden gündeme getiren tarihçi, insanlığa tarihini yeniden yaşatır. Bu durumda tarih, geçmişteki tarihî vesikaların konuşması ve değer­lendirilmesidir.(4)

Şüphesiz, tarihî olaylar tedrici olarak meydana gelirler. Kâinat­ta hiçbir münferit olay yoktur; her olay birçok sebep ve âmillerin birlikte oluşturduğu bir olgudur ve geleceğe ait birçok olaya sebep teşkil eder. Öyleyse, hâdiseler ‘Sünnetullah’ gereği, sebep-sonuç yö­nünden birbiriyle bağlantılıdır. Toplumlar ve onların yaşantılarıyla ilgili itici etkenler devamlı olarak gelişip olgunlaşır; onlardan kaynaklanan olaylar da tabii bir dönüşüm içinde seyrederler. İn­sanlık olaylarının sebeplerinin ve illetlerinin incelemesi ise, ‘tarih felsefesi’nin konusudur.

Kabul etmek gerekir ki, tarih ilmi ile ilgili bilgiler henüz olgun­luk dönemine ulaşamadı. Nakilcilik veya rivayetçilik temeline dayalı tarihçilik aşamasından, son yüzyılda yapılan tarihî araştırmalar sa­yesinde, kurtulunup ‘eleştiricilik ve karşılaştırmacılık’ temellerine dayalı tarihçiliğe geçilmişse de tarih felsefesi yönünden hâlâ ço­cukluk döneminin yaşandığı bir gerçektir.(5)

Tarihî olayları ortaya koyan araçlar veya belgeler doğrudan bi­zim görsel ve işitsel duyularımız değil, başkalarının doğrudan veya dolaylı yollarla bilgimize sundukları sözler ve yazılı belgelerdir. Bil­gimize sunulan olayların nakledildikleri tarzda geçmişte cereyan edip etmediklerini anlamak için onları iade edemediğimiz gibi, duyuları­mıza sunmak üzere benzerlerini iade etmeye de gücümüz yetmez. Ta­rih olayları birer kere olmuşlar ve geçip gitmişlerdir. Başkalarının görgü, bilgi ve duygularından yararlanarak mevcut olduklarını tesbit ederiz.

Her ne kadar tarih ilmi, belirttiğimiz sebepler yüzünden man­tıkçılara göre, müşahade ilimleri mertebesinde değilse de tarihî olay­ların varlıklarını kabul etmek durumundayız. Birşeyi bilmememiz ve duymamamız, o şeyin yokluğu anlamına gelmez; zira bilemediğimiz veya kavrayamadığımız o kadar şey var ki, varlıklarını inkâr etmek mümkün değildir. Doğrudan veya dolaylı yollarla bilemediğimiz şey­lerin varlığını inkâr edersek, insanın bilgisi diye bir olay kalmaz.

Öyleyse, yalan ve hatadan uzak, bilgi ve bilinç temeline dayalı anlatımların, görsel ve işitsel bilgilerin büyük bir değeri vardır. Bu noktada önemli olan, bize ulaşan haberlerin -rivayet ve senet yön­lerinden- doğru olup olmadıklarının tesbit edilmesidir. Bu olay da ‘tarih yöntembilim’ kuralları sayesinde mümkün olacaktır.

Mevcut bilgiler-rivayetler, haberler ve onlara dayalı olay nakilleri, ‘tarih me­todu’nun genel kuralları çerçevesinde eleştiriye tabi tutulur. Her yönden irdelenir, sebep ve illetleri ortaya çıkarılır. İşte gerçek ta­rihçilik ve ‘tarih’ budur. En eski tarih kaynakları, böyle bir özel­likten yoksun oldukları içindir ki, çoğunlukla doğru-yanlış demeden, her türlü rivayeti ve malumatı ihtiva ederler.

Eleştiri tarihi’nin tesbitine göre, tarih ilminin üç türlü kaynağı vardır: 1- “Merviyyât” (traditions), 2- “Âbidât” (monuments), 3- “Mektûbât” (écrits). Eleştiri, bu kaynakların varlıklarını tesbit ettiği gibi, sıhhat durumlarını da ortaya koyar. Rivayeti sened ve metin itibarıyla irdeler, gerçekte olup olmadığını aklın ve ilmin ilke­leri ışığında ortaya koyar. Akla ters düşen rivayeti attığı gibi, râvilerin akıl, mantık ve hafıza durumlarının değerlendirilmesini ya­par, vardan sonuca göre rivayetlerini kabul veya reddeder.(6) Böylece, eleştiricilik tarihi, rivayet olunan ve naklolunan şeyleri sıkı bir incelemeye tabi tutar; güvenilir, bilimsel ve belgesel bilgiler elde eder. Ancak elimizdeki tarih kitaplarının kaçının eleştiricilik tarihi kurallarına veya standartlarına uygun olarak meydana getirildiği tartışma konusudur.

Gerçekte, tarihçilikte en önemli husus, tarafsız araştırma ve bilimsel incelemedir; tarihçinin tarih olaylarını tüm gerçekliği ile yansıtması, tıpkı bir fotoğraf makinası gibi görüntülemesidir. Hangi inanç ve düşüncede olursa olsun, olayları, oluş tarzlarını ve kah­ramanlarını tam bir bilimsel tarafsızlık anlayışı ile en iyi bir şekilde tesbit etmesidir. Ne var ki, bu temel ilkeye bağlı kalarak tarih ya­zanlar oldukça azdır. Tarihle uğraşanların çoğunluğu tarih yazıcılı­ğında ya inanç ve ideolojilerinin ya da sömürgeci ve emperyalist dü­şüncelerinin etkisinde kalmışlardır. Bazıları da kişisel duygu ve dü­şüncelerini, politik ve ekonomik eğilimlerini tarihe sokmuşlardır.

Öte yandan tarih, derinlemesine, genişlemesine ve zaman aşım sürecine (çağlar) göre bölümlere ayrıldığı gibi, konularına göre de çeşitli dallara ayrılır. Derinlemesine (kronolojik) bölümlemede, ta­rihte, insan topluluklarının politik, ekonomik, sosyal, dinî ve fikrî tarihi; genişlemesine bölümlemede de ülkelerin, bölgelerin ve şe­hirlerin tarihi incelenir.

İSLÂM’IN TARİHİNİN YAZILIŞI

İslâm’ın tarihinin yazılışı, Kur’ân’ın nazil olması ve hadislerin tedvininin yanısıra, çeşitli İslâm ilimlerinin yazılışı ile birlikte başlar. Gerçekten Müslümanlar, tarih ilminin ilk kurucuları olmamakla bir­likte, fikrî yönden tarihçiliğin önderlerindendirler. İslâm Tarihi, Me­deniyet Tarihi, Mezhepler Tarihi, Tefsir Tarihi, Düşünce Tarihi ve Sanat Tarihi gibi tarih bilimleri yoluyla tarihçiliğin gelişmesinde ve olgunlaşmasında önemli rol oynadılar.

İslâm Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.), milâdî 570 veya 571 yılında, o zamanlar “Ümmu’l-Kurâ”(7)(köylerin beşiği) diye adlan­dırılan Mekke’de doğdu.(8) Mekke’nin elbette “köylerin anası” olma­sını gerektiren bir takım Özellikleri vardı ki, böyle isimlendirildi. Al­lah’ın yeryüzündeki ‘melekût’unun başkenti, inananların bölük bö­lük ziyarete geldikleri, haccettikleri Allah’ın Beyti’nin, Müslümanların kıblegâhının bulunduğu yer olması sebebiyle böyle adlandırıl­mıştır. Ünlü araştırıcı ve seçkin bilgin Muhammed Hamidullah, Mek­ke’nin saydığımız meziyetler yüzünden “Ümmu’l-Kurâ” adına layık olduğunu ifade ettikten sonra, Mekkelilerin tarih ilmini bildik­lerini, İslâm’dan önce Mekke’de tarihî meselelerle ilgili özel bir ba­kanlığın bulunduğunu, ayrıca Hâriciye Bakanlığı ile ortak çalışan bir Tarih Kurumunun mevcut olduğunu kaydeder.(9) O zaman Mek­ke’de, tarih ilmi alanında en yetişkin kişilerden birisi Hattab oğlu Ömer’di. Mekke Site Devletinin Dışişleri Bakanı veya umûmî sefiri durumunda olan Ömer, vazifesi icabı, devletler tarihini ve hukukunu iyi bilmek durumundaydı.

Ayrıca, Hz. Peygamber’in Müslümanlara Fars kisralarından ve öteki topluluklardan haber verdiğini, en-Nadr b. el-Hâris’in tarihi çok iyi bildiğini ve muhtemelen İran Tarihi hak­kında bir kitap yazdığını en eski Siyer ve İslâm Tarihi kaynakları bildirmektedir.(10) Aynı şekilde cahiliye devri şiirlerinde, savaş ve barışla ilgili durumları bakımından, Arap kabileleri ve öteki kavim­ler hakkında birçok tarihî malumat mevcuttur.

Böyle bir durumdaki Mekke’de, Miladî 610 yılında, okumayı em­reden ve kalemi öven ilk vahiy olan ‘İslâm Çağrısı’, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliği ile başladı. Her yönden ‘câhillik’e kar­şı olan ‘İslâm Çağrı’sı, yeryüzünde tanık olunan en büyük İNKILAB’tır. İslâm İnkılabı’nın kaynağı olan Kur’ân, yalnızca İslâm akâid ve ibâdet esaslarını vazetmekle kalmadı, genel olarak beşer tarihinden deliller getirdi. Bu istidlalde yaratılış, dinler, hükümdarlar, nebiler ve önceki kavimlerin kıssaları, birbirleriyle olan ilişkileri yer aldı. Temelde İslâm’ın öğretisinden söz ederken, önceki milletlerin ve hükümdarların inanç, ahlâk, sosyal ve ekonomik durumları hakkında da malumat verdi.(11) Daha sonra araştırmasını kâinatın ahvali ile doğrudan ilgili olarak çeşitli insan topluluklarının kendi ülkelerin­deki durumları üzerinde yoğunlaştırdı. Kur’ân, tarihte insanoğlu­nun yaşamış olduğu olayları sunarken; insana dünya hayatını yaşama tarzını öğretir, iyi ve kötüden birini seçmekle başbaşa bırakır.

Kur’ân’ın insanlığa sunduğu ilâhî çağrının sûre ve âyetlerindeki temel gerçeklerden birisi de ‘tarih olayı’dır. Bu olaylar Kur’ân’da gayet değişik şekiller alır ve büyük bir tedrîcilik içerisinde seyreder ve in­san toplumlarının gelişme seyriyle paralellik gösterir. Bütün bun­larda insanın değişkenliği ve aldığı çeşitli tavırlar göz önünde bu­lundurulur. Bu yönleriyle tarihî olaylar, Kur’ân’ın önemli bir bölü­münü oluşturur. Öyle ki, Kur’ân’ın hemen her sûresinde mutlaka bir tarihî olay anlatılır. “Tarihî olaylar ise, çeşitli düşünce akımları ve rejimleri için birer tecrübe tarlası ve güçlerini ispatladıkları, zaaf­larını gösterdikleri birer meydandır.”(12)

Kur’ân, insanlık tarihi ile ilişki kurmak konusunda eksiksiz bir yönetimin esaslarını sunar; insanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri sebep-illet ve sonuç yönlerinden değerlendirir. Böylece tarih felsefe­sine başlangıç teşkil edebilecek bilgiler bırakır; İslâm tarihi yöntembilimi ve felsefesinin ilkelerini ortaya koyar. Ancak tam anlamıyla açık bir tarih felsefesi sunmaz, tarih kavramını açıklar, tarihçiliğin kurallarını anlatır. Mesela, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in savaşlarını de­taylı biçimde anlatmazken, O’nun mücadele tarzı ve kararlılığı konu­larında geniş bilgiler verir.

Aynı şekilde Kur’ân, eski Arap tarihi ve peygamberlerin sîretleri konularında ilgi çekici yo­rumlar yapar, çok orijinal bilgiler sunar. Meselâ, Hz. İbrahim’in özel­likle Yahudi ve Hıristiyan olmadığı, aksine soylu ve İslâm’a iman eden birisi ol­duğu, İslâm ümmetinin de atası durumunda bulunduğu hususları üzerinde durur.(13)

Kur’ân’ın bu tarih anlayışı, esas itibarıyla insan tabiatının de­rinlemesine anlaşılması üzerine kurulmuştur.(14) Bu bakımdan Kur’ân’da sunulan tarih görüşü, hayatın gerçekleriyle uyum hâlindedir. Yani Kur’ân’ın tarih anlayışı, insanın tarihteki bireysel ve toplum­sal niteliğinin belirtileri üzerine kuruludur.

Aynı şekilde Kur’ân, insanlığın eski dönemlerine ait pekçok olayı anlatır ve geniş bilgi verir. Peygamberler ve verdikleri müca­deleleri, çeşitli insan toplulukları ve sosyo-politik, ekonomik ve ah­lakî durumları, inanç esasları, çeşitli kavimlerin başarıları ve yenil­gileri; zalim ve adil yöneticiler, iyiler ve kötüler ile icraatları ve ya­şayışlarındaki dürüstlük ve sahtekârlık, nankörlük örnekleriyle ayrı ayrı insanların bilgisine sunulur. Böylece Kur’ân, bir yandan insana tarihi öğretir, bir yandan da olaylardan ibret alınmasını sağlar. Âd ve

Semûd topluluklarının, Lût ve Salih peygamberlerin kavimlerinin başlarından geçenler, asi toplumların helakına sebep olan olaylar; bu­na karşılık Allah’a inanan ve O’nun buyruklarına uyanların, adaleti ayakta tutanların nail olacaktarı ilâhî lütuflar geniş bir biçimde an­latılır. Kur’ân’da zikredilen tarihî olayları, sebep ve sonuçlarıyla bir­likte anlamak ve kavramak, onlara hükmeden “İlâhî Sünneti” keş­fetmek, insandan istenilen en önemli husus olmaktadır.

İşte bu sebeplerledir ki, Kur’ân-ı Kerim, İslâm’ın ve onun ta­rihinin temel kaynağıdır. Üzerinde geniş olarak durmak, onun muh­tevasını iyi bilmek, hem insanlık tarihini hem de İslâm tarihini ko­laylıkla anlamamızı sağlayacaktır.

İslâm’ın ilk temsilcilerinin tarih ilminin gelişmesini teşvik edi­ci çalışmaları, bu ilmin Müslümanlar arasında en iyi şekilde gelişme­sini sağladı. İlk Müslümanlar, hayatın her yönüyle ilgili konularda çağın tarih malzemesini topladılar; o devrin devlet adamları ve öte­ki tanınmış isimleri hakkında yeterli bilgi buldular.

İslâm’dan önceki kazaî meselelerdeki şahitlik anlayışını genişletip geliştirdiler ve tarihî konulara uyguladılar. Rivayetlerin ve onlara dayanan olayların mutlaka görgü şahitlerine isnad etmesini istediler. Böylece bir olay ve dayanağı olan rivayet, görgü şahidinden başlamak üzere kuşak­tan kuşağa ulaştı. Tarih ilmine, Doğu’da ve Batı’da olduğundan da­ha çok önem verdiler. Neticede tarih ilmi, ilk Müslümanların katkı­larıyla güvenilir gerçeklerin kaynağı olduğu gibi, bu yeni tarih me­todu da Müslümanların tarihî olayları inceleme ve anlatma metodu oldu. Nitekim tarih de Müslümanların elinde, ‘bilimsel tarih ilmi’ oldu.

Böylece Müslümanlar, Hz. Peygamber devrinden itibaren tarihe önem verdiler. Tarih ilmi zamanla gelişti ve olgunlaştı.(15) Çünkü Hz. Peygamberin hayatını bilmek ve O’nunla ilgili herşeyi öğren­mek, sözlü ve yazılı olarak toplamak, ashabın en çok önem verdikleri hususlardan biri oldu. Hz. Peygamberin sözlerini, fiillerini ve hak­kında bildiklerini ashab ayrı ayrı sahifelerde tedvin etti, bilip topla­dıklarını tilmizlerine öğrettiler. Tabiinden olan tilmizleri birden fazla kişiden (sahabiden) ilim öğrendi. Neticede İslâm ilimlerinin ted­vin, tasnif ve tertibi olayı başladı. Müslümanlar çok sağlam temel­ler üzerinde dinlerinin esaslarını tesbit ettiler, bozulmadan ve değiş­meden günümüze kadar gelmesini sağladılar. Aralarında çıkan an­laşmazlıkları veya fikir ayrılıklarını, Kitab ve Sünnet ışığında hâl­lettiler. Dinî vesikalar en sağlam tarihî vesikalar olduğundan, gerek din gerekse İslâm’ın ilk yıllarında meydana gelen olaylar, İslâm’ın ve Müslüman toplumun ilk günleri, bu dinî-tarihî vesikalar üzerinde tarafsız özelliği ile ortaya konuldu.

Şüphesiz bu faaliyet, Hz. Peygamberin hadislerinin toplanması işi idi; hadislerin toplanması ise tarihin kaynak malzemesinin top­lanması demektir. Zira hadisler, Hz. Peygamberin hayatından bir hi­kâye gibi söz etmez, bu devirde meydana gelen olayları uzun veya kısa anlatımlarla dile getirir. Tarih kitapları ise, hem maddelerin toplanmasına hem de rivayetlerin hulâsasına muhtaçtır. Zaten Hz. Peygamberin hadisi, O’nun yaşadığı devir için ‘Islâm Tarihi’dir. Ni­tekim Buhârî ünlü hadis kitabını, “el-Câmiu’s-Sahîhu’l-Musnedu’l- Muhtesar min umârı Rasûlillah ve eyyâmihî” diye isimlendirmiştir. O’nun işleri arasında, hem sözleri ve fiilleri hem de O’nun yaşadığı asırda meydana gelen olaylar olduğu gibi; Müslümanların, Arapların durumları, Habeşistan, Fars, Rum ve benzeri ülkelerin durumları; bu ülkelerin birbirleriyle savaş ve barış zamanlarındaki ilişkileri; Müslümanlarla olan münasebetleri ve seyahatleri vs. de ihtiva eder.

Şüphesiz Hz. Muhammed’in hayatı ve İslâm’ı uygulayışı hakkında doğrudan bilgi kaynağı olan hadisler, özellikle Siyer ve Megazi’nin genellikle de İslâm Tarihi’nin kaynaklarından birini oluşturur. Ha­disler hem pekçok tarihî olayı içerir hem de İslâm Tarihi haberleri­nin kaynaklarından birini meydana getirir. Siyer, Megazi, Terâcim ve Tabakât kitaplarının yazımında araştırıcılar öncelikle onlara mü­racaat eder. Gerek İslâm Tarihi verilerinin sağlam temellere dayan­ması gereken rivayet ve sened itibarıyla tarih tenkitçiliğinin ge­lişmesi yönünden hadisler, İslâm Tarihi’nde fevkalade önemlidir ve onun kaynaklarındandır.

