Makale

Din Eğitimi ve Öğretiminde ÇOCUK VE DİN FAKTÖRÜ

Din Eğitimi ve Öğretiminde ÇOCUK VE DİN FAKTÖRÜ

Prof. Dr. Kerim Yavuz

HİÇ şüphesiz eğitim ve öğretim alanlarından birisi de dinî eğitim ve öğretim alanıdır. Eğitim ve öğretimin uygulanmasında ferdî ve sosyal hayatta dinin değerinin farklı şekil-lerde anlaşıldığı bir gerçektir. Bu tür anlayışın, ferdin ruhsal özellikleri içinde görülmek istenmesi, ister istemez bir çok yanlışlık ve güçlüklerin burada da doğmasına sebep olmaktadır.
Halbuki biz, din dediğimiz realiteden hareketle burada şu soruyu sorabiliriz: Din eğitim ve öğretimi insanın hayata hazırlanmasında ve insanın insan olmasında ne derece bir ihtiyaçtır veya onun için ne derece gereklidir? Yoksa bazılarının zannettiği gibi pekçok alanda çok ilerlemiş olan zamanımızda insanın dine karşı içinde ihtiyaç duymasına artık gerek yok mudur? Hiç şüphesiz bu soruların aynı zamanda yine eğitim ve öğretimin temel sorularıyla da yakından ilişkisi vardır. Esasen bunların cevabını genel eğitim ve öğretimin temel sorusuna verilecek cevapla birlikte aramak gerekir. İnsan hangi gayeye göre terbiye edilmeli ve nasıl bir öğretime tabi tutulmalıdır? Bu temel soru, aile içindeki terbiyeden itibaren okul terbiyesine, oradan yetişkinlerin öğretimine kadar uzanan ve her alandaki bütün terbiye meselelerine uzanmaktadır. Bununla birlikte eğitim ve öğretim sorusu plânlı ve programlı veya özel ve düzenli bir şekilde genellikle okulda kendini göstermektedir. Çünkü başta aileler, çeşitli resmî ve özel kuruluşlar, çeşitli çevreler ve nihayet topluma