Raşid halifeler hadis hıfzına, yani İslâm Tarihi kaynaklarının ezberlenmesine büyük önem verdiler, dünya tarihiyle alakalarını kesmediler. Daha sonra Emevî Halifesi Muaviye, dünya tarihine ya­kın ilgi duydu, tarihleri Arapça’ya aktaran özel bir idari kuruluş tesis etti.(16) Muaviye, Yemen’den devrinin büyük tarihçilerinden biri olan Übeyd b. Şürya el-Cürhümî’yi yanına çağırdı; ondan eski Arap tarihi ve Arapların, Arap olmayanlarla yaptığı savaşları ihtiva eden bilgileri toplamasını istedi.(17)

Öte yandan sahabiler, Hz. Peygamberden duydukları ve bildik­leri hadisleri kapsayan kitaplar tedvin ettiler. Mustafa el-Uzmâ, açıkça hadis tedvininde bulundukları bilinen sahabilerin sayısının en az 50 olduğunu bildirirken, Belazûrî’ye ulaşan bir habere göre sa­habiler içerisinde okur-yazar olanların yalnızca 17 kişi olduğu da ileri sürülür. Ancak, Hz. Peygamberin sağlığında hadis tedvin eden Amr b. Hazm el-Ensarî, Enes b. Mâlik, Abdullah b. Amr b. As gibi sahabiler, hadisleri bölümlere ayırmadılar. Hz. Peygamber’in konuş­tuğu zamana ve yıllara göre tasnif etmediler. Hammâm’ın rivayet ettiği Ebû Hureyre sahifesi, Enes b. Mâlik sahifesi böyledir. Sa’d b. Ubâde, Cabir b. Abdillah da birer hadis sahifesine sahiptiler.(19)

Hz. Peygamber (s.a.s.) devri tarihinden bahseden bu sahifelerin ve çeşitli devlet başkanlarına gönderilen dine çağrı mektupları­nın mevcudiyeti, bize hadislerin II. yüzyılda değil, daha Hz. Peygamber’in hayatında yazıldığını açıkça gösterir. Bu durumda Müslümanlar Hicrî I. yüzyılın ilk yarısında, sahih ve hasen hadislerle tarihî ve­sikalara dayanan tarih yazıcılığını başlattılar.(20)

Yalnızca sahih hadisleri toplayarak -kendi cerh ve tadil an­layışına göre- kitap yazan ilk hadis âlimi Muhammed b. İsmail el-Buhârî (194-250) oldu. İshak b. Rahûye’nin arzusu istikametin­de, on yıldan fazla bir sürede Buhârî, “Camiu’s-Sahih”i toplamaya başladı. O, aynı rivâyetçilik anlayışı ile Tarihu Kebir, Tarihu Evsat ve Tarihu Suğrâ, adlarındaki tarih kitaplarını yazdı. Buhârî’den ön­ce hadisleri toplayan çok sayıda hafız varsa da özellikle sahih hadisleri ihtiva eden kitap yazanları yoktur.(21)

İslâm’da tarihçiliğin teşekkülünde, Siyer(22), Meğazi, Tabakât ve Terâcim türünden İslâm tarihi kaynaklarının telifinde, hadis ted­vininin payı çok büyüktür. Aynı şekilde ravilerin ve haberlere esas teşkil eden rivayetlerin tesbitinde, “Kütübü Sitte" ve öteki önemli hadis kitaplarının katkısı büyük oldu. Hadis bilginlerinin, rivayet­leri metin ve senet yönünden tesbit etmeye, ravilerin durumlarını açıklamaya (cerh ve ta’dîl) önem vermeleri, ilk İslâm tarihi verile­rinin, dolayısıyla Siyer ve Meğazi kitaplarının sağlam ve güvenilir temellere dayanmasını sağladı.(23)

Hadis bilginlerine göre, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e izafe ve isnad olunan herşey hadistir. Bu bakımdan onlar, Peygamberden duyulan ve rivayet edilen şeylerin hepsini kayıt ve zaptetmişlerdir. Öyleyse Siyer ilminin kurucuları esas itibarıyla hadis âlimle­ridir.(24) Zaten ilk siyer yazarlarının tamamına yakını muhaddistir; Urve, Ebban b. Osman, Zuhrî vb. gibi. İlk Siyerciler sayabileceği­miz bu hadis bilginleri, imkânları ölçüsünde Hz. Peygamberin ha­yatına (sîret) mütaallik tüm bilgileri ve belgeleri toplayıp zaptetmişlerdir. Ünlü bilgin Es-Sahâvî, “Tarih, hadis ilimlerinden bir ilim­dir.” derken, İslâm Tarihi ile hadis rivayetçiliği arasındaki güçlü bağa işaret etmektedir.

İslâm tarihini, İslâm’ın tebliğ, uygulama ve yayılış dönemi ol­ması bakımından, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in yaşadığı devre inhisar ettirdiğimizde, ilk tarihî kaynaklar O’nun yakın arkadaşları, ilk Müslümanlar, ilk mücahitler ve ilk davetçiler olan ashabın yaşadıkları devri ve olaylarını -Râşid Halifeler devri de dâhil olmak üzere- kaydettikleri ve İslâm tarihçiliğinin kaynakları olan asıl ri­vayetleri topladılar.

Bu bakımdan “Tabakât” ve “Terâcim” kitapları, İslâm Tarihçiliğinde birer kaynaktır. İbn Sa’d’ın Tabakât’ı, Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr (368-463 H.)’in “El-İstiâb”ı, İzzuddin b. el-Esîr (555-630)’in “Usdu’l-Gâbe’si, İbn Hacer el-Askalanî (773-852)’nin “El-İsâbe”si; İslâm tarihçilerinin en çok müracaat et­tikleri ve kullandıkları malzeme oldu.

İşte, İslâm’ın, Kur’ân’ın açıklaması ve uygulaması konumunda olan “Sünnet”, bu şekilde tesbit ve zaptedildi. Hadis bilginlerinin gü­venilir rivayetleriyle tesbit edilen Sünnet, Kur’ân’ı da tevatür yo­luyla bilmemizi sağladı yani rivayetçilik, Kitabullah’ın da temelle­rinden biri oldu. Hadis kitapları, İslâm tarihinin kaynakları ara­sında, Kur’ân’dan sonra ikinci sırada yer aldı.

Kısacası, “sözlü İslâm tarihçiliği” de İslâm’ın doğuşu ile başlamış olup, Hicrî I. yüzyıldan itibaren teşekkül etmiştir. Buna gö­re, İslâm’da tarihçilik iki çeşit ve iki aşamalı olmuştur: 1- Sözlü tarihçilik; ilâhî vahyin Miladî 610 yılında Allah Rasûlü’nün kalbine ve lisanına inmesinden hemen sonra başlamıştır denilebilir. Zira Hz. Muhammed (s.a.s.), kendisine gelen vahyi veya Kur’ân âyetlerini, okur-yazar durumdaki sahabilerine yazdırmış ve ezberletmiştir.

Hz. Peygamberin lisanından işittikleri Kelamullah’ı aynen ezberle­yip zabteden sahabiler, bunun sonraki nesillere geçmesini sağlayan ilk raviler oldular. Neticede tarihçiliğin temel kaynaklarından biri olan “sözlü belge” teşekkül etti ve ashab kendilerine nakledilen­leri çeşitli yollarla sonraki nesillere ulaştırdılar. Bu sebeple İslâm’­da tarihin kurucuları olarak önce sahabiler, sonra da tâbiiler zikre­dilmelidir. Zira tâbiun da hem sözlü hem de yazılı tarihçiliğin te­şekkülünde önemli katkıları olan, İslâm’ın sonraki kuşaklara ulaş­masında önemli rol oynayan bir kuşaktır. Kays b. Ebî Hazm el- Becelî(97), Kays b. Übâd el-Kaysî(80), Alkame b. Kays en-Nehaî (62), Said b. el-Müseyyeb(94), Ebû Seleme Abdurrahman b. Avf ez-Zührî(94), Eş-Şa’bî (103), Kadı Şüreyh b. el-Haris(80) vb. bun­ların en seçkinleridir. 2- Yazılı tarihçilik; tarihin ilk yazılı malze­mesi ve vesikaları olan vahyin yazılması ve hadislerin tedvin-tasnif edilmesi, hadis ilminin teşekkülü ve kitaplarının yazılmasıyla birlik­te başlamıştır. Siyer, meğazi, tabakât ve terâcim kitapları, yazılı tarihçiliğin ilk örnekleridir.

Tarihî kaynaklar, hangi türden olursa olsun, sözlü veya yazılı birtakım madde ve malzemeden yararlanır, işte tarihe ait bilgileri veren bu madde ve malzemeye ‘tarihin menbaı’ veya ‘kaynağı’ de­nir. Tarihle yani insanların ve toplumların çeşitli yaşayış şekilleri ve davranış biçimlerinin akışıyla ilgili bilgilerimiz, yaşadığımız za­manla sınırlı kalan müşahedelerimize dayanan az bir bölümü dışın­da, genellikle başkalarının bildirliklerine (rivayet-haber-müşahede) dayanır. Dolayısıyla geçmişimizi ve geçmişteki olayları çoğunlukla başkalarının yazılı veya yazısız olarak bildirdiklerinden öğreniriz. Başka bir deyişle başlangıçtan bu yana yazılı olarak nakledilen haberler, kitabeler, şecereler ve vakanüvislerin eserleri, takvimler ve hâl tercümeleri, seyahatnameler, tarihin yazılı kaynağını; kendi­sinin veya başkalarının başından geçenleri, manzum veya mansur hikâyeler tarzında nakledenlerin rivayetleri, ünlü kişilerin ağızdan ağıza aktarılan kıssaları, destanları, hikâyecik ve fıkraları da sözlü (şifâhî) tarih kaynaklarını oluşturur.

Tarih araştırmacılığının en önemli yönlerinden birisi, işte bu yazılı ve sözlü tarihî kaynakları en iyi şekilde kullanıp değerlendirmektir. İlk önce kaynak seçimi, sonra yorumlama ve değerlen­dirme, daha sonra da elde edilen bilgileri düzenli ve sistemli bir tarzda tahlil edip sunmak, sağlıklı bir tarih araştırmasının temel ilkeleridir.

­

Ayrıca, seçilen kaynakların iç ve dış eleştiriye tabi tutul­ması, yazılı ve sözlü belgelerden elde edilen bilgilerin karşılaştırıl­ması ve doğruluklarının tesbit edilmesi gerekir. Ancak, böyle bir metot takip edildiği takdirde tarihin kaynakları, hurafelerden ve tarih bilimi de hurafecilik ve tahrifattan kurtulabileceği gibi, tarihçilikte objektiflik temel ilkesi de uygulanmış olacaktır.

Tarih çalışmaları, şüphesiz çeşitli gayelere yöneliktir; araş­tırma merakı ve bilme isteği ile tarih çalışması yapıldığı gibi, her milletin ve devletin siyasî, idarî ve askerî tarihini, madde ve mânâ alanında gösterdiği gelişmeleri ya da herhangi bir milletin millî ta­rihini, içtimaî, iktisadî ve kültürel değerlerini gerçek yönleriyle or­taya koymak ve yeni kuşaklara ulaştırıp tanıtmak amacıyla da tarih yazılır. Bununla birlikte, emperyalist veya ideolojik emeller, siya­sî nüfuz ve idarî hâkimiyet gayesiyle ya da sahte tarihçilik yapmak için tarih yazanlar da vardır.

Oysa tarih araştırıcısı, inceleme ve araştırmasını, kendi politik ve millî eğilimlerinin, ideolojik görüşlerinin dışında tutmalı, ta­rihçilik adına tarih yazmalıdır. Bilimsellik, tarafsızlık, araştırıcılık, eleştiricilik, araştırmasının temel ilkeleri olmalıdır. Kuşkusuz, her devir tarih için yeni konular, tarihçi için de yeni meseleler, metot­lar ve yaklaşımlar getirir. Neticede tarihçilik devamlı olarak deği­şir, gelişir ve yenilenir.

İslâm dünyasında tarihçilik; Kur’ân ve Hadis’ten sonra, “Si­yer ve Meğazi” türünden tarih yazımı ile başlar. Hadislerin tedvin edil­mesi, Kur’ân tefsirlerinin yazılması, esbâb-ı nüzûl konusuna ağır­lık verilmesi Müslümanları, Hz. Muhammed’in hayatını daha yakın­dan tanımaya, her yönüyle bilip tesbit etmeye yöneltti. Müslümanların, Ehl-i Kitab ve öteki dinlere mensup kişilerle birlikte yaşamaları, Fars ve Bizans medeniyetlerine mensup milletlerle bir araya gelmeleri, Kur’ân’ın öteki peygamberlerden ve kavimlerinden söz etmesi vb. sebepler de onları, İslâm Peygamberi’nin Sîretini tüm yönleriyle zabturabt etmeye sevk etti. Ayrıca, tefsir, hadis, fıkıh ve benzeri ilimlerin teşekkül etmesi; ashab devrinin, Raşid Halife­lerin icraatlarının tüm yönleriyle bilinmesini gerekli kıldı. Netice­de Müslüman toplumda, “Peygamberler Tarihçiliği” başladı ve “Pey­gamberler Tarihi İlmi” (Kısâs-ı Enbiya) teşekkül etti.(25)

Fetih hareketleri de İslâm’da tarihçiliğin teşekkülünde etkili oldu. Müslüman Araplar, fetihler sayesinde komşu milletler ve devletlerle münasebetler kurdular. Onların yaşayışı hakkında bilgi sahibi oldular; beraber yaşamak durumunda oldukları bu insanla­rın millî ve manevî değerlerini, tarihlerini öğrenmek istediler. Bu gaye ile kitaplarını Arapça’ya tercüme ettiler, özellikle Abbasiler zamanındaki tercüme akımı, tarihçiliğin gelişmesine ve yeni bir gö­rünüm almasına sebep oldu. Ancak bu eserler genellikle Rumlar, Persler, Yahudiler vb. ile tarihleri hakkında bilgi veren kitaplardı. İslâm tarihçiliği, bir yandan Peygamber devrini dinî, siyasî ve ilmî yönleriyle tanımak merak ve isteği, diğer yandan da İslâm öncesi milletlerin ve devletlerin tarihleri ile Yunan düşüncesini ve edebi­yatını tanıyan ve bazı Süryanî yazarların yazdıkları eserleri tanı­ma imkânı bulan Müslüman yazarların, Bizans ve Fars medeniyet­lerini tanıma arzusu ile genişledi. Siyer ve Meğazi kitaplarının ya­nısıra, “Futûh” kitapları, “Peygamberler Tarihi” İslâm Tarihi’ne eklendi, bu ilim genel tarihçiliğe doğru gelişti. Böylece, “rivayetçi tarih yazıcılığı” yani “vakanüvislik” başladı.

Bu şekilde devam eden tarihçiliğe, hadislerin senetlerinin araş­tırılıp tesbit edilmesi zaruretinin ortaya çıkması üzerine, ashabın ve tâbiinin yani senette yer alan ravilerin hâl tercümelerini ve öteki durumlarını konu edinen,‘Tabakât ve Terâcim’ kitapları ilâ­ve edildi. ‘Tabakât ve Terâcim’ kitaplarının en eskileri; Muhammed b. Sa’d (öl. 230)’ın “Tabakâtu’s-Sahabe”si ile İbn Kuteybe’nin “Ta­bakâtu’ş-Şuarâ”sıdır. Ebû Zeyd Belhî’nin “Süveru’l-Ahkâm”ı ile Ebû İshak’ın “Mesâliku’l-Memâlik”i de en eski “mesâlik” kitaplarıdır.(26)

Öte yandan Müslümanların, Peygamberin (s.a.s.) hadislerini toplamak ve doğruluklarını tesbit etmek gayesiyle büyük bir ti­tizlikle hadis rivayetlerini değerlendirme çalışmalarını başlatmala­rı bir yandan “Hadis Usûlü” ilminin meydana gelmesini sağlarken, diğer yandan tenkitçiliğin Müslümanlar arasında yerleşmesine se­bep oldu. Neticede hadisçilikte esas unsurlardan biri olan “tenkit­çilik” (cerh ve ta’dîl) birçok Müslüman tarihçinin, rivayetçilik an­layışında tesirli oldu. Ne var ki Müslümanlar, hadisçilikte göster­dikleri titizliği tarihî rivayetlerin toplanmasında göstermediler.

Dolayısıyla tarih kitaplarında tenkitçilik işlenmedi, tenkid ve terkib ananesine dayanan bir tarih yöntembilimi geliştirilemedi.(*)

Olayların akışından, toplumların, madde ve eşyanın gelişmesin­den, mevcut durumundan ve gelecekte nasıl olması hâlinden, insanlığın madde ve mânâ plânındaki gelişmesinden söz eden tarih, ya­zış veya yazılış tarzına göre şu kısımlara ayrılır:

a) Rivâyetçi veya naklî yazış; bu tür tarih, olayları sebep-illet yönünden incelemeden olduğu gibi alıp, doğrudan doğruya nak­letme esasına dayanır.

b) Öğretici veya şer’î tarih yazısı; inanç, düşünce ve felsefe üzerine yazıştır.

c) Neden-nasılcı veya tekevvünî tarih yazışı; araştırıcı ve in­celeyici metoda göre tarih yazışıdır.

d) Sosyolojik tarih yazışı; tarihi, olayların dayandığı esaslar ve tarih kanunlarıyla birlikte açıklamaktır.

Öte yandan, tarihî eserler, temel kaynaklardan doğrudan ya da dolaylı olarak yararlanılıp yazılışlarına göre, birinci el, ikinci el ve üçüncü el’den yazılmış tarih kitapları diye de tasnif edilir. Nite­kim tarih çalışmaları, belirli bir devlet, millet, ülke veya bölge çer­çevesinde oluşlarına göre, umûmî ve husûsî veya millî tarih, Eski Çağ, Orta Çağ, Yakın Çağ, Yeni Çağ tarihi gibi adlar alır.

İlk üç yüzyılda genellikle iki tip tarih yazıcılığı oldu; birincisi “vakâyînâme”ciliktir ve en çarpıcı örneğini Taberi’ (öl. 310/923)’nin tarihi oluşturur. Ancak bu ‘vakâyînâme’lerin temel faktörü yi­ne Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hayatı, nübüvvetinin özellikleri ve ya­şadığı devirde meydana gelen olaylar oldu. Bu yönden, Sünnetin bilinip kaydedilmesi anlayışının etkisi büyüktür. Ancak, İslâm’da tarihçiliğin başlayıp gelişmesinde itici etken din’dir. Nitekim ‘kut­sal dinler tarihi’ İslâm tarihçiliğinin gelişmesinde ve ikinci türde bir tarih yazıcılığının oluşmasında etkili oldu. Böylece ikinci tür tarih yazıcılığı, din bilginlerinin tarih yazıcılığındaki özel ilgi alanına gir­di. Ne var ki, ‘vakâyînâme’cilik ve ‘biyografik lügatçilik’ tarzındaki bu iki tür tarih yazıcılığı, son zamanlara kadar tarih yazıcılığının standart biçimi olarak devam etti.

(*) Tahlilî ve tenkîdî tarih araştırmacılığı, Batı Dünyasında da yeni bir olay­dır. Şifâhî anane, sened ve rivâyet usulü, tarihçiliğin klâsik ve gelenek­sel biçimidir. (Diyanet Dergisi)

Her iki tür metodla yazılan İs­lâm Tarihi kaynakları çeşitli dillere çevrildi.(27)

Ünlü bilgin İbn Hazm, tâ İslâm’ın başlangıcından günümüze kadar rivayet yoluyla naklolunan eserleri ve haberleri altı dereceye ayırır:

1)Tevâtür yoluyla naklolunan Kitabullah.

2)Bütün bilginlerin çağlar boyunca kuşaktan kuşağa aktar­dığı ibâdetler ve ahkâmı ile ilgili naslar, âyetler ve mucizeler.

3)Sika râvilerin senetleriyle birlikte bildirdikleri şeyler.

4) Sika râviler kanalıyla gelen munkatı’ senetli nakiller.

5)Bilginlerin bilginlere veya sika râvilerin sika râvilere nak­lettikleri ve senetlerinin son halkası Hz. Peygamber’e da­yanan nakillerdir fakat bazı sebeplerle cerhedilebilirler.

Bir başka deyişle İslâmî nakiller; a) Kur’ân, b) Sünnet, c) Tef­sir, d) Siyer ve Meğazi, e) Melâhim ve ahbâr kitaplarıdır. (28)

Tarih ilminin, gayesi şerefi, faydaları çok ve uslûbu gayet önemli bir bilim dalı olduğunu söyleyen, geçmişteki toplulukların yaşayışları, peygamberlerin durumları, hükümdarların devletleri ve siyasetleri ile ilgili hâlleri bize bildirmesi bakımından, inançları ve dünya hâllerini bize vâkıf kılmada iki tür tarih yazıcılığı oldu­ğuna dikkat çeken İbn Haldûn, İslâm Tarihi’nin genelde nakle da­yanan bir ilim olduğunu belirterek şunları söyler:

“Tarih, birçok kaynaklara, çeşitli bilgilere, güzel düşünceye ve kararlılığa muhtaçtır. Çünkü haberler ve rivâyetleri konusunda yalnızca nakle dayanılır da an’anelerin esasları, politik kurallar, umranın tabiatı ve insan topluluğundaki hâller hâkem kılınmaz, bu hususta gaib olan şahid olana, hazır olan geçmişe kıyaslanmazsa, bu konularda hataya düşmekten, yanılarak doğruluktan uzaklaşılmaktan kurtulunulamaz.

Tarihçilerin, tefsircilerin ve nakilcilerin hikâyelerde ve vakalarda hataya düşmelerinin sebebi, çoğunlukla zayıf ve sağlam demeyip sadece nakle dayanmaları, bu hususları asıllarıyla karşılaştırmayıp emsalleriyle mukayese etmeyip, hikme­ti esas almayıp, kâinatın tabiatına bakmayıp, haberlerde basiret ve düşünceyi hakem kılmayıp yalnızca nakli almalarıdır. Bu yüzden haktan saptılar, vahim ve hata sahrasında birbirleriyle yarıştılar. Özellikle anlatımlarda geçen askerlerin ve malların sayılarını sıra­larken bu durumda kaldılar, çünkü bu konularda yanılma ve ya­lan daha kolaydır. Mesudî, Taberî ve bazı tarihçilerin israiliyâtları ile ordular hakkında verdikleri haberler buna örnek gösterilebi­lir.(29)

“Onun için bu ilimle uğraşan siyâsetin kuralları ve varlıkla­rın tabiatlarını bilmek durumundadır. Yaşayış şekilleri, ahlâk, din, gelenek, mezhep ve öteki hâller itibarıyla milletler, ülkeler ve çağlar arasındaki değişiklik hakkında bilgi sahibi olması, geçmişteki du­rumları mevcut duruma bakarak kavraması, geçmiş ve şimdiki du­rum arasındaki uygunluk ve ayrılık koşullarının bilinmesi, millet­lerin ve devletlerin ortaya çıkış sebeplerini, o devleti yönetenlerin durumlarına ve haberlerine vâkıf olması icab eder. Sonunda, yaptı­ğı karşılaştırma ile haber ile olay arasındaki uyumu tesbit eder. Günlerin geçmesi ve çağların değişmesi ile millet ve toplulukların durumlarının da değişeceği hususunun dikkate alınmaması, tarih­teki önemli hataların sebeplerindendir ve dikkatli olunması gere­kir.”(30)

Bununla birlikte, tarih ilmi genellikle önceki insanların ve toplu­lukların önemli sayılan veya maddî ve manevî yöndeki gelişmesi üzerinde etkili olan olaylar ve kurumlardan, Âdem peygamberden tarih yazarının yaşadığı zamana kadarki önemli insanlık tarihi hadiselerinden söz etti. Ancak birçok tarih kitabı hükümdarlar adına yazıldıklarından, tarih bilimi özellikle o hükümdarın kahraman­lığı, savaşları ve siyasî ve askerî alandaki durumu vb. konular üze­rinde durdu.

Devletlerin ve milletlerin sosyo-kültürel yapıları, inanç ve ahlâk durumları, sosyal ve ekonomik düzenleri inceleme konu­su olmadı. Hattâ râviler, rivayetleri ve onlara dayanan vakalar tenkid edilmedi, olduğu gibi alınan haberler üzerine hüküm verildi.

Râviler ve rivâyetleri hakkındaki değerlendirmeler “ricâl râvler ilmi”nin teşekkülünden sonra oldu. Râvileri tenkit gayesiyle ilk eser yazan Yahya b. Said el-Kattan’dır. Ahmed b. Abdi el-İclî (öl. 261), Abdurrahman b. Hatim er-Razî (öl.327), İmam Darekutnî, Kâmil b. Adiy, bu konuda eser yazan öteki şahıslardır.(31)

Belirtmek gerekir ki, çok sayıdaki siyer kitaplarının ve İs­lâm tarihlerinin kaynakları oldukça sınırlıdır. Asırlar boyunca yazılan ve binlerce sayıda birçokluğa sahip olan bu kitapların tamamına yakını gerçekte, İbn İshak, İbn Sa’d, Vakidî ve Taberî gibi üç dört kaynağa dayanır. İslâm âlemindeki bütün siyer ve İslâm tarihi kitapları muhteva ve metod yönlerinden bunlara dayanıla­rak telif edildiler. Oysa adlarını zikrettiğimiz bu en eski İslâm tarihçileri, bazı hadis bilginleri ve “ricâl ilmi” sahipleri tarafından şiddetle eleştirildiler.(32)

Hicrî IV. yüzyıl tarihçilerinden Mes’udî, “Murucu’z-Zeheb” ad­lı ünlü eserinin “mukaddime”sinde, kendisinden önce 80 kadar İs­lâm Tarihi yazan kişi olduğunu söylerken ve Arapların İslâm ta­rihçiliğine verdikleri önemi vurgularken, çağımız müdekkik ve mu­hakkik âlimlerinden Muhammed Hamidullah, İbn İshak’ın 27’ inci Müslüman tarihçi olduğunu, ilk Müslüman tarihçilerden daha önce­leri yaşamış olan 27 tarih yazarı bulunduğunu haber verir. Gü­nümüzde bunlara başka isimler de ilave edilebileceğini söyledikten sonra şu isimleri ilk İslâm tarihçileri listesine ekler: Akîl b. Ebî Tâlib, Ziyad b. Ebî Süfyan, Mahreme b. Nevfel, Dağfel b. Hanzala, Ubeyd b. Şerye el-Cürhümî, Ebû Kitâb, El-Hatif b. Zeyd b. Cuavne, Zeyd b. Keyyâs en-Nemrî, İbnu’l-Kerra el-Yeşkûrî, Yezid b. Bekr b. De’b, İsâ ve Yahya’nın çocukları, Alaka b. Kerim el-Kilâbî, Sakhar b. Ayyaş (Abbas el-Kilâbî), Urve b. Zübeyr, Salih b. İmran es-Sa’dî, Amir eş-Şa’bî, Vehb b. Münebbih, Katade b. Diâme, İbn Şihâb ez-Zührî, Ebû Mihnef Lût, Şebil b. Urve ed-Deb’î, Musa b. Ukbe, Ebû Umeyr Mücahir b. Said el-Hemdanî, Abdullah b. Ab­bas b. Ebî Rebia, Muhammed b. es-Saîb el-Kelbî, Avane b. el-Hakem.(33)

İlk siyer ve İslâm Tarihi çalışmaları hakkında geniş ve gü­venilir bilgiler veren Mevlânâ Şiblî, ilk Sîret çalışmasının Hicretin 100. yılından sonra başladığını söyler.(34) İlk Meğazî ve Sîret ça­lışmaları, Hicretin 120. yılında Ömer b. Abdülaziz devrinde yapıldı. Zührî, Hicrî 121’de “Meğazî” konusunda müstakil bir kitap yazdı. Bu konuda ikinci isim III. Halife Hz. Osman’ın oğlu Eban (100/718)’dır. Hicretin 20. yılında doğan Eban, Emevî Halifesi Abdülmelik za­manında Medine valiliği ve kâdılık yaptı. Eban b. Osman’dan son­ra doğan ve ortaya çıkan Urve b. Zübeyr de Meğazî’de bir hüccetti. Urve’den sonra Şurahbil b. Sa’d’ı zikretmek gerekir. Meğazî ilmi, Zührî’nin talebelerinden Musa b. Ukbe (öl. H.141) ve Muhammed b. İshak (öl. H. 150) Meğazî ilmini geliştirip olgunlaştırdılar. Bu durum bize, Hz. Muhammed’in Sîreti’nin O’nun ölümünden çok kısa süre sonra yazıldığına açık delil teşkil eder.(35) İmam Sa’bî (öl.109 H.), Vehb b. Münebbih (öl. 114 H.), Asım b. Ömer b. Katade el-Ensarî (öl. 121 H.); Meğazî ve Sîret sahasında isim yap­mış ilk imamlardandır.

İlk tarihçiler, insanlığın geçmişine ait önemli olayları ve bun­larla ilgili çeşitli kaynakları eserlerinde derleyip topladılar. An­cak, tenkitsiz ve tertipsiz olarak derlenen bu haberler, sonraki ta­rihçiler için önemli güçlükler ortaya çıkardı. Değişik kaynaklardan gelen ve farklı yönlerde bilgiler veren haberler karşısında, sonraki tarihçiler vehme kapıldılar. Farklı yönlerdeki rivayetleri birbirinden temyiz edemediler veya birleştiremediler. Bazen de onları daha an­laşılmaz ve karışık bir duruma soktular, uydurdukları birtakım ri­vayetleri de onlara ilâve ettiler. Onlardan sonra gelen tarih araş­tırıcıları, bu şekilde telif edilen eserlere tâbi oldular ve onları takip ettiler. Buldukları rivayetleri tenkid etmeden olduğu gibi aldı­lar ve naklettiler. Aynı şekilde bu rivayetlere dayanan olayları ve oluş şekillerini de araştırma yoluna gitmediler, saçma rivâyetleri atmadılar. Taklitçi tarihçilik dönemi başladı. Onlar bu taklitçi ta­rihçilik zihniyetini, sonraki kuşaklara da miras bıraktılar.

Ancak, en eski Müslüman tarihçiler, devletler ve milletler ta­rihine dair birçok eser yazdılar. Önceki çağlarda yaşayan toplulukların ve milletlerin hayatlarıyla ilgili rivâyetleri derleyip top­ladılar.

Bunları geniş ölçüde sonraki kuşaklara ulaştırdılar. Bu ba­kımdan yaptıkları hizmet büyüktür. Fakat kendilerinden öncekile­rin rivayetlerini, sağlıklı biçimde kitaplarına alan ve bunu olduğu gibi nakledenlerin sayısı pek fazla değildir.

İlk İslâm tarihçilerinin çalışmalarını ve gayretlerini, bilgi ve kültür durumlarını takdir eden M. Şemseddin Günaltay, bu konu­da şöyle der: “İslâm tarihçileri çalışmaları ve gayretleri, geniş bilgileri ve zengin kültürleri ile sonraki nesillerin şükranlarına müstahak olmuşlardır. Ancak, bıraktıkları eserler, bugünkü ilmî telakkiye göre, usûlî birer tarih kitabı addolunamazlar. Fakat asrî usûllerle tevfikan tedkikatı tarihiyede bulunacaklar için her biri kıymettar bir hazine-i vesîkadır. Eski tarihlerimizin kıymetleri de esasen bu nokta-i nazardandır ki pek büyüktür.”(36)

Önceki Müslüman tarihçileri eleştiren İbn Haldûn, eserlerin­de çürük haber olanlara Mesudî ve Vâkidî’yi örnek gösterir. Ayrı­ca Taberî, İbn İshak, İbn Kelbî, Muhammed b. Ömer, El-Vâkidî ve Seyf b. Ömer’i de öncekilerin kitaplarındaki rivayetleri, sonradan yazdıkları eserlerine olduğu gibi nakledenlere misal verir.(37)

Evet, bu zikredilen kişiler özellikle İmam Mâlik ve öteki hadisçiler tarafından eleştirildiler. Zaten İbn İshak’ın eseri tam ola­rak bize ulaşmadı. Fakat bu eseri ihtisar eden İbn Hişâm’ın ese­ri günümüze intikal etti. İbn Hişâm bu eserini, Bekkâî’ye isnad ettire­rek zikreder.(38)

İbn Sa’d’ın rivâyetlerinin birçoğu Vâkidî’ye dayanır ve zayıf­tır. Taberî güvenilir tarihçilerden biri olmakla birlikte, eserinin muh­tevası için aynı şey söylenemez. Çünkü o, tıpkı İbn Sa’d gibi ri­vâyetlerinin çoğunu görgü şahitlerinden almaz, onları başkaları başka râvilere isnad ettirirler. Ayrıca Taberî’nin râvileri arasında Seleme b. Ebran ve İbn Seleme gibi birtakım güvenilmeyen rivâyet sahipleri vardır.(39)

Taberî, İbn Sa’d, Vâkidî, İbn Kelbî ve Mes’udî gibi tarihçilerin eserleri geneldir; bir yandan İslâm’ın doğuşuna kadarki çağların tarihini, diğer yandan başlangıcından itibaren İslâm’ın, İslâm dev­letleri ve milletlerinin tarihidir. Mes’udî ve onu takib edenler de bu metod üzere kaldıktan sonra, daha sonra gelenler genel tarihçi­likten ayrıldılar. Sınırlı bir tarih anlayışına çeşitli ülkelerin tarihi­ne veya millî tarihçiliğe yöneldiler. Sınırlı sayıdaki milletlerin ve devletlerin tarihleri veya yaşadıkları devrin olaylarının anlatımı ile yetindiler. Yaşadıkları ülkelerin veya bölgelerin hadislerinin anlatımına ve tarihine ağırlık verdiler. Endülüs tarihçisi Ebû Hayyan b. Halef (öl. 459/1096), Kuzey Afrika tarihçisi İbn Refik (İbrahim b. Kasım), İbn Asâkir ve Makrizî, bu türden eser yazan ünlü tarih­çilerdir.(40)

Daha sonra “taklitçi tarihçiler” türediler; bunlar öncekilere uydular, önceki devletler ve milletlere ait rivâyetleri ve olayları kuru rivâyetler hâlinde naklettiler; sosyal, ekonomik, politik ve öteki illetlerden soyutladılar. Mukallit tarihçiler anlatılagelen haberleri tekrarladılar; anlatılması ve açıklanması kendilerine zor geldiği, taklid sınırını aşan bir konu olduğu için sonraki çağların olaylarını ve o çağlarda yaşayan toplulukların durumlarını nakletmediler.

İbn Haldûn mukallit tarihçilerle ilgili eleştirisine öz olarak şöyle devam eder: “Mukallit tarihçiler eski çağlarda yaşamış bir devleti anlatırken, ister vehim ve yalan olsun, isterse doğru ve ger­çek olsun, o devletle ilgili tüm haberleri derleyip toparladılar. Ancak o devletin kuruluşunu ve yükselişini sağlayan sebepler üzerin­de durmadılar. Bu bakımdan verdikleri bilgiler okuyucuyu doyuru­cu olmadı. Tarihi seven kimse, o devlet hakkında yeterli bilgi elde etme merakı içinde kaldı. Devletlerin kuruluş ve yükseliş sebeplerini öğrenmeye çalıştı.

Daha sonra muhtasar tarih yazıcılığı yapan yeni bir tarihçi­ler topluluğu ortaya çıktı. Kitaplarını çok öz biçimde yazdılar. Hü­kümdarların ve şehirlerin adlarını yalnızca zikretmekle yetindiler. Ancak, bunlar tarihin sağladığı tüm yararları yok etmişler, bi­linen tarih anlayış ve metodunu ortadan kaldırmışlardır.”(41)

Bütün bu söylenenlerden şu sonuca varıyoruz: Sîret ve me- ğazî kitaplarının, hadis eserleri derecesinde bir güvenirliği yoktur. Bu durumun en önemli sebebi, bütün tedkik ve tahkik ihtiyacının hadise hasrolunması, sîret’e ait rivayetlere fazla itina gösterilmemesidir. Mevlânâ Şiblî, ünlü hadis bilgini Zeynüddin’in manzum “Sîreti”nin mukaddimesinde, “öğrenmek isteyen bilmelidir ki, sîret kitapları sahih ve gayrisahih rivâyetleri bünyesinde toplamıştır.” dediğini bize bildirir. (42)

Sîret yazarlarının sebep-müsebbep silsilesini ihmal etkilerini ve bunları aramaya önem vermediklerini söyleyen Mevlânâ Şiblî şunları yazar: “En eski tarih kitaplarında zaferlere, kahramanlık­lara, harplere büyük önem veriliyor. Devrin sosyal durumları ya külliyen ihmal ediliyor yahut koca eserlerin içinde öteye beriye dağıtılıyordu. O derece ki bunların dikkati çekmesine imkân kal­mıyordu. Müslümanlar arasında telif hareketi başladığı zaman ör­nek ittihaz edilecek eserler bunlardı. Bunun neticesi olarak Sîret-i Muhammediye, cenknâmeler ve şeknâmeler gibi “meğâzî” namını almıştı. Musa b. Ukbe ve İbn İshak gibi ilk muharrirlerin eserleri, “meğâzî” adıyla yâd olunmuştur. Bu eserlerde takip olunan hare­ket tarzı, her seneye aid hadiselerin “gazavât” adı altında terti­bidir.(43)

Şüphesiz bu tür bir Sîret ve Meğâzî anlayışı, hükümdarların ve reislerin hâl tercümelerini yazmak için doğru olmadığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.s.)’in hâl tercümesini yazmak için de doğru değildir. Çünkü Hz. Peygamber’in asıl vazifesi İslâm’ı öğretmek ve uygulamak oldu. İnsanlığa barış ve huzuru getirmek için çalıştı; savaşmak ve kan dökmek için gelmedi.

Kısacası, başlangıçta olayları zabt ve tesbit etmekten ibaret olan tarihçilik zamanla bazı değişiklikler geçirdi, özellikle İbn Haldûn’la birlikte yeni bir çağa girdi. Eski tarihçiliğe karşı çıkan ve klâsik tarih yazarlarını eleştiren İbn Haldûn, tarihçilikte yeni bir dönem açtı. Olayları özellikle sosyal, politik, ekonomik ve kültürel yönlerden değerlendiren ünlü sosyolog ve tarihçi, milletlerin tarihî mukadderatları ile sosyo-kültürel yapıları arasında güçlü bağlar bulunduğunu tesbit etti.

İbn Haldûn, Cramer’in Avrupa’da aynen neşrettiği, Macguc- hin’in de Fransızca’ya çevirerek “Les Notices et Les Extraits” adlı dergide yayınladığı, bir bölümü Sultan Ahmed zamanında Pir-i Zâ­de, öteki bölümleri de Ahmed Cevdet ve Subhi Paşa tarafından ol­mak üzere muhtelif dönemlerde Türkçe’ye çevrilen ünlü “Mukaddime”sinde, İslâm Tarihçiliğinin metod ve felsefesini açıklar. Tarih eleştiriciliği ilkelerinin ortaya konması ile başlayan ve bütün tarih­çilik gücünü ihtiva eden İbn Haldûn’un bu eseri, üç bölümden mü­teşekkil olup hemen hemen bütün dillere çevrilmiştir. Tarih bölü­münde zaman zaman müphem kaynaklı bilgilerin de bulunduğu fa­kat İslâm Tarih Metodolojisi ve felsefesi yönlerinden örnek teşkil eden Mukaddime’den biraz ileride söz edeceğiz. Şimdi, onun tarihçilik anlayışını ve tarihçilikle ilgili değerlendirmelerini öz olarak sun­makta yarar görüyoruz.

İbn Haldûn tarihçiliğini şöyle açıklar: “Tarihçilerin kitaplarını incelediğimde, dünü, geçmişi ve bugünü gözden geçirdiğimde, aklın ve zekânın gözünü gaflet ve uyku dalgınlığından uyandırdım. Ben de eser yazmaya heveslendim. Bir müflis olmama rağmen ilim serma­yesine en güzel tarzda talib oldum. Neticede tarihe dair bir kitap yazdım. Bu eserle yetişen ve yaşayan çeşitli kuşakların durumlarını gerçek yönleriyle açıkladım. Rivayet ve inceleme ile ilgili hususları bölümlere ayırdım ve açıkladım. Devletlerin ve ‘umran’ın başlangı­cına ait illetleri ve sebepleri ortaya koydum. Eserime her yönden düzen verdim. Fazlalıklardan ayıkladım, âlimlerin ve münevverlerin anlayışına yaklaştırdım. Eserde yeni ve orijinal bir metod takib ettim ki, bu sayede hem taklitten kurtulacak hem de senden önceki ve sonraki kuşakların, çağların ve olayların durumlarına vâkıf ola­caksın. Eseri, bir mukaddime ve üç kitap olarak tertib ettim...”

“...Eseri yazarken, az, öz ve kısa tutma yolunu benimsedim. Zor anlaşılan ifadeyi değil, kolay kavranılan üslûpla meramı anlat­mayı tercih ettim. Genel olan sebep ve illetler kapısından, husûsî olan haber ve hâdiselere geçtim. Böylece eserim, yaratılıştan bu ya­na geçen zamandaki haber ve olayları bütünüyle kapsadı. Ayrıca elde edilmesi güç olan birtakım hikmetleri de kolaylaştırıp istifa­deye sunmuş oldu. Devletlerle ilgili olayların illetlerini ve sebeplerini ortaya koydu. Böylece eserim, hikmet için bir koruyucu, tarih için bir dağarcık oldu.”(44)

İbn Haldûn, bu şekilde tesbit ettiği hususları önemli ölçüde ese­rinde gerçekleştirdi. “Devletleri ve milletleri, kuruluş ve gelişmelerine sebep olan illetler, sosyo-politik olaylar, bilimsel ve kültürel yapı­lar yönlerinden sebep-müsebbep anlayışı ile inceleyip değerlendirdi. Tarihi, ezbercilik ve nakilcilik tarihi olmaktan kurtardı. ‘Esassız ve karışık bir hâle geldiğini, halk tarafından anlatılan bir masal görü­nümü kazandığını’ söylediği tarihi; düzenli, tertipli ve metodlu bir bi­lime dönüştürdü.”(45)

İslâm Tarihçiliği, bir yandan İbn Haldûn’un koyduğu ‘tarihçilik ilkeleri’, diğer yandan İslâm bilimleri araştırıcılarının öğrendikleri ve uyguladıkları yeni metodlar, yaptıkları inceleme ve araştırmalar sayesinde önemli gelişmeler gösterdi. Vico ve Montesquieu ile baş­layan ‘bilimsel tarihçilik’ de İslâm Tarihçiliğinin gelişmesinde önemli katkıda bulundu. Kuşkusuz, oryantalistlerin çalışmalarının katkı ve etkisini de unutmamak icab eder. Artık, İslâm Tarihçiliği de bilimsel bir havaya girdi. İslâm Tarihi araştırıcıları tarihi, eskiden olduğu gibi, yalnızca devletlerin karşılıklı münasebetlerine vs. inhi­sar ettirmediler; milletlerin sosyo-politik durumları, ekonomik ve kültürel yapıları, teknolojik ve bilimsel buluşları, uygarlıkları vb. konular üzerinde durdular. Müslüman milletlerin ve devletlerin dü­şünce, uygarlık, kültür ve dinler tarihine, sosyal ve ekonomik yön­lerine daha fazla ağırlık veren çalışmalar yaptılar. Toplumların çok az sayıdaki büyük devlet adamlarının gölgesinde yok olmasına en­gel olan; tersine toplumların kalkınma ve yükseliş tarihini, önder kişilerle sosyal çevrelerin ortaklaşa gerçekleştirdiği bir ürün olarak gören, hem genel hem de özel yapılı kaynaklara sahip bulunan eser­ler meydana getirdiler.

Bununla birlikte, “Çağdaş İslâm Tarihi Çalışmaları”, XVI. ve XVII. yüzyıllarda Avrupa’da ortaya çıkan gelişmelere kadar geri gi­der. Önceki bin yıl içinde Batı Hıristiyan topraklarındaki milletler ve Müslüman âlem genellikle birbirlerinin tarihlerine ilgisizdirler.(46) Bilim ve teknoloji alanlarında Rönesans ve Reform hareketleriyle yani din ve mezhep taassubundan –cehaletten- kurtulmasıyla bir­likte önemli atılımlar yapan, keşiflerde bulunan ve kalkınan Batı,

(45) Mukaddime, s. 7; S. Uludağ tercümesi, s. 27.

(46) İslâm Tarihi, Kültür ve Medeniyeti, Hikmet yay. S. 14-15; Bu eser bir grup oryantalistin İslâm Tarihi, kültür ve uygarlığı ile ilgili makale­lerini içermekte olup 4 cilt hâlinde dilimize aktarıldı.

Gerek ticarî ve siyasî münasebetlerin artması, gerekse emperyalist ve sömürgeci emellerine hizmet etmesi düşüncesiyle İslâm ve Müslü­man dünya ile ilgilendi, İslâmiyetle ilgili çalışmalar yaptı. Kuşkusuz, trenin icadı, gemiciliğin geliştirilmesi, elektrik yoluyla yapılan bu­luşlar, radyo, matbuat vb. vasıtalar yoluyla dünya milletleri ve dev­letleri arasındaki mesafe oldukça kısalmış, iletişim gelişmiş, ül­keler arası seyahatler de artmıştı. Ayrıca, İslâm’ın bilinmesi, Müs­lüman bilginlerin bilgi ve buluşlarının tanınması; Batı düşüncesinin gelişmesinde, yeni ufuklar kazanmasında etkili oldu. Onun içindir ki, bir yandan ilk metinlerin basımı ve tercümesi, diğer yandan da aka­demik çalışmalar yoluyla İslâm düşünce ve uygarlık tarihi, Batı dü­şünce tarihi kapsamına girdi. Tarih araştırma malzemesinin artması ve arşiv çalışmalarıyla şekil değiştirmesi, araştırma teknik ve me­todunun gelişmesi, tarihçilerin amaçlarını ve inceleme anlayışlarını etkiledi. Tarihçilik, siyasî, idarî ve askerî tarihçilik olmaktan çıktı; sosyal, ekonomik, kültür, düşünce ve uygarlık tarihlerini de içine alan bir bilim oldu.

İSLÂM TARİHÇİLİĞİNİN DÜNÜ VE BUGÜNÜ

İslâm Tarihi, genel insanlık tarihi içerisinde önemli bir yer tu­tar ve onun en büyük kollarından birini oluşturur. Çünkü genel ta­rihin bin beşyüz yıllık bölümünde, Müslümanların idaresinin ve İs­lâm medeniyetinin damgası vardır; İslâm, bu süre içerisinde insan­lığa çok önemli yenilikler getirdi.

Ayrıca, Kur’ân ve Hadis, genel ve özel tarih gibi hem ilâhî hem de beşerî kaynaklı İslâm Tarihi, insanlığın geçmişi, maddî ve manevî tekâmülü, dinî ve ahlakî yapısı ile sosyal ve ekonomik durumu ko­nularında samimi ve güvenilir bilgiler verir. Bu bakımdan bazı İslâm tarihi kitapları, her ne kadar tahlil, mukayese ve tenkidden yoksun iseler de Kur’ân’a, hadislere, vakaları görenlere ve senetli olarak rivâyet edenlere dayanan yazılı ve sözlü vesikalı, rabıtalı ve güve- nilir eserlerdir. En önemli yönlerinden bir diğeri de rivâyetleri ve olayları olduğu gibi tarih araştırıcısının herhangi bir ilâve veya çı­karma yapmasına izin vermeden, aslî durumuyla bize kadar ulaş­tırmasıdır.

Öyleyse, İslâm Tarihine malzeme sağlayan kaynaklar, ilâhî ve beşerî olmak üzere ikiye ayrılır:

Kur’ân ve Hadisler ile İslâm Tarihine vücud veren İslâm vahyi, İslâm Peygamberi ve özellikle İslâm’ın tarihî gelişimi konularında, Müslüman âlimler ile gayrimüslim ilim adamlarınca yazılan eserler ve araştırmalar da Müslüman toplum yaşayışında meydana gelen olaylar hakkındaki haberlere esas teşkil eder.

Öte yandan, İslâm Tarihi, sebep ve sonuç yönünden birbirini iz­leyen olaylardan ibaret olan insanlık tarihinin yeni bir dizisidir. Is­lâm inanç yapısı ve ilâhî ilkeleri ile bunların Müslümanlar üzerin­deki etkileri, Müslümanların yaşayışları, uygarlık, kültür ve bilim­sel durumları, madde ve mana alanında yaptıkları ilerlemeler, Hz. Peygamberin ve Raşid Halifelerin yönetimleri, İslâm Peygamberi ve ashabı, Müslüman devletler ve milletler dönemlerinde meydana ge­len önemli olaylar, Müslüman ülkelerin ve milletlerin genel özellik­leriyle tanıtılmaları, İslâm Tarihinin başlıca konularını oluşturur.

İslâm Tarihi dalında, başlangıçtan günümüze kadar, birbirinden değerli on binlerce kitap vücuda getirildi. İslâm Tarihi her devirde yeniden yazıldı. Bu durum, bize aynı konulardan yeniden söz edilmesi gibi görünebilir. Ancak, İslâm Tarihinin her devrinde yeni kuşaklar tarafından yeniden değerlendirildiği ve bu yönden yeni inceleme ve araştırmalar yapıldığı, meydana gelen olayların değişik zamanlarda yeni bir anlayış ve metotla incelendiği, tenkid ve tahlile tabi tutulduğu da bir gerçektir.

Gerçekte, İslâm Tarihi alanında yenilik getirmek kolay bir iş değildir. Fakat temel kaynakların tanınıp taranması, ilk elden bilgi­lerin ortaya çıkarılması, yeni ve orijinal eserlerin meydana getiril­mesi, olayların yeni boyutlar kazanmasını, taze veriler ışığında yeni değerlendirmelere sahne olmasını, dolayısıyla tarihin daha iyi anla­şılmasını sağlayacaktır. Meselâ, en eski İslâm Tarihi kitaplarında özellikle İslâm tarihinin idarî, siyasî ve askerî hâdiseleri üzerinde durulurken; yakın devirlerde yapılan araştırma ve incelemelerde, Müs­lüman toplumun özellikle sosyal ve politik, ekonomik ve kültürel ya­pısına ağırlık verilmekte, İslâm Tarihi hakkında yeni bakışlar or­taya çıkmaktadır. Bunda, yeni tarihî malzemenin ortaya çıkışının da önemli payı vardır. Kuşkusuz, Taberî, İbn Sa’d, Mes’udî ve ben­zeri ilk devir tarihçilerinin eserleriyle çağımızdaki İslâm Tarihi çalışmaları karşılaştırıldığında, en azından kuşaklar arasındaki ba­kış açıları ve değerlendirmeler yönünden önemli farklılıklar olduğu görülür.

Gerçek şu ki, İslâm Tarihi konusunda çok eser yazıldı ve çok farklı değerlendirmeler yapıldı. Müslüman tarihçiler genellikle naklî tarihçiliğe veya rivâyetlerin aktarılmasına dayanan tarih yazıcılı­ğına değer verdiler. Olaylara önem verirken, olaylarla ilgili ha­berleri metin ve senet yönünden eleştirmediler. Karşılaştırma, eleş­tiri ve tahlil onların eserlerine girmedi. Bununla birlikte, İbn Haldûn, Ahmed Cevdet, Şehbenderzâde vb. tarihçiler, klasik tarih­çiliğin dışında, tenkitçi bir metot ve karşılaştırmalı haber ve olay değerlendirme anlayışı ile yeni eserler meydana getirdiler.

Aslında, tarih kavramının anlamlarını, tarihçiliğin esaslarını ve tarihçinin vazifesini bilmemiz gerektiği gibi, her milletin tarihini mensub olduğu kültür çevresi içerisinde, meydana geldiği şartları ve geçirdiği aşamaları göz önünde bulundurarak inceleyip değerlen­dirmek icab eder. Bu durum uzun bir geçmişi olan İslâm Tarihi için de geçerlidir.

Yüzyıllar boyu süren bir tarihî oluşum ve gelişimin (İslâm’ın teşekkül, gelişme ve yükseliş tarihinin) safhalarını genel ve açık bir tarzda görebilmek için yersiz açıklamalara ve bilgilere boğulmadan ama genel tablonun açıklığını ve doğruluğunu bozmayacak bir anla­yışla değerlendirmek gerekir. Bunun için de öncelikle sağlam ve zen­gin bir tarih bilgisine, tutarlı bir tarih metoduna sahip olmak ica­b eder. Ayrıca, tarih bilgisinin tahlil, tenkid ve mukayese esaslarına göre derlenip toplanması lazımdır.

Tarihçinin anlayış ve görüşleri, bilgi ve metodu, hem tarihî olayları tüm açıklığı ile ortaya koyma ve eleştirici bir tutumla ayık­lamada hem de onları birleştirip mevcut bilimsel veriler ışığında de­ğerlendirerek tarihî yapı oluşturmakta oldukça önemlidir. Böyle ol­duğu içindir ki, her devrin tarih araştırıcısı, o devrin olaylarını önem sırasına göre ele alır ve gerçek görünümleriyle ortaya koymaya ça­lışır. İnsanlık dünyası, meselâ; daha çok ekonomik ve sosyal olay­larla ilgilendiği, bu olayların insanların ve toplumlarm varlığındaki etkileri inkâr edilemeyeceği içindir ki, günümüz tarihi yazılırken adı geçen olayların dünü ve bugünü, sebep-sonuç bağı çerçevesinde araştı­rılmalıdır. Böylece tarihçi, insana, dünün rehberliğinde bugünü en iyi tarzda hazırlamaya yönelir. Elbette tarihçi eldeki vesikalara gö­re hüküm verir, fakat vesikaların objektifliğinin ulaşılacak sonuçlar için fevkalade önemli olduğu da bir hakikattir. Onun için tarih araş­tırıcısı eldeki vesikaları tarih yöntem arayışı kuralları rehberliğinde araştırır, karşılaştırır ve gerçeği bulur.(47)

Ayrıca, yapılan inceleme ve araştırmanın sağlıklı ve güvenilir olması için tarihçinin, ilk tarih araştırıcılarının çalışmaları ile eğilimlerinin farkında olması, yap­tığı mukayese, tahlil ve tenkidlerle tarafgirce tutum ve yorumları ortaya çıkarması, mevcut belgelerin genel yönünde hareket etmesi lazımdır.

Gerçekçi anlayış ve tutumun böyle olması gerekirken, İslâm’ın insanlık üzerinde bir kurtuluş güneşi olarak doğması ve akıllara hay­ret veren bir hızla yayılması, çok değişik dinler, kültürler ve diller­den insanların bölük bölük, akın akm, kitleler hâlinde yeni din’e gir­mesi, yeryüzünde Bizans ve Fars İmparatorluklarının yerine, bü­yük Müslüman devletlerinin ve imparatorluklarının kurulması, İs­lâm’ın çok kısa bir zaman diliminde dünyanın dört bir yanına ya­yılması ve çok sayıda taraftar bulması, Yahudi-Hıristiyan kültür ve medeniyetinin yanında; İslâm kültür ve medeniyetinin yer alması ve onlara önemli etkilerde bulunması, Doğu’da ve Batı’da büyük yankı­lar yaptı. Özellikle kilisenin ve Haçlı zihniyetinin fikrî ve fiilî olarak Müslümanlık aleyhinde bulunmasına yol açtı.

İslâm’ın insanlığa ge­tirdiği hak ve hürriyetin, adalet ve ilmin, fen ve sanatın, eğitim ve öğretimin, inanç ve ahlâk yapısının, iş ve ticaret anlayışının kuralla­şıp kurumlaşarak yayılması, bazı çevrelerde İslâm’a sevgi beslemeyi, Tevhid Dini’ne girmeyi sağladıysa da Doğu’da ve Batı’da birçok çevrenin telaşa kapılmasına sebep oldu. Hak ve hakikat düşmanla­rını karşı harekete geçirdi.(48) Emperyalist ve sömürgeci emellerin yanısıra bu gaye ile de çeşitli alanlarda birtakım faaliyetler yapıldı. Böylece, art niyetle veya İslâm’a taban tabana zıt gayeler uğruna da olsa, İslâm ile ilgilenen bir ikinci topluluk ortaya çıktı. Bunlar Batılı yazarlardı ve belirtilen amaçlarla İslâm tarihine özel ilgi duy­dular. XVI. yüzyıldan itibaren İslâmiyet, Müslüman milletler ve ül­kelerle ilgili bir dizi çalışma yaptılar.

Avrupalı yazarlardan, İslâm Tarihi sahasında, tarafsız kalem kullanan, tarihî olayları tarafsızca ortaya koyan ve gerçekleri bi­limsellik anlayışı ile açıklayan edebiyatçılar ve müellifler oldu.

Ancak bunların sayısı, değerlendirmelerinde objektif olmayanlar, araştırma ve incelemeden sonra verilecek hükmü, araştırma ve incele­meden önce -peşin hükümle- verenlerin yanında gerçekten azdır. Çünkü İslâm’ı fikren bozmak isteyen, din, felsefe, sanat, dinler ta­rihi ve benzeri bilimler yoluyla İslâm’ın insanlığa sunduğu gerçek­leri tahrif etmek, inanç ve ahlâk ilkelerini yanlış tanıtmak, münev­verleri yeni din aleyhine çevirmek düşüncesinde olan ve bilimsel­lik kisvesine bürünen birçok Doğulu ve Batılı yazar ortaya çıktı. Dozy’nin Abdullah Cevded tarafından Türkçeye çevirilen, “Tarih-i İs­lâmiyet” isimli kitabı ile İtalyan yazar L. de Caetani’nin Hüseyin Cahit Yalçın tarafından dilimize aktarılan, “Tarih-i İslâm” adlı kitabı bu tür anlayışla yazılan kitaplara örnek teşkil ederler.(49)

İslâm âleminin XVII. yüzyıldan itibaren, tarihî ve ilmî olgun­laşmaya ayak uyduramayarak, bilimsel ve teknolojik kurum ve ku­ruluşlarını yenileyemeyerek bir çöküntü (intihat) dönemine girişi, uygarlık yolunda gereken ilerlemeyi yapamayışı, fikrî ve ilmî iler­lemeye ayak uyduramayışı, bilimsel gerçeklere sebepsiz yere sırt çe­virişi, tenkid ve tahlile dayalı bilimsel eserler vücuda getiremeyişi, Batı’nın ilmen, fikren ve fiilen dünyada egemenliği ele geçirmesine ve Müslüman toplumu güdümüne almasına, onlara yönelik saldırı­larda bulunmasına sebep oldu. İslâm ülkelerini kültür, fikir ve siyasî yönden egemenliği altına aldı. Nitekim İslâm âleminde, özellikle son devirlerde görülen, batılılaşma hareketleri ile İslâmî kaynakları incelemeyip büsbütün ihmal eden, tarihî gerçekleri bazı Batılı ya­zarların art niyete dayanan yanlış fikirlerinde arayan ya da gören birçok tarih araştırıcısı türedi. Söz konusu ülkelerin okul kitapları, bu duruma açık örnek teşkil eder.

Gerçekte, Müslüman tarihçiler pekçok önemli tarih kitabı yaz­dılar fakat bunlar genellikle birbirinin tekrarı olan, tahlil ve tenkide dayanmayan, vak’a rivâyetlerinden ve tesbitlerinden ileri gitmeyen, geçmişin ışığında yaşanılan zamanı düzenlemeye yönelmeyen ve ge­leceğe yön verici bilgiler içermeyen, millete ilerleme ve olgunlaşma yolunu göstermeyen eserlerdir. İşte bu sebepledir ki İslâm Tarihi, Batı’nın aleyhte eleştirisine maruz kaldı, tarih kitaplarımız bilim­sel olmamakla suçlandı.(50)

Gerçekte, Batı’nın fikir hayatının kaynağını, Eski Yunan inanç ve düşünce yapısı ile bunların devamlı olarak araştırılıp incelenmesi, eleştirici metotla yenilenmesi oluşturur.

Tabiatı, insana bağlama is­teği temeline dayanan bu düşünce yapısı, faydacı olmaktan çok akılcıdır.

Karl Jaspers ve L. Brunschvicg, az önce temas ettiğimiz özel­likteki Batı düşüncesi hakkında şunları söylerler: “Avrupa zihni­yeti, Yunan teknik ve tabii ilimlerinin vazettikleri usullerle ve Xenophon’un akidelere dair tenkidi yazılarıyla başlayan, uzun asırlar durakladıktan sonra, rönesansla yenilenen bir zihniyettir. Kaynağı Yunan zekâsı, Roma cemiyet hayatı ve hukuku olan bu zihniyet ve ruh, Garb âleminde akideleri, fikirleri türlü türlü kanaatleri birbiriyle çarpıştırıyor, bunda hayat buluyor, en acı tenkitlere göğüs geriyor, onlar sayesinde canlanıyor.”(51)

Sir Denison Ross da şöyle der: “Şark bizden teknik ve metot öğreniyor fakat onun bütün teşebbüslerine istikamet vermek, onun yaşadığı ülkelerin haritalarını çizmek, onun tarihine, bugünkü ha­yatına ve mesaisine kıymet biçmek daimi Garb’ın elinde kalacaktır. Latin alfabesini kabul etmeleri Şarklıların yalnız teknik değil, ma­neviyat sahasında da Batı’nın rehberliği altında kalmalarını sağ­layacaktır.”(52)

Genelde bu temel zihniyete sahip olan, kendilerini ve kültür de­ğerlerini üstün görüp övünen, Doğu’yu ve Doğu fikir hayatını kü­çümseyip yeren Batılı yazarlar, özellikle XIX. yüzyılın ilk yarısın­dan itibaren, daha önceki dönemlerde yapılan incelemelerin sonuç­larını toplayıp özetleyen terkibi mahiyette ve geniş okuyucu kitle­sine yönelik kitaplar yazdılar. İlim ve teknolojinin sağladığı büyük imkânları, Müslüman devletleri ve milletleri ya da Afrika ve Hind İs­lâm ülkelerini egemenlikleri altına alma, onları -yeraltı ve yerüstü kaynakları da dâhil olmak üzere- her yönden sömürme yolunda kul­lanan, Hıristiyanlığı yayma emelindeki misyonerlik çalışmalarını güçlendirip geliştirme zihniyetine sahip birtakım Avrupalı sömür­geci milletler, emperyalist amaçlarla maddeten ve manen sömürdük­leri Müslüman devletlerin halklarını tanımak gayesiyle İslâm Tarihi sahasında birçok araştırma yaptılar. Bu çalışmalar XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren büyük bir atılım gösterdi.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında çeşitli Müslüman ülkelerde görülen özgürlük (istiklal) hareketleri, politik ve fikrî yenilik hareketleriyle akılcılık (rationalisme) ve yinilikcilik (modernisme) akımları, Batı’nın politik ve ekonomik emellerinin yanısıra, birtakım ilmî zorunluluklar ba­kımından da İslâm dünyasına daha fazla ilgi duymasını sağladı. (54)

Böylece, genel tarih, hem Hıristiyan Batı’yı hem de Müslüman Doğu’yu ve semitik dinler dışında kalan Uzak Doğuyu kapsayan be­şerî bir terkip görünümü aldı. XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra yazılan tarih kitaplarında bu durumun özellikle dikkati çektiği gö­rülür. Bu yapıdaki tarihî eserler genellikle İslâm’ın doğuşundan, te­mel inanç ve ahlâk ilkelerinden, kelam ve felsefeden, itikâdî ve fikrî İslâm mezheplerinden, tasavvuf ve tarikatlardan, geleneksel İslâm inanç sisteminden uzaklaşmış “heterodoks topluluklar” dan, son za­manlarda ortaya çıkan “yenilikçilik akımları” ndan ya da bugünkü Müslüman ülkelerin politik ve etnik yapılarından söz eden kitaplardır. Müslüman toplumun tarihî tekâmülü üzerinde durmazlar.(55)

Oysa Hıristiyan âleminin yazılacak-çizilecek birçok önemli sorunları var­dı. XVII. yüzyıldan itibaren Batı’da, özellikle de Fransa’da uydurma belgeler ve bilgilerle sahte tarih yazıldığı yani tarihte hurafecilik ve tahrifcilik yapıldığı gerçeği gündeme getirildi, tarih bilimine du­yulan güvensizlik belirtildi. Ne var ki yine de tarih bilimini poli­tik, ekonomik çıkarlarına âlet edenler, yalnızca marazî ideolojileri savunma amacıyla bir yalancı şahit gibi kullananlar, etnik, sosyolo­jik ve emperyalist emellerine araç yapanlar bulundu.

Batılı yazarlar, bir yandan İslâm Tarihi ile ilgili araştırma ve eserler meydana getirirlerken, ilk İslâm Tarihi kaynaklarını tercüme ederlerken, bir yandan da İslâm dini ve ilkelerini -kendi metot ve anlayışlarına göre- tenkid ettiler. Kant, Spinoza, Strauss, Renan ve benzeri yazarlar bunlardandır. A. Müller, “İslâmiyet”; G. de Tass, “İslâm ve Kur’ân”; C. de Perceval, “Arabistan Tarihi”; Sprenger, “Muhammed’in Hayatı”; Dozy, ‘Tarihi İslâmiyet”; Renan, “Dinler Tarihi”; Goldziher, “İslâmiyet’i Tetkik” adlarındaki telif eserleri vücuda getirip İslâm dini ve Müslümanlar hakkında çeşitli değerlendirmeler yaptılar.

Wan Cramer Wustfeld, Reisk Noldeke, Sachau vb. en eski İslâm tarihi kaynaklarını, Batı dillerine çevirdiler veya aynen neşrettiler. (56) Bu arada bazı İslâm bilginleri bu eserle­re karşı çeşitli reddiye ve eleştiriler yazdılar.

İslâmiyet ve İslâm’ın tarihi hakkında doğru ve tarafsız bilgi vermeyen, sübjektif değerlendirmeler yapan Batılı yazarlar ve tarih araştırıcıları genellikle iki gruba ayrılabilirler: Belli bir dine bağlı bulunanlar ve herhangi bir din kabul etmeyenler.

Birincilerin çoğunluğunu Hıristiyan yazarlar teşkil ederler; İs­lâm’ı son din olarak görmemeleri ve Hıristiyan taassubu ve Haçlı zihniyetiyle bakmaları, değerlendirmelerinin yanlış ve İslâm tarihini kötülemeye, tebdil ve tahrif etmeye yönelik olmasına sebep oldu.

İkinci grup yazarlar, temelde bir din kabul etmeyen veya din­leri sıradan sosyal olaylar olarak gören kimseler olup genellikle dinî duygu ve düşüncelere karşı olduklarından, İslâm dinini ve İslâm’ın tarihini de kötüleme yoluna gittiler.

Batılı yazarların, hangi zümreden olursa olsunlar, iftira ve it­hamları, tahrif ve tebdil eylemleri ya doğrudan Allah elçisinin ya­şayışı ve kişiliği ve peygamberliği ile ya da getirdiği dinin men­şei, bazı ilkeleri ve Kur’ân vahyi ile ilgilidir. Bunlar, bazı ilk devir tarih kitaplarında, tefsir ve hadis kaynaklarında veya tasavvuf ki­taplarında yer alan rivâyetler ve İsrailiyat türünden haberleri, itham ve iftiralarına dayanak olarak kullanırlar. Özellikle âhad haberleri, şâz rivâyetleri, zayıf veya muteber sayılmayan bilgileri esas alarak hüküm verirler.

Bununla birlikte, yazılı ve sözlü tarih kaynaklarını en iyi şekil­de bulup, Müslüman yazarların ulaşamadığı bazı delilleri elde ederek, İslâm bilginlerinden daha çok olaylar üzerinde değerlendirme yaparak, İslâmî gerçekleri ortaya çıkaranları da çoktur.

* * *

Son olarak, Türkiye’de yapılan İslâm Tarihi çalışmalarını ge­nel çerçevede değerlendirmek istiyoruz. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye’de İslâm tarihçiliği son yüzyıl içerisinde önemli gelişmeler göstermiştir. Fakat henüz klâsik tarih yazıcılığı çemberi dışına çıkmış da değildir. XX. yüzyılda yapılan tarih çalışmaları ile geliştirilen çeşitli bilimlerin, özellikle de tarih ilmi ile ilgili metotların aynı dönemlerde yazılan İslâm tarihi çalışmalarına giremeyişi, bu durumda kalınma­sında etkili olmuştur.

Öte yandan, ülkemizde, İslâm Tarihi çalışmaları genellikle bir takım savaşlar ve zafer hikâyeleri, bazı Müslüman devletlerin siyasî ve askerî alanlardaki başarıları, devlet adamlarının ve askerî erkâ­nın kahramanlıkları ve menkabeleri ile isyan ve ayaklanmalar, sui­kastlar vs. ile doludur. Bununla birlikte XIX. yüzyıldan itibaren Türklerin yanısıra, Arap, Pakistanlı ve Hindistanlı İslâm bilginleri Siyer, İslâm Tarihi, Tefsir ve Hadis ilimleriyle ilgili olarak, önemli eserler yayınladılar. Onların hazırladıkları bu eserlerin bir kısmı Türkçe’ye de tercüme edilmiştir.

Esasında önceki bilginler (Hicrî IV. yüzyıldan öncekiler) çok ki­tap yazdılar; rivayete dikkat etmek ilkelerindendi. Fakat rivayeti aldıkları kaynağı göstermeye ve doğrudan olanla dolaylıyı birbirin­den ayırmaya önem vermediler. Bunun en önemli sebebi onların ih­malkârlıkları değil, özellikle yaşadıkları çağın bilgisine dayanarak kitaplarını yazmalarıdır.(56) Fakat sonraki kuşakların karşılaşacakları güçlükleri hesaba katmadılar. Mevcut malzeme neleri ihtiva ediyorsa, ona göre kitap yazdılar.

Oysa bugünün tarihçiliğinin yeni temellere dayandığı, konu ve metot yönünden klasik tarihçilikten ayrıldığı bilinmektedir. Ayrıca, toplumların ilerleyip olgunlaşması, bazı tarihî olayların tekrarlanması, bazı hükümdarların ve kumandanların hayat hikâyelerinin veya menkabelerinin bilinmesiyle değil; devamlı, itici, uyarıcı ve yönlen­dirici olayların anlaşılması ile olur. Bu sebepledir ki tarihçi, yalnız­ca klasik tarihî belgeleri ve resmî vesikaları değil, her türlü vesikayı hatırat defterleri, muharrerât, siciller, salnameler ve sanat eserle­rine varıncaya kadar her çeşit yazılı ve sözlü belgeleri kullanmalı, çağdaş veriler ve metotlar ışığında değerlendirmelidir. Ayrıca ta­rihçi, tarihinden söz ettiği toplumun fizikî ve ruhî yapısını, tarihî ve coğrafî durumunu, politik gücünü ve etki alanını, sosyal ve ekono­mik sistemini, tarım, ticaret, bilim ve kültür durumlarını açıkça ele almalıdır.

Toplumun sosyal yapısı ve buna yön veren etkenler İslâm tarihçisinin üzerinde duracağı bir diğer konudur.(*)

Ne var ki, tarihî malzemelerden yalnızca isteklerine uygun ge­lenleri kullanan birtakım tarihçiler, Müslüman toplumun varlığını oluşturan temel değerleri, sosyal ve ekonomik yapısını şekillendiren kurumları gözardı etmişlerdir. Bir toplumu toplum yapan unsurla­rın neler olduğunu bir bakıma unutmuşlardır. Onun içindir ki me­sela, İslâm’ın Medine devrinden söz ederken sadece yapılan savaşları, ashabın gösterdikleri kahramanlıkları ve elde edilen zaferleri zik­retmişler fakat Medine İslâm devletinden, Hicret’ten sonraki sosyo­kültürel faaliyetlerden, eğitim ve öğretim vb. olaylardan söz etmemişlerdir.

Buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak deriz ki, İs­lâm Tarihinin tedvini, ilk tarihî eserlerin meydana getirilmesiyle bir­likte, Hicrî II./ M. VIII. yüzyılın sonlarına doğru oldu. Özellikle seçkin Müslüman tarihçilerin de yaşadığı bir dönem olan Hicrî III. / M. IX. yüzyılda İslâm tarihi alanında ciddi çalışmalar yapıldı. Daha önce mevcut olan İslâm Tarihi kaynakları veya yazılı ve sözlü vesikalar değerlendirilerek büyük hacimli kitaplar yazıldı.

İslâm Tarihinde Sîre türünde ilk eser verenlerin Muhammed b. İshak (öl.151/768), İbn Hişam (öl. 218/833), Urve (öl. H. 93), Ebû Ayyaş ve Zührî (öl.124) vb. şahıslar olduğu belirtilir.

İslâm Tarihinin teşekkül devrinde yetişen önemli kişilerden biri “Kitabu’l-Mübteda” adlı eserin yazarı, Vehb b. Münebbih (öl. 110/728)’dir. Taberî ve İbn Kuteybe gibi tarihçiler, onun kaybolan eseri­nin bazı bölümlerini bize ulaştırdılar.

Hicrî III./IX. yüzyıl, öteki İslâm ilimlerinde olduğu gibi, Islâm tarihçiliğinde bir dönüm noktasıdır. Bu dönemde yetişen ünlü tarih­çiler İslâm Tarihinin bir bilim dalı olarak yerleşip gelişmesinde fevkalâde önemli rol oynadılar.

­

Şimdi, tarih araştırıcılarının devamlı ola­rak müracaat ettikleri bu klasik tarihçilerden tanınmış olanları, bı­raktıkları ünlü eserleriyle birlikte öz olarak sunuyoruz.

İbn İshak (öl. Hicrî 151)

İbn İshak ilk Sîret yazarlarından­dır. “El-Mebas ve’l-Meğazî” adlı kitabı, Sîret sahasında yazılanların ilki sayılır. İbn Hişam onu, “Sîretu’n-Nebiyye” adlı kitabında özetledi. “Sonra gelen öncekini unutturur.” kuralı gereği, İbn İshak’ın eseri unutuldu, İbn Hişam’ın eserine önem verildi. Öyle ki, nakilciler bile ondan bir şeyler nakletmek istemediler, neredeyse onun dünyada tek bir nüshası bile kalmayacaktı. Oysa İbn Hişam’ın bu kitaba da­yalı bir kitap telif etmesi, İbn İshak’ınkinin ihmal edilmesini gerek­tirmez. Üstelik İbn Hişam, çok geniş ilmî gücüne rağmen ondan birçok hususu ihmal etti, bazı şeyleri de hazfetti. Nitekim İbn Hişam, onda bulunan birçok şiiri de benimseyip almadı. Hâlbuki şiirlerin, Hz. Peygamber devri için ayrı bir önemi vardır; bu şiirler olma­saydı, bu farklılıklar olmazdı. Şiirin Hz. Peygamber devri için ifa­de ettiği önemi bilen herkes, onların hazfedilmesine üzüldü. Aynı durum, tarihçiler ve tarihi sevenler için de söz konusudur, zira İbn İshak’ın kitabı aynı zamanda bir genel tarih kitabıdır.

İbn İshak’ın kitabı, Hz. Peygamberin Sîretidir. Çok sevdikleri ve bütün imkânlarıyla Sünneti’ne uymak istedikleri Peygamber­lerini tanımak, Müslümanların öncelikle önem verdikleri bir husus­tur. Hz. Peygamberi yüce özellikleriyle tanımak, Müslümanların özel­likle üzerinde durdukları bir konu olduğu gibi, Müslüman olmayan­lar da İslâm Peygamberini, hayatını ve Özelliklerini tanımak ister­ler. Mesela, Fransız şairi, tarihçisi ve bakanı Alphonse Lamartine (öl. 1869), “Histoire de Turquie” (Türkiye Tarihi) adlı eserinin önsözünde İslâm Peygamberini tüm yüce özellikleriyle tanıtır. O’na olan hayranlığını dile getirir. Batılı yazar ve araştırıcılar arasında onun kadar Hz. Peygamber hakkında olumlu şeyler yazan nâdir bulunur. Onun içindir ki, çağımızın en büyük Müslüman bilginlerin­den biri olan seçkin araştırıcı ve âlim Muhammed Hamidullah, Lamartin’in adı geçen kitabının ilgili bölümünde (mükaddime) yer alan Hz. Peygamberle ilgili kısmı, “Sîretu İbn İshak” için yazdığı mukaddime’de, Arapça’ya çevirerek Müslüman okurlara sunmuştur.

Hz. Peygamber’in biyografisi, asrısaadette meydana gelen olaylar ve savaşlar hakkında orijinal ve geniş bilgiler ihtiva eden İbn İshak’ın Sîreti, bazı güvenilmeyen veya Müslüman olmayan ki­şilere dayanan rivayetleri kapsamakla tenkid edilmiştir.

Ancak, İbn İshak, tarih ilminde güvenilir bir âlim kabul edilir, hatta Siyer ve Meğazî ilminin kurucusu sayılır. O, el-mübteda, el-mebus ve’l-meğazî bölümlerine ayrılan eserinde, Hz. Muhammed’in (s.a.s.) hayatını ayrıntılı olarak yazan ve peygamberimizle ilgili bilgilerin bize ulaşmasını sağlayan seçkin bir tarihçidir. O, Siyer ve Meğazî ilmine büyük bir canlılık ve gelişme kazandırdı. Kitabu’l-Megâzî’si, Siyer ve İslâm tarihinde kaynaktır.

İbn Hişam (öl. 218/833): Adı Abdülmelik olan İbn Hişam, gü­venilir bir hadisçi ve tarihçidir. Himyer kabilesine mensuptur, İbn İshak’ın Sîreti’ni ihtisar ederek yazdığı “Sîret”i ile ün yaptı. Eser birçok dile ve Türkçe’ye çevrildi. İslâm dünyasında büyük ilgi gö­ren Siretub’nü Hişam, İslâm Tarihi araştırıcılığında temel kaynak durumundadır. Hz. Peygamber devri ve Raşid Halifeler döneminde yaşanan olayları anlamak için mutlaka başvurulması gereken bir eserdir.

Vâkidî (Muhammed b. Ömer): Düzenli bir “Meğazî" yazarı­dır. İslâm’ın, Hıristiyanlık karşısındaki zaferlerini, Suriye, Irak, Mı­sır ve Afrika fetihlerini büyük bir coşku ile anlatan Vâkidî, eseri zamanımıza ulaşan ilk dönem tarihçilerinin seçkin bir şahsiyetidir. Hicrî 130/M. 747’de Medine’de doğdu. Çocukluğundan itibaren ilme ilgi duydu, sonunda ünlü bir âlim ve tarihçi oldu. Çok cömert olup kazandığından fazlasını harcardı; öyle ki tüm servetini kaybetti ve perişan bir durumda Bağdat’ta vefat etti. Vâkidî’nin ilim öğrendi­ği kişiler arasında Malik b. Enes ve Sevrî gibi tanınmış bilginler vardı. Eserlerine zayıf ve güvenilmeyen rivâyetleri de almıştır.

Vâkidî’nin eserinin malzemesini; Arabistan, Suriye, Irak ve benzeri ülkelere yaptığı seyahatler sonucu elde ettiği bilgiler teş­kil eder. Vâkidînin eserinde çok sayıda menkabe mevcuttur. Sahabilerin biyografileri ile Hz. Peygamber devri hakkında faydalı ve açıklayıcı bilgiler ihtiva eden “Kitabu’l-Meğazî” si, Marsden Jo­nes tarafından üç cilt hâlinde (London- 1966) basıldı. Vâkidî’nin, “Kitabu’r-Ridde” adlı eseri, Suriye, Irak, Mısır ve Mağrib ülkelerine yapılan fetihleri anlatır. “Futûh” ve “Futûhu’ş-Şam” adlarında başka eser­leri de vardır. Vâkidî 28/823 yılında vefat etmiştir.

İbn Sa’d (öl. 230/845): Ebû Abdullah Muhammed b. Sa’d “Ki tabu’t-Tabakâti’l-Kübra” adındaki ünlü biyografik tarihî eserin ya­zarıdır. Hz. Peygamberin geniş biyografyasının, yaşadığı devrin ve Hulefâi Râşidîn dönemlerinin olayları hakkında geniş bilgiler ih­tiva eder. Ancak, tıpkı Taberî’nin tarihi gibi, içerisinde görgü şa­hitlerinden gelmeyen ve çok çeşitli yorumlara ve tereddütlere se­bep olan rivâyetler de mevcuttur.

İbn İshak’ın Sîresi’nde bulunma­yan birtakım anlatımların da yer aldığı eser, Sachau tarafından 1904’de Hollanda’da basıldığı gibi, Beyrut’ta da bir başka baskı yapıldı.(1957)

Mevâliden olan İbn Sa’d, Hicrî 168’de Basra’da doğdu; Vâkidî’den sonra ilk müellif sayılır.

İbn Kuteybe (198-267/813-889): Hadis, Tefsir, Dil ve Edebiyat ilimlerinde kendini kabul ettirmiş seçkin bir âlim olan İbn Kuteybe, “Kitabu’l-Maarif” adlı tarih kitabının yazarıdır. Eğitim ve öğretim, kültür tarihi yönünden büyük önemi bulunan el-Maarif; hadisçiler, lisan bilginleri, şairler ve hatipler hakkında geniş bilgiler ihtiva ettiği gibi, Hz. Peygamberin hayatı ve İslâm tarihinin Hicrî III. asra kadarki olayları hakkında da yeterli açıklamalar yapmaktadır.

Hadis, Arab Dili ve Edebiyatı alanlarında olduğu gibi, İslâm Tarihi sahasında da üstün bir mevkiye sahip olan Ebû Muhammed Abdullah b. Kuteybe ed-Dineverî’nin hayatı Bağdat’ta geçti. Vefat edin­ceye kadar da ilimle, ilmî eserler yazmakla meşgul oldu.

Belâzurî (öl. 284/892): Ahmed b. Yahya b. Câbir, İran asıllı olup, Abbasîler devrinin seçkin bilginlerindendir. Hicrî 1. yüzyılda olan fetihleri kapsayan, “Kitâbu Futuhi’l-Buldan” ve “Kitabu’l-Eş­raf” adlarındaki ünlü eserlerin müellifidir. Belâzurî, kendisinden önce esas teşkil eden rivâyetleri sadece anlatmakla kalmayıp, önceki bilginlerin yazdıkları eserleri inceleyerek olayların; siyasî, içtimâi ve iktisadî âmil­leri üzerinde durur. Değerlendirmelerinde mümkün olduğu kadar tarafsız olmaya çalışmıştır. Rivâyetlerini mümkün olduğu ölçüde görgü şahitlerinden alan Belâzurî’nin en güvenilir kaynakları, Ebû’l-Hasan Ali el-Medâini (öl. 830 veya 845)’nin, “Kitabu’l-Meğazîsi” ile “Tarihu’l-Hulefâ”sıdır.

Ya’kûbî (öl. 292/905): İbn Vâzih el-Ya’kûbî ünlü eseri “Tarihu’l-Ya’kûbî”de, İslâm tarihini yıllara göre, başlangıcından 295/872 yılına kadar inceler. Fars, Hind, Ermeniye, Şam, Mısır, Mağrib ve Endülüs’e ilim tahsili için yolculuk yapan Ya’kûbî, Şiî yanlısı olmakla suçlandı. Hz. Ali yanlısı ve Ümeyyeoğulları karşıtı olmak­la itham edilen yazar, rivâyetlerine esas teşkil eden kaynak­ları açıkça gösterir ve tenkide tâbi tutar.

Ancak, özellikle Hz. Os­man devri ve o dönemde meydana gelen olaylar hakkında sübjek­tif değerlendirmeler yapar. Ehl-i Beyt ve Ali yanlısı bir anlama ve yorumlama içerisindedir. Ya’kûbî Tarihi, 1358 yılında Necef’te ba­sıldı.

Dinâverî (öl. 282/895): Hicrî III. yüzyılın ünlü tarihçilerin­den olup, Irak’ın Dinâver kasabasında doğdu. “Kitabu’l-Ahbarı’t-Tıvâl” adlı ünlü eserin yazarıdır. Belâzurî’nin çağdaşı olan Dinâverî’nin rivâyetleri genellikle İran kaynaklıdır. III. Halife Hz. Os­man zamanında meydana gelen olaylara, Ali ve Muaviye arasın­daki anlaşmazlıklara ve Ümeyyeoğulları devri olaylarına özellikle eğilen yazar, Sâsanîler yönetimi ve Irak fetihleri, Göktürkler, Ma- veraunnehr ve Harezm dolaylarındaki Türkler hakkında da bilgiler verir. Ancak İran tarihi ile ilgili olayları milliyetçilik ve İran mil­lî görüşü açısından ele alır ve değerlendirir.

Tarihçi olmasının ya­nısıra zamanının önde gelen matematik ve tabiat ilimleri bilginle­rinden biri olan Dinâverî’nin ünlü eseri ‘Et-Tıvâl’ı, Arapça metni J. Wildamir tarafından tashih edildikten sonra, W. Guirgass tarafın­dan 1888’de Leiden’de basıldı. Aynı eser 1912 yılında Leiden’de, mükemmel bir fihristle Kratchavsky tarafından neşredildi.

Taberî (224-309/838-923): Hicrî III. yüzyılın seçkin tarihçi ve tefsircilerindendir. 224’de Taberistan’ın Amel şehrinde doğdu. Orta hâlli bir aile çocuğudur. Tahsilini Amel’de yapan Ebû Cafer Muhammed b. Cerir b. Rüstem, ilim öğrenmek gayesiyle Mısır, Su­riye ve mücavir bölgelere yolculuk yaptı, Bağdat’ta hadis ve fıkıh tahsil etti. “Tarihu’r-Rusûl ve’l-Mulûk” adındaki ünlü eserin sahi­bi olan Taberî, Abbasilerin inhitat devrinde yaşadı. “Câmiu’l-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’ân” adlı ünlü tefsir kitabının yazarı olan Taberî; Kur’ân, hadis ve fıkıh ilimlerinde de otorite idi. Zamanının seçkin bilginleri yanında tahsilini tamamlayan İmam Taberî, tarih sahasıda İslâm âleminin Herodot’u sayılır. Tarihi de büyük bir şöhret kazanmıştır. Nitekim o, ‘Camiu’l-Beyan fî Tefsiri’l-Kur’ân’ adlı ki­tabı ile de tefsir ilminin kurucularından biri olarak kabul edilir.

“Taberî Tarihi” kısa isimleriyle tanınan ünlü tarihî eseri, esas itibarıyla iki büyük bölümden oluşur: İslâm öncesi insanlık tarihi ki, yaratılıştan İslâm’ın zuhuruna kadar olan dönemi kapsar; ikincisi de İslâm’ın başlangıcından Hicrî III./ M.IX. (302/915) yüzyıla kadarki dönemi kapsar.

Eserde yer alan olaylar yüzyıllara, belirli dönemlere veya konulara göre değil, meydana geldiği yıllara göre düzenlenmiştir. Bu bakımdan, İbn İshak’ın Sîre’sinden önemli nakil­lerin yer aldığı Taberî Tarihi, öncelikle tertipsizliği ve rivâyetleri arasındaki bağlantısızlıklarıyla dikkat çeker. İsrailiyat merak­lısı ve kıssa hayranı da gösterilen ünlü tarihçi, önüne gelen rivâyeti ve bilgiyi, bulduğu her haber ve malûmatı, tenkide tâbi tutmadan olduğu gibi kitabına almıştır. İşte Taberî tarihinin en büyük özel­liği, herhangi bir olay hakkındaki tüm rivâyetleri toplayıp nakletmesidir. Öyle ki bazen tekbir olayla ilgili birçok rivâyet zikreder, bu yönden Kitab’ı bir tarihî rivâyetler ve bilgiler hazinesidir. Ancak, anlatılan olayların hakikatına aykırı ve İslâm’a taban tabana zıt haberler de bu büyük hacimli ve ünlü eserde mevcuttur.

Kendisinden çok hacimli bir kitabın kısaltılışı olan bu dev eser, gerek genel tarihçilik ve İslâm tarihi gerekse Maveraünnehr ve Kafkas bölgelerinde İslâm’ın yayılış tarihinden söz ettiği için Türk-İslâm tarihi yönünden büyük önem taşır. Belki de millî tarihimiz­deki ayrı önemi sebebiyle olsa gerektir ki eser, Osmanlı Devleti zamanında birkaç defa Türkçe’ye tercüme edilmiştir. İlk tercümesi, Farsça Bel’amî tercümesinden, Hüsamettin Çelebi tarafından Hic­rî 710/ M.1310 yılında yapılmıştır. Bu tercümenin, daha sonraki yıl­larda İstanbul’da ve Mısır’da beş baskısı daha yapılmıştır. XVI. yüzyılda Matrakçı Nasuh, Taberî Tarihi’ni Arapça aslından Türk­çe’ye tercüme etmiş olup tercümesi, “Mecmau’t-Tevârih” adını ta­şır. M. de Goeje tarafından 1879-1965’de Leiden’de, 13 cilt hâlinde yayınlanan Taberî Tarihinin Türkçe’ye son tercümesi, Zakir Kadri Ugan tarafından 1954-1958 yıllarında yapılmıştır. Tercüme İstan­bul’da basılmış olup “Milletler ve Hükümdarlar Tarihi” adını ta­şır. Ayrıca Mısır’da basılan Taberî Tarihi’ne tabib ve tarihçi Kurtubî bir zeyl yazdı. Taberî’nin tarihte bulunmayan bazı olaylara, ihmal ettiği rivâyetlere yani Hicrî 291/905 tarihinden, Abbasi Hali­fesi El-Muktedir (öl. 320/934)’in hilafetinin sonuna kadar olan dö­nemde meydana gelen olaylara ve haberlerine yer verdi.

Mes’udî (öl. 345/957): Dedesi İbn Mes’ud’a nisbetle ‘Mes’udî’ lakabıyla çağrıldı. Hicrî IV. yüzyılda Irak’ta yaşamış seçkin tarih­çilerden biridir. Bağdat’ta doğdu, Mısır’da Fustat (Kahire)’ta öl­dü. Tahsilini Bağdat’ta tamamlayan Mes’udî, tıpkı selefleri gibi ilim tahsili için çeşitli ülkelere yolculuk yaptı.

Mes’udî, ünlü “Murûcu’z-Zeheb” ve “Kitabut-Tenbih”in yaza­rıdır. Abbasiler devrinde yaşayan Mes’udî, ünlü sahabi Abdullah bin Mes’ud’un soyundan gelen seçkin bir tarihçidir.

Hicrî III./M. IX. yüzyılın sonlarında Bağdat’ta doğan Ebû’l-Hasan Ali el-Mes’udî, eğitim amacıyla Fars, Hind, Filistin, Şam, Mısır ve Endülüs’te bu­lundu. Buralarda tarih ve coğrafya ile ilgili rivâyetleri topladı. Mes’udî’yi ünlü yapan, ‘Murûcu’z-Zeheb’i meydana getirdi. Mevzu bahis olan milletlere ve devletlere göre bölümlere ayrılan Murûc, iki ana bölümden oluşur: İslâm öncesinde mevcut olan kavimler ve durumları, kozmoğrafya ve coğrafya meseleleri ile Abbasi Halifesi El-Muti’lillah devrine kadarki İslâm tarihini ihtiva eder. Mes’udî’nin bu ünlü eseri B. de Meynard ve P. de Courteille tarafından, “Les Priaires d’Or” (Paris 1861-1877) adıyla Fransızca’ya çevrildi. Diğer değerli eseri “Et-Tenbih” de, Carra de Vaux tara­fından, ‘Le Livre de l’Avertissement’(Paris 1897) unvanı ile aynı dile aktarılmıştır.

İbn Abdi’l Hakem (öl. 257/871): Ebû’l-Kasım Abdurrahman b. Abdi’l-Hakem, Mısırlı olup seçkin bir aileye mensuptur. Eserleri bi­ze kadar ulaşan Mısır ve Kuzey Afrikalı en eski tarihçilerden biri­dir. Babası Abdu’l-Hakem, zamanında Mısır’ın hadis ve fıkıh saha­sındaki bilgin kişilerindendi.

214 / M.830’da ölen Abdu’l-Hakem, sa­hip olduğu ilim ve irfan sayesinde, Mısır’da, Malikî mezhebi imamı oldu, Mısır kadısının da danışmanlığını yaptı. Muhammed, Abdu’l-Hakem, Sa’d ve Abdurrahman adlarındaki dört oğlu, Mısır’ın seçkin bilginleri arasında yer aldı. Abdurrahman ise ünlü bir tarihçi oldu. O, 871’de Fustat (eski Kahire)’ta öldü. Hadis ilmiyle alakalı bir eseri bulunan Abdurrahman’ın en önemli kitabı, Mısır ve Kuzey Af­rika’nın fethiyle ilgili eseridir. “Futûhu Mısr ve’l-Mağrib” adını taşı­yan eser, onun geniş bilgisine delil teşkil eder, ancak eserde, tıpkı en eski öteki tarih kitapları gibi fikrî tenkitçilik yoktur. Büyük bir özenle rivâyetleri ve olaylarla ilgili bilgileri toplamışsa da haberleri karşılaştırma, olayları da eleştirme yoluna gitmemiştir.

İbn Yahya es-Sevlî (öl. 335/946): 335/946’da Basra’da ölen Ebû Bekr Muhammed, Hicrî IV. yüzyılın üç büyük bilgininden biri­dir. Bir bakıma İslâm bilginlerini temsil eden bu ilmî şahsiyetler, felsefeci Farabî, matematik ve heyet ilimleri bilgini Emir Ebû Nasr b. Erk, tarihçi ve edebiyatçı Es-Selvî veya Es-Sûlî idi. Es-Sevlî’nin Abbasiler tarihiyle ilgili eseri meşhur olduğu gibi, edebiyat sahasında da kıymetli eserler vücuda getirmiştir.

Es-Sevlî, Cürcan’ın seçkin ailelerinden birine mensuptur. Dedesi Sevil Tekin, Cürcan’ın tanınmış emirlerindendir. Emeviler zamanında askerî alanda büyük başarılar gösterdi.

Amcası İbrahim b. Abbas es-Sevlî ile beraber Arap edebiyatı ve dili ile tarih ilmine büyük hiz­mette bulunan Es-Sevlî’nin en meşhur eserleri, “Tarihu’l-Abbassiyyin” ile “Ahbaru’l-Karamıta”dır.

El-Makdisî: Hicrî IV. yüzyılın seçkin bilginlerindendir. Hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Onun Filistin’de doğ­duğu, 355-356/966’da Sicistan (Büst)’da yaşadığı bildirilir. Sicistan’ın yönetimi bu sırada, Âl u Âsuman’da, Mansur b. Nuh’taydı. Mansur’un vezirlerinden birinin isteği üzerine, “Kitabu’l-Bed’i ve’t-Tarih”i Büst’te kaleme aldı. Ancak bu kitap, ötedenberi ünlü filozof El-Kindî’nin öğrencilerinden El-Belhî (öl. Hicrî 322)’ye isnad edildi. Oysa kitabın 355-356 yılında el-Makdisî tarafından yazılmış olduğu birçok araştırıcı tarafından ispat olunmuştur. ‘Kitabu’l-Bed’i ve’t- Tarih’ hem bir siyaset tarihi hem de dinler ve medeniyet tarihi kitabıdır. Hemen hemen bütün İslâm ilimlerine yer veren eser, 22 bölüm­den meydana gelir, çeşitli dinler ve taraftarlarıyla İslâm mezhepleri tarihi (19 bölüm içerisinde) hakkında önemli bilgiler verir. Hicrî 350’ye kadarki olayları öz olarak içeren ‘Kitabu’l-Bed’i, Fransız yazar H. Clamen tarafından, Damad İbrahim Paşa kütüphanesindeki tek nüsha istinsah edilerek ve Fransızca çevirisiyle beraber, 5 cilt hâlinde Paris’te yayımlanmıştır.

İbn Nedim (öl. 386/996): Ebû’l-Ferec Muhammed b. İshak b. Ebû Ya’kub’un hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. O, kendi tü­ründe eşsiz bir eser olarak değerlendirilebilecek “Fihrist” adlı ünlü kitabı ile tanınır. İslâm ilimlerinin Hicrî III. yüzyıldaki durumu hak­kında en güvenilir bilgileri içeren eserin en büyük özeliği; kaybolan, yok olan veya yakılan pekçok eserin adlarını, yazarlarını ve muhte­vasını bize tanıtmasıdır. İbn Nedim’in Fihrist’i 378/988’de yazılmıştır. İbn Nedim de eserin telifinden 8 yıl sonra 386/996 yılında vefat etti.

Fihrist, yalnızca bir katalog olmayıp pekçok tarihî bilgi ihtiva etmektedir. Hicrî IV. yüzyılın ortalarına kadarki İslâm düşünce ve uygarlık tarihi içinde ayrı bir önemi vardır. On makaleden oluşan eserin, 9 ve 10. makaleleri İslâm tarihi ve dinler tarihi konularına ayrılmıştır; bazı mezhepler hakkında da ilgi çekici bilgiler vardır. Gustave Flugel, bu çok önemli eseri, Miladî 1871’de neşretti; eserin Köprülü Kütüphanesinde bir yazma nüshası vardır.

İbn Hüseyin el-Beyhakî (386-470/996-1077): Horasan’ın Bey- hak nahiyesine bağlı Harisabad’da doğdu. Çocukluğundan itibaren Sebuktekin oğullarının hizmetinde bulundu.

Gaznelilerin en buhranlı döneminde yaşadı, işte Gaznelilerin ve özellikle de Sultan Ferahzâde döneminin bu karışık durumunu yazmaya başladı. Fakat eserin önemli bölümü Moğol istilası üzerine yok oldu; bu otuz ciltlik eser­den sadece beşinci cildin sonundan 10. cilde kadar olan bölümler kaldı. İşte bu 5 ciltlik bölüm Gazneli Sultanı Mes’ud’un iktidarı za­manında (421-432/1030-1041) meydana gelen olayları kapsar. “Tarihu Beyhakî", Gazneli devletinin dâhili ve harici işlerini yakından bilen birisinin hatıra defteri durumundadır. Bu durumu ile Beyhakî Tarihi belirtilen dönem ve devlet için çok önemli bir tarihî belgedir. Morlay, onu 1862’de, “Bibliothecas Indias” serisi içerisinde neşretti.

İbn Miskeveyh (öl. 421/1029): Rey’de doğdu; Muizuddevle’nin veziri Ebû Muhammed Muhellebi’nin aracılığı ile saraya intisab etti. Çok kişi ondan İslâm ilimlerini öğrendi. İbn Miskeveyh, “Tecâribu’l-Umem ve Teakibu’l-Himem” adlı eserin yazarıdır. Ebû Ali Ahmed b. Miskeveyh, büyük bir titizlikle ve bilinçle yazdığı bu eserinde akıl­cı eleştiricilik metodunu uyguladı. Eser, Halife Adudeddevle’nin ölüm tarihi olan Hicrî 372’ye kadar ki olayları kapsar.

Hicrî IV. yüzyıl olayları hakkında bizi en iyi şekilde aydınlatan eserlerden biri olan ‘Tecâribu’l-Umem’, büyük bölümü ile İran tarihine aittir ve İran mil­liyetçiliği temayülü ile kaleme alınmıştır.

İbn Miskeveyh, ahlak, mantık, matematik ilimleri ile Meğazî konularında da birçok kitap yazmıştır. "Kitabu Âdabi’l-Arab ve’l-Furs”, ‘Kitabu Tertibi’s-Saade”, “Kitabu’s-Siyase”, "Kitabu’s-Siyer” bunlardandır. Son devir araştırıcılarından Gibb, ‘Tecâribu’l-Umem’i de kendi adıyla anılan seri içerisinde yayımlattı. Bütünüyle İngilizce olan bu yayımının yanısıra eser Mısır’da da 5. ve 6 ciltleri F. Zeki el-Kürdî tarafından, İbn Cerir tarihine zeyl olarak yayımlandı. Zeylleri olan eser, Hicrî III.- IV. yüzyıllar için çok önemli bir kaynaktır.

İbn Saîd el-Endulûsî (öl. 426/1034): “Tabakâtu’l-Umem” adın­daki medeniyet tarihi mahiyetindeki eserin yazarıdır. Hindu, Yunan, Yahudi ve Arap gibi çeşitli milletlerin sosyal yapıları, uygarlık ve bi­limsel durumları itibarıyla inceler ve aralarıdaki gelişme-olgunlaşma yönündeki farklılıkları gösterir. Tabakâtu’l-Umem, El-Kıftî ve İbn Ebî Useybia gibi bilim tarihi bilginlerince kaynak olarak kul­lanılmıştır.

Birûnî (öl. 443/1050): Ebû Reyhan Muhammed b. Ahmed el- Birûnî, Harezm’in Başkenti Kas’da doğdu. “Tahdidu Nihayeti’l- Emâkin” adlı eserinin incelenmesi sonucunda, adının Beyrûnî olması ge­rektiği ileri sürülmüştür.

Anlatımlarında arkeoloji, jeoloji ve eko­nomi etkenlerine önem verir. Tarihe İsrailiyatın ve asılsız haberlerin girmesine karşıdır. Olayları, din ve milliyet duygularının tesirinden uzak olarak ve tarafsız bir anlayışla yazmanın zorunluluğuna ina­nır. Beyrûnî, Hind kültür ve medeniyet tarihine dair yazdığı, “Kitabu Mâli’l-Hind” adlı eserini böyle bir anlayışla meydana getirdi. Bu kitabında, tarihçiliğin ilkelerinden söz eden yazar, tarih yöntembilimi ve felsefesini, ayrıca “El-Asâru’l-Bâkiye”, “Kitabu’l-Cemâhir fî Marifeti’l-Cevâhir” ve “Tahdidu Nihayeti’l-Emâkin” adlarındaki eserle­rinin ‘mukaddime’lerinde açıklar.

Ona göre, tarihte gerçeği ortaya çıkarmanın yolu, akılcı deliller veya belgeler ile eldeki verileri görülüp duyulan şeylerle karşılaştır­madır. Aynı şekilde olaylar, değişik dinlere mensup kişilerin dinî ve millî görüşlerinin ötesinde kalan bir anlayışla açıklanmalıdır. El-Birûnî, bencilliği, ırkçılığı ve aşırı taassubu; tarihî gerçeklerin ortaya çıkmasını engelleyen unsurlar olmaktan kurtarmak gerektiğine ina­nır. Tarihî araştırmalarda rivâyetleri karşılaştırmanın ve eleştirme­nin kaçınılmaz olduğunu söyler. Böylece Hicrî V./ M. XI. Yüzyılda, günümüz tarihçiliğinde geçerli yöntem olan tarih metodunu ortaya ko­yanlardan biri olur.

İbn Asâkir (öl. 571/1176): “Tarihu Dımışk” adlı ünlü eserin sahibidir. İlk iki cildi doğrudan Dımışk’a ayırılan bu hacimli eserin; öteki ciltlerinde Dımışk’da yaşamış melikler, idareciler ve bilginler­den söz edilir. İbn Asâkir’in bu kıymetli eseri El-Bağdadî’nin (öl. 463/ 1070), “Tarihu Bağdad ev Medinetu’s-Selâm” adlı ondört ciltlik bü­yük hacimli tarihî eserin geliştirilmiş ve birçok yönleriyle genişle­tilmiş şeklidir. Bilgisi ve yazılarıyla zamanının yöneticilerinin yakın ilgi ve desteğini gören İbn Asâkir, tarih rivâyetçiliğine hadis metodu­nu tesir ettirmiş görülmektedir.

İsfehânî (öl. 356/967): Arap edebiyatının müstesna isimlerin­den Ebu’l-Ferec Ali b. el-Huseyn el-İsfehânî, Hicrî 284/897’de İsfehân’da doğdu. Zeydî olduğu belirtilen İsfehânî Arap asıllıdır. Miladî 967’de Bağdat’ta vefat eden İsfehânî’nin önemli eseri, 21 ciltlik “Kitabu’l Ağanî”sidir. Hicrî VII. yüzyılda tarihçi Celaleddin b. Vasıl el-Hamevî tarafından, “Tecrîdu’l-Ağanî” unvanı ile ihtisar edildi ve iki cild hâ­linde basıldı. Önemli sayıda şiirlerin de yer aldığı eserde birtakım güvenilmeyen rivâyetlerin mevcudiyeti ile Şiîlik yanlısı bakış ve an­latım dikkati çeker.

Es-Sem’anî (öl. 562/1167): Ebû Saîd Abdülkerim es-Sem’anî, Hicri VI. yüzyılda (506/1113) Horasan’ın Merv ilinde doğdu. Hadis ve tarih ilimlerinde kendisinden övgüyle söz edilen bir isim oldu. Bu iki ilme katkısından dolayı kendisine, “Tâcu’l-İslâm” lakabı verildi. Dedesi Ebû’l-Muzaffer Mansur es-Sem’anî de büyük fakihlerdendi. Temim oğullarının Seman koluna mensuptu. Tahsilini devrin en önemli ilim ve kültür merkezlerinden Merv’de yaptı. El-Bağdadî’nin 40 ciltlik Bağdat tarihine 15 ciltlik zeyl yazdı. “Kitabu’l-Ensâb” adın­da bir kitap daha yazdı ki, bir tarih ve coğrafya kataloğu duru­mundadır ve Asya tarihi yönünden çok önemlidir. O, vatanı Merv beldesinin geniş bir tarihi olarak 20 ciltlik bir eser daha yazmıştır.

İbnu’l-Esîr (öl. 630/1233): Ebû’l-Hasan İzzeddin Ali b. Ebi’l-Kerem Muhammed el-Cezerî, Hicrî VI. yüzyıl tarihçilerindendir. 555 yılında Musul yakınındaki İbn Ömer Cezire’sinde doğdu. Ebû’l-Kerem’in; Mecûduddin, İzzuddin ve Ziyâuddin adlarındaki üç bilgin oğlundan biridir. Doğu’nun üç seçkin bilgini olan ve doğdukları ka­sabanın adını her tarafta duyuran bu üç kardeş tarihte, “İbnu’l-Esîrler” diye ün yaptılar. Tahsillerini Musul’da yaptılar. Mecûduddin özellikle hadis sahasında, küçük kardeş Ziyâuddin şiir ve inşaa ilmin­de, İzzuddin ise tarih ilminde meşhur oldular.

Önemli tarihî olayların meydana geldiği yerleri dolaşarak Abbasiler devrine ait geniş bilgi toplayan İbnu’l-Esîr (İzzuddin), ay­rıca tıpkı İbn Hallıkan gibi, devrin ünlü tarihçileriyle görüştü. O, Musul’da münzevi bir yaşayıştayken, İslâm dünyasına hediye ettiği; “Kitabu’l-Ensab”, “Üsdu’l-Gâbe fî Ma’rifeti’s-Sahabe” ve “Tarihu’l-Kâmil” adlarındaki ünlü eserlerini yazdı.

Tarihu’l-Kâmil adlı eseri, onu Doğu’da ve Batı’da büyük ün sahibi yaptı. Eser, insanın yaratılışı ile başlayan ve Hicrî VII./ M. XIII. (628/1230’a dek) ortalarına kadar cereyan eden olayları kapsar. Hâdiseleri, konu­larına ve tarihî sıralarına göre tertip ederek zikreder. El-Kâmil, Türk-İslâm tarihi yönünden ayrı bir önemi haizdir. Bu önemli eser, Fran­sız yazar Slan tarafından Fransızca’ya tercüme edilip orijinal met­niyle birlikte neşredildiği gibi, 1290 tarihinde de Mısır’da basıldı.

Üsdu’l-Gâbe adlı eserinde, 7.500 dolayındaki sahabînin biyog­rafisini veren İbnu’l-Esîr’in, “El-Bakır fî Tarihi’d-Devleti’l-Atabekiye bi’l-Musul” adında bir tarih kitabı ile Musul Atabek Devletini müsta­kil olarak ele aldığı görülür.

İbnu’l-Esîr, rivâyetlerinde genellikle Taberî’ye dayanmakla bir­likte, bazen onu harf harf takip eder, bazen de ondan ayrılır. Öte yandan o, rivâyetlerinde isnadları ve râvî isimlerini zikretmez ve bu konularda açıklamada bulunmaz. Bazı kapalı haberlerini, şiirlerle ri­vâyetler arasında uyum sağlamak yoluyla açıklamaya çalışan İbnu’l-Esîr, Endülüs ve Mağrib tarihi hakkında oldukça geniş bilgiler ver­diği gibi, Taberî’nin ölümünden (H. 310) Hicrî 623 yılına kadar olan dönemdeki olayları ve rivâyetleri de ilk defa kitabında topladı.

İbn Hallikan (608/1211): Şemseddin Ebû’l-Abbas Ahmed b. İbrahim b. Ebî Bekr, 608/1211 yılında Ermil’de doğdu. Babası, Muzafferiddin b. Zeynuddin tarafından Ermil’de kurulan, “Muzafferiyye Medresesi”’nin müderrislerindendi. İbn Hallikan ilk tahsilini bu medresede yaptı. Ayrıca, Ümmü’l-Müeyyid en-Neysâburî adındaki bilgin kadından ilim öğrendi ve icazet aldıktan sonra, Şeyh Salih b. Hibetullah’tan da hadis dersleri aldı. Hicrî 621’de, 14 yaşlarındayken Buhârî’yi tamamlamayı başardı. 18 yaşındayken ilim öğrenmek ama­cıyla çeşitli yerlere seyahat etti, Haleb ve Şam’a gitti. Tahsilini ta­mamladıktan sonra Şam kadılığına tayin olundu. İslâm dünyasında yetişen ünlü bilginleri ve eserlerini ihtiva eden, “Vefayâtu’l-Iyan” adlı eseri ile ün yaptı. 1256’da yazmaya başladığı eserini 1274’de ta­mamladı. Hicrî I. yüzyıldan sonra yetişen seçkin Müslüman bilgin­leri ve eserlerini ihtiva eden bu önemli eser, Wustenfeld tarafından Goettingen’de basılmıştır.

Ez-Zehebî (öl. 748/1348): Soyu Temim oğullarına dayanan Ebû Abdullah Muhammed ez-Zehebî Türkmen asıllıdır. Hicrî 673 / M. 1274’de doğdu, 748/1348’de Şam’da vefat etti. Hicrî 700 yılına kadarki olayları kapsayan ve henüz basılmayan 12 ciltlik, “Tarihu Devleti’l-İslâm” adlı eseriyle ün yaptı. Gerek İslâm tarihi gerekse hadis ta­rihi yönünden fevkalâde önemli olan, "Siyeru A’lâmi’n-Nübelâ” adlı muhteşem eserin de yazarı olan Zehebî, tarihte ve hadiste üstaddır. Zamanının ünlü ilim adamlarından ilim öğrendi, eğitim ve öğretim amacıyla Mısır, Hicaz ve Şam’a seyahatler yaptı. Ayrıca siyasî tarih öğrenen Zehebî, önceki tarihçilerin yazdıkları ta­rih kitaplarının büyük çoğunluğunu gözden geçirdi. O, eserlerinde İslâm tarihini başlangıcından zamanına kadar olan dönemde bütün yönleriyle incelemeye çalıştı. Tarihî eserlerinin tertibi “tabakât” tar­zında olan Zehebî, elliden fazla eser yazdı. 40 tabakaya ayrılarak yazılan Siyerü A’lâmi’n-Nübelâ, Peygamber (s.a.s.)’in zamanından itibaren yaşamış olan seçkin İslâm bilginlerinin ve sahabîlerin biyog­rafilerini kapsar.

Hadis ilmindeki metodunu tarihte de uygulayan; tarihteki olayları, rivâyetleri ve senetleri çeşitli yön­lerden geniş bir eleştiriye tâbi tutan Zehebî’ye göre, tarih kavramı güçlü bir şekilde hadise bağlıdır.

Ebû’l-Fidâ (öl. 732/1331): “El-Muhtasar fî Tarihi’l-Beşer” isimli dünya tarihi ile “Takvimu’l-Buldân” adlı coğrafya kitabının yazarı­dır. Özellikle İbnu’l-Esîr’i kaynak olarak kullanan Ebû’l-Fidâ’nın ki­tabı; insanlık tarihinin yaratılıştan, 729/1329 tarihine kadar olan dö­neminin özlü bir takdimi mahiyetindedir.

Es-Subkî (öl. 777/1370): Şafiî fakihlerinden olan Tacuddin Ebû Nasr Abdulvehhab b. Takiyyuddin es-Subkî, “Tabakâtu’ş-Şafiiyye” isimli eserinde ‘tarihçiler için kaide’ diye bir bölüm ayırır ve burada tarihte usûlden söz eder. Tarihçinin nasıl olması gerektiğini belirtir ve özelliklerini sıralar: Tarihçi tarafsız ve doğru sözlü olmalı, başka­larından rivâyet ederken harf harf rivâyet etmelidir. Rivâyetlerin yal­nızca manalarını alıp kendi beğendiği ibarelerle yapmamalı, naklet­tiği rivâyetleri tenkide tâbi tutmalı ve senetleriyle birlikte zikretmelidir. Olayların sebeplerini iyi bilmeli ve rivâyetlerin doğrularını, yanlışla­rından ayırabilecek bilgi ve metoda sahip olmalıdır. Ayrıca tarihçi, övme veya yerme yoluna gitmemeli, yorumlarını doğru yapmalı, hü­kümlerinde ihtiyatlı olmalı ve itidalden ayrılmamalıdır. Açıklama ve değerlendirmede kendi gördüklerine ve bildiklerine değil, baş- kalarının rivâyetlerine ve bilgilerine dayanmalıdır. Es-Subkî, her ne kadar müstakil bir tarih kitabı yazmamışsa da adı geçen kitabı­nın ilgili bölümünde, tarih yöntembilimi ve felsefesi yönünden önemli bilgiler sunmuştur.

İbn Kesir (öl. 774/1373): Ebû’l-Fidâ İsmail, “El-Bidâye ve’n-Nihâye fi’t-Tarih” isimli kitabın yazarıdır. Zehebî ve bazı Şamlı fakihlerin talebesi olan İbn Kesir’in, yaratılıştan Hicrî VII. yüzyılın ortalarına kadar olan dönemde, dünya tarihinin takdimi olan eseri, Pey­gamber (s.a.s.)’in hayatına çok uzun bir bölüm ayırır. El-Bidâye ve’n-Nihâye, Eyyubîler ve Memlûkîlerin seçkin bir kroniği ile son bulur.

İbn Haldûn (öl. 808/1407): 732/1332 tarihinde Tunus’ta doğdu; Hadramut’lu olup daha sonra Endülüs’e oradan da Tunus’a gelen bir aileye mensuptur.

Seçkin Müslüman sosyolog ve tarihçi Abdurrah­man Muhammed b. Haldûn, ünlü hükümdar Timurleng’in yakınlık ve yardımlarına mazhar oldu. 808/1406’da Kahire’de vefat etti

İbn Haldûn, tarih yöntembilimini ve felsefesini müstakil olarak ele alan ilk Müslüman tarihçidir denebilir. O, “Kitâbu’l-İber”’in “Mu­kaddime” adını taşıyan ve kendini şöhret yapan bölümünde, bu konu­lardaki görüşlerini açıklar. Bir yandan şahsî müşahedelerini esas alan, diğer yandan ilk tarihî kaynaklardan yararlanan İbn Haldûn, başlangıçta geniş bir Kuzey Afrika tarihi, özellikle de “Berberî Ta­rihi” yazdı. Daha sonra da bunu genişletti ve geliştirip genel İslâm Ta­rihine dönüştürdü.

İbn Haldûn, birçok dile çevrilen ve pekçok baskıları yapılan bu ünlü eserinde, özellikle bir eleştiricidir. Fikirleri ve açıklamaları ken­di içtihad ve müşahedelerinin ürünüdür. O, eleştiriye dayanan bir anlayışla hem kaynakları hem de rivâyetleri ve olayları eleştirir. Olaylar arasında sebep ve sonuç yönünden ilişkiler kurar. İslâm tarihinde yapılan tahrifleri ve sonuçlarını, asılsız rivâyetleri ve gü­lünçlüklerini misaller vererek uzun uzun anlatır. Aynı şekilde temelini eleştiriciliğin oluşturduğu tarih yöntemini de “Mukaddime” de uzunca açıklar.

Bilimsel ve eleştirici tarihçiliğin kurucularından, tarih felsefesi­nin önde gelen isimlerinden olan İbn Haldûn, yalnızca olayları ele alıp olduğu gibi nakleden ‘nakilci veya rivâyetçi tarihçiliğe’ karşı­dır. Bu anlayışla tarih yapanları sert bir dille eleştirir.

Makrizî (öl. 845/1442): Takiyyuddin Ahmed el-Makrizî, “Kitabu’l-Mevâiz ve’l-İtibâr bizikri’l-Hıtat ve’l-Asâr” adlı medeniyet tarihi kitabının yazarıdır. 766/1364’de Makriz’de doğdu. Babası ve dedesinin seçkin Hanefî fakihlerinden olmalarına karşılık, o Şafiîliği benimsedi ve Hanefîliğe karşı oldu. Birkaç defa hacca gitti ve uzun süren bir hastalıktan sonra 845/1442’de Kahire’de vefat etti. Çeşitli ilim dallarında birçok eser yazdı. Özellikle Mısır uygarlık tarihine ayrılan eserinde çeşitli kabilelerin ve ailelerin sosyal ve ekonomik yapılarından, gele­nek ve göreneklerinden, törelerinden ve bayramlarından, idarî du­rumlarından ve idarecilerinden uzunlamasına söz eder. Makrizî, Mı­sır’ın ilk çağlardan Miladî XV. yüzyıla kadarki ekonomik tarihinden söz eden, “İğasetü’l-Umme bi keşfi’l-Gimme” adlı bir ekonomi tarihi­nin de yazarıdır.

Bürdî (öl. 874/1469): Ebû’l-Mehâsin b. Tağarri el-Bürdî, Maşrizî’nin tilmizidir. “Kitabu’n-Nucûmı’z-Zahire fî Mulûki Mısr ve’l-Kahire” adındaki eseri, İslâm fetihlerinden Hicrî IX. yüzyıla kadarki Mısır tarihini ihtiva eder. Aynı şekilde İbn Hacer el-Askalanî (öl. 852/1449) de, “Tarihu Mısr fî Ahdi’t-Tulûniyyîn ve’l-İhşidiyyîn isimli eserinde, Mısır tarihini geniş olarak inceler.(*)

En eski İslâm Tarihi kitaplarına örnek olmaları yönünden en tanınmış olanlarını sunduğumuz bu eserlerin yanında, İslâm tarih­çiliğinde önemli yeri olan birçok başka eser ve kaynak vardır. Cemaluddin Ebû’l-Hasan Ali b. Yusuf el-Kıtfî, “Ahbaru’l-Ulemâ biahbâri-Hukemâ” adlı kitabında Hicrî VI. yüzyıla kadarki dönem­de yaşamış olan seçkin İslâm tarihçilerini bizlere tanıttığı gibi, M. Şemseddin Günaltay’ın “İslâm’da Tarih ve Müverrihler” isimli eserinde de tarihçilik ve İslâm tarihinde yöntem arayışı konusundaki öz­lü açıklamaların yanısıra, seçkin Müslüman tarihçilerin ve tarihî eserlerinin -biyografik seviyede- müstakil olarak ele alındığını görmekteyiz. Ayrıca, ilk İslâm tarihi kaynakları hakkında giriş bö­lümünde öz bilgiler vermek, İslâm tarihi ve Siyer yazarlarında bir gelenek hâlindedir.

Öz biyografik bilgilerle tanıtmaya çalıştığımız bu kaynakları­mızın yanısıra, ‘Ansiklopedik sözlük’ durumundaki tarihî eserlerle Müslüman seyyahların yazdıkları seyahatnameler, teracim ve hatırat kitapları, İslâm tarihinin önemli kaynaklarını oluş­tururlar. Özellikle seyyahlar, gezdikleri ülkelerde gördüklerini ve duyduklarını bütün ayrıntılarıyla ‘rıhle’ (seyahatnâme) adındaki eserlerinde yazdılar. Bu ülkeleri ve yerleşim merkezlerini hem tari­hî ve coğrafî özellikleri, hem de idarî, siyasî, içtimâi, iktisadî ve kültürel durumlarıyla en iyi bir şekilde tanıttılar.

Yakut ve el-Hamevî (öl. 626/1229)’nin, “Mu’cemu’l-Buldan”ı ve “Mu’cemu’l-Udebâ”sı; İbn Ebî Usaybia (öl. 668/1270)’nın, “Tabakatu’l Etıbbâ”sı;

(*) Klasik dönem İslâm Tarihçileriyle ilgili öz biyografik bilgiler vermek, son yüzyıllar tarih araştırmacılarının yaygın bir geleneğidir. Biz de son devirlerde yazılan bu kitaplardan, özellikle de Mevlânâ Şiblî’nin Asr-ı Saadet; Hovoritz’in "el-Meğâziu’l-Ûlâ ve Muellifûha”; M. Şemseddin’in “İslâm’da Tarih ve Müverrihler”; M. Hamidullah’ın “Sîretubnu İshak”a yazdığı “Mukaddime”; H. Gazi Yurdaydın’ın “İslâm Tarihi Dersleri”; Z. Kitapçı’nın “Yeni İslâm Tarihi ve Türkistan”; F. Sezgin’in “Buhârî’nin Kaynakları” ve Z.V. Toğan’ın “Tarihte Usûl adlı kitaplarından yarar­lanarak aynı geleneği sürdürdük.

Hacı Halife (öl. 1067/1657)’nin “Keşfu’z-Zunûn”u Ansiklopedik Sözlük mahiye­tindeki tarihî eserlere örnektir.

İbn Batuta (öl. 779/1377)’nın “Tuhfetu’n-Nuzzar fî Garâibi’l-Emsâr ve Acâibi’l-Emsâr”; Evliya Çelebi (öl. 1611-1682)’nin “Seyahatnâme”; Et-Temgurûti (öl. 195/1003)’nin “En- Nefhatu’l-Miskiyye fi’s-Sefareti’t-Türkiye”; El-Ayyaşî (öl. 1090/1679)’nin “Mâu’l-Mevâid” adlarındaki seyahatnameleri de rıhle türün­den tarihî kaynaklara misaldir.

İbn Meryem’in “El Bustân fî zikri’l-Evliyâ ve’l ulemâ bi-Tlemsân”; Yefrinî’nin “En-Nüzhetü’l-Hadî fî ulemâi’l Hadis” i; Er-Râşidî’nin “Es-Sağru’l-Cemanî” isimli eserleri de terâcim ve hatırât ki­taplarına örnek gösterilebilir.

Öte yandan, Milâdî XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın başlarından itibaren İslâm Tarihi alanında, öteki ilim dallarında ol­duğu gibi önemli sayıda inceleme ve araştırmanın yapıldığı gözlen­mektedir. Mevlânâ Şiblî’nin “Asr-ı Saadet”; Muhammed Hamdul­lah’ın “İslâm Peygamberi”, “İslâm’da Devlet Anlayışı" ve “Hz. Peygamber’in Savaşları”; Corci Zeydan’ın “Tarihu Temeddüni’l-İslâm” ; Hasan İbrahim Hasan’ın “Tarihu’l-İslâmî”; İzmirli İsmail Hak­kı’nın “Tarih-i İslâm” ve “Siyer", Ahmed Emin’in “Duha’l İslâm” ve “Fecru’l-İslâm”; M. Asım Köksal’ın “İslâm Tarihi”; Watt’ın Hz. Muhammed Mekke’de” ve “İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri”; M. Lings’in “Hz. Muhammed’in Hayatı”; Zekai Konrapa’nın “... Pey­gamberimiz” adlarındaki eserleri ve benzerleri ile Hasan Munis’in, Endülüs tarihiyle ilgili çalışmaları; Abdülcelil Temimi, Ebû’l-Kasım Sadullah ve Abdurrahman el-Ciylalî, Tevfik el-Medenî gibi yazar­ların Kuzey Afrika ile alakalı tahkikleri; Brookelmann ve F. Sez­gin’in kronolojik tarihle ilgili çalışmaları; Prof. Dr. Mustafa Fayda’nın II. Halife Hz. Ömer devri ile ilgili araştırmaları; çağımızda İslâm tarihi alanında yapılan inceleme ve araştırmaların başlıcaları olarak zikredilebilir.

Yusuf el-Işş’ın “Ed-Devletu’l-Emeviyye” ve Abdülaziz Salim’in “Tarihu Devleti’l-Arabiyye” adlarındaki araştırmaları da siyasî ta­rihçiliğe örnek gösterilebilir. Burada günümüzde tarihçilik yönün­den çok büyük bir önemi olan süreli yayınların varlığına ve çok­luğuna, insanlık tarihinin bilim, kültür, sosyal ve ekonomik yönleri­ni tümüyle kucaklayacak büyük bir yaygınlığa kavuştuğuna, dola­yısıyla tarih araştırıcılarına büyük faydalar sağladığına işaret et­mek isteriz.

Son olarak, İslâm tarihinin büyük bir bölümünü teşkil eden Türk İslâm Tarihiyle ilgili olarak yapılan ve sayıları günümüzde gittikçe artan inceleme ve araştırmaların varlığına ve çokluğuna işaret etmek uygun olacaktır.

Prof. Dr. H. Gazi Yurdaydın, “İslâm Tarihi Dersleri” (Ankara 1988) adlı kitabının girişinde, Türk-İslâm Tarihi alanında yapılan çalışmaları -dönemlere göre sınıflandıra­rak- tanıtır. (ss. 1-18); Gazneliler devri olan 963-1186 dan başlayıp Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları (1071-1308) yoluyla de­vam eden kaynakların tanıtımı bölümü, Osmanlı devri (1299-1923) kısmında daha geniş olarak sürdürülür. (II. Murad devri, Fatih devri, Yavuz devri, Kanunî devri vb.) Bu dönemlerin tarih­çileri eserleriyle birlikte takdim edilir.

Ayrıca, merhum Osman Turan’ın “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi”; Bahaaddin Ögel’in “Türk Kültür Tarihine Giriş”; İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın ve Enver Ziya Karal’ın “Osmanlı Tarihi”; Hammer’in “Devlet-i Osmaniye Tarihi”; Mustafa Nuri Paşa’nın “Netayicu’l-Vukuât” adlarındaki eserleriyle, Kâtib Çelebi, Karaçelebizâde, Abdurrahman Şeref Bey, Cevdet Paşa, Lütfi Efendi, Zeki Velidi Toğan, Fuad Köprülü, F. Sümer, M. Akdağ, C. Cahen, Robert Mantran, H. Lammens, Bernard Levis ve benzeri yazarların ince­leme ve araştırmaları ile Hakkı Dursun Yıldız, Semiha Ayverdi, Zekeriya Kitapçı, Ahmed Yaşar Ocak, Ahmed Uğur, Bahaaddin Yediyıldız, Yaşar Yücel, Ali Sevim vb. tarihçilerimizin; Selçuklu ve Osmanlı dönemleri Türk Tarihi ile ilgili çalışmaları, İslâm-Türk Ta­rihini çeşitli yönleriyle ele alan ve tanıtan eserlerdir.

(1) İbn Haldun, “Mukaddimetu’bnu Haldun”, Dâru’l-Kalem, Beyrut-Lübnan 1978 1. bas. S. 3-4.
(2) Z. Velidi Toğan, Tarihte Usûl, İstanbul 1969, s. XV.
(3) Barthold-Köprülü, İslâm Medeniyeti Tarihi, Ankara 1977, s. 4.
(4) Zeki Velidi Togan, Tarihte Usûl, s. XVI.
(5) Ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 1, s. 82.
(6) Tecrid Tercümesi, c. 1, s. 90-91.
(7) Şurâ Sûresi, 7. Âyet.
(8) En’âm Sûresi, 92. Âyet.
(9) Muhammed Hamidullah, “Siretu’bnu İshak” (el-Meb‘as ve’l-Meğazî)’ın “Mukaddime”si s. d, z. Ayrıca bkz. İbn Abdilberr, El-İkdu’l-Ferid, 2/4546; Makrizî, “Fi’l-Haber ani’l-Beşer, reislik rütbesi bolümü –M. Hamidullah’tan naklen-
(10)İbn Hişam, Sîre, s. 191, 230. Kur’ân’ın bazı sûrelerinde, önceki kavim­ler ve hükümdarları hakkında geniş malumat verilir.
(11) Bakara, 251, 249; Âl-i İmran, 66-78; Hac, 47-48; Hûd, 6; Tâ-hâ, 29 vd. âyetler, bu hususta örnek teşkil ederler.
(12) İmâduddin Halil, İslâm’ın Tarih Yorumu, çev. Doç. Dr. Ahmet Ağırakça, Risale yay. İstanbul 1988, s. 8.
(13) Âl-i İmran, 66 ve devam eden âyetleri.
(14) Mazharuddin Sıddîkî, Kur’ân’da Tarih Kavramı, çev. Süleyman Kalkan, İstanbul 1982, s. 61 vd.
(15)Muhammed Hamidullah, Sîretu’bnu İshak, adı geçen Mukaddime, s.y.
(16) Hamidullah, adı geçen mukaddime, a.y.
(17) Mes’udî, Murûcu’z-Zeheb, 5/73-78.
(18) Krş. Belazûrî, Ensâbu’l-Eşraf, 1/506; Hamidullah, adı gegen mukaddime, s.y; İbn Sa’d Tabakât, 111/2, 148; Hamidullah, Sahifetu Hammam b. Münebbih, s. 3; H. Lammens, La Mecque à la Veille de l’Hegire, Beyrut 1924, s. 122; Talat Koçyigit, Hadis Tarihi, Ankara 1988, 3. bas. s. 20; Subhi es-Salih, Hadis tümleri ve Hadis İstılahları, s. 12 vd.
(19) Subhi Salih, adı geçen eser, s. 20-27.
(20) Aynı eser, s. 27.
(21) Ez-Zebîdî, Sahih-i Buhârî Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercümesi, c. 1, s. 220 vd.
(22) “Siyer” kelimesi, ‘sîre’nin çoğulu olup, davranış, gidişat anlamlarına gelir. Bu kelime, İslâm’dan önce, halk idaresindeki tutum anlamına ge­liyordu. Siyer kelimesinin anlamı, Radiuddin es-Serahsî ile farklılık gös­terir. O şöyle der: Sîre, İslâm hukukunda Peygamberin davranış şekli, özellikle savaştaki tutumu anlamına gelir. Binaenaleyh, uluslararası hukuk, yabancılarla kendinden olanlar arasında bir ayırım yapmak zorunlu olduğu savaş zamanlarında söz konusudur. Es-Serahsî, bu açıklamadan sonra kendi görüşünü şöyle belirtir: “Bil ki, siyer sîre’nin çoğuludur. Biz onu bu kitabın başlığı olarak kullandık, çünkü bu kitapta Müslü- manların savaş durumunda, müşriklerle ve gayrimüslimlerle vs. olan ilişkileri işlenir.” (Es-Serahsî, el-Mebsut, X, 2; el-Muhit, fol. 567a); ay­rıca bkz. Hamidullah, Avant-Propos dans le Commentaire de Sarakhsî sur Le Livre la Conduite de l’Etat de Muhammed eş-Şeybanî, s. IX-X; İbn Hişam, Sira, 1, 224; el-Maverdî, el-Ahkâmu’s-Sultaniyye, s. 235.
(23) Tecrid Tercümesi, c. 1, s. 2-3.
(24) Tecrid Tercümesi, 1, s. 3.
(25) M. Şemseddin (Günaltay), İslâm’da Tarih ve Müverrihler, s. 12.
(26) M. Şemseddin, adı geçen eser, s. 4; İbn Haldun, Mukaddime, s. 5, S. Ulu­dağ tercümesi, 207.
6)Yine tüm bilginlerden bilginlere veya sika râvilerden sika râvilere intikal eden fakat Hz. Peygamber’e kadar ulaş­mayan, yalnızca bir sahabi veya tâbiinin bir konudaki söz­lerine dayanan nakillerdir.
(27) İslâm Tarihi, Kültürü ve Medeniyeti, Hikmet yay. İst. 1988, 1, 14-15.
(28) Tecrid Tercümesi, 1, 95-96.
(29) İbn Haldûn, Mukaddime, S. 9-10, S. Uludağ terc. S. 27.
(30) Mukaddime, s. 10, S. Uludağ terc. S. 27.
(31) Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, çev. Ö. Rıza Doğrul, 1, 46-47.
(32) Mevlânâ Şiblî, aynı eser, 52-55; ayrıca bu konuda bkz. Hulefâi Raşidin böl.
(33) M. Hamidullah, Siretubnu İshak, mukaddime s. yb ve yt. Bu İlk Müslü­man Tarihçiler bk. bkz: İbn Nedim, (Ziyad b. Ebî Süfyan), Fihrist, s. 89; En-Nevevî, Tehzîbu’l-Emâ, 426 -Akîl b. Ebî Talib için-; Ebû Saffan Mahreme b. Nevfel için de aynı kitap, 543’e; bu tarihçilerin isimleri Vusteflend’in “Muverrihiy-el-Arab” adlı eserindeki listede yoktur.
(34) Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, s. 105 vd.
(35) Mevlânâ Şiblî, s. 30-55 arasına bkz; J. Horovitz, el-Meğâzîu’l-Ûlâ ve Muellifûha, 7 vd.
(36) M. Şemseddin (Günaltay), İslâm’da Tarih ve Müverrihler, İstanbul Evkâf-ı İslâmiyye mat. 1342/1240, s. 3-4.
M. Şemseddin, ilk meğazî ve si­yer yazarının hicrî 1. yüzyılda vefat eden Urvetüb’nü Zübeyr olduğunu söyler. Emevî saltanatının sonlarda bir ‘meğazî’ yazan Zübeyr hanedanı azatlılarından İbn Ebî Ayyaş’ın “İmamu’l-Meğazî” sayıldığını fakat İbn İshak’ın, devrin en önemli siyer ve meğazî âlimi olduğunu bildirir, s.13.
(37) İbn Haldun, Mukaddime, s. 4.
(38) Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, s. 52.
(39) Mevlânâ Şiblî, aynı eser, s. 53.
(40) İbn Haldun, Mukaddime, s. 5.
(41) Mukaddime, s. 5.
(42) Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, s. 53.
(43) Mevlânâ Şiblî, Asr-ı Saadet, s. 62.
(44) Mukaddime, s. 6-7.
(47) Ercüment Kuran, İlim ve Sanat Dergisi, Mart/Nisan 1989 sayısı (24), s. 55.
(48) F. Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihinde Usûl, T.T. Kurumu, Ankara 1966, s. 6-7.
(49) Z.Velidi Toğan, Tarihte Usûl, s. XV.
(50) Z. V. Toğan, aynı eser, s. XVI.
(51) Z. V. Toğan, adı geçen eser, s. XVI.
(52) Aynı eser, s. XVII.
(53) F. Köprülü, adı geçen eser, s. 6.
(54) Z. V. Toğan, aynı eser, XVII; F. Köprülü, adı geçen eser, s. 7.
(55) M. Şemseddin, İslâm Tarih ve Müverrihler, s. 5; Z. V. Toğan, XVIII. P. Lammens’in, ”Crovances et Institutions” (Beyrut 1926); G. Demombynes, “Les Institutions Musulmanes”; II. Laoust’un, “Les Schismes dans l’Islam” ; J. Ph. Charnay’in, “La Sociologie de l’Islam” adlarındaki eserleri bunlara örnek gösterilebilir.
(56) Fuad Sezgin, Muhadarât fî Tarihi’l-Ulûmi’l-Arabiyye ve’l-İslâmiyye, Arab ve İslâm İlimleri Tarihi Enstitüsü yayını, Metinler ve Araştırmalar dizisi, no: 1, Frankfurt 1984-1404, s. 151.
(*) Son yıllarda bazı İslâm ülkelerinde İslâm kültür ve medeniyet tarihi ile ilgili dersler, yükseköğretim seviyesindeki okullarda okutulmaya baş­lanmıştır. (Diyanet Dergisi)
(*) Merkezi İstanbul’da bulunan İslâm Tarih, Kültür ve Sanat Kurumunun son on seneden beri, özellikle İslâm Medeniyeti Tarihi konusunda önemli araştırmalar yaptığı ve değerli eserler yayınladığı gözlenmektedir. İslâm Konferansı Teşkilâtına bağlı olarak çalışan bu kurum, son yıllarda İslâm kültürüyle ilgili olarak fihrist ve katolog türünde bazı eserler de yayınlamıştır. (Diyanet Dergisi)
1948 yılında Kayseri’nin Taşlık Köyü’n­de doğdu. İlkokulu köyünde bitirdi. Orta ve lise tahsilini Ankara İmam-Hatip Lisesinde tamamladı. 1970 yılında Konya Yüksek İs­lâm Enstitüsünü bitirdi. Aynı yıl Nevşe­hir Lisesine Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğ­retmeni olarak atandı. Dört yıl Nevşehir Li­sesinde görev yaptıktan sonra Ankara Çan­kaya 50. Yıl Lisesine atandı. Ankara’da çe­şitli okullarda çalıştıktan sonra 1984 yılında Millî Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğüne Şube Müdürü oldu. Çeşitli der­gilerde yazıları yayımlanmıştır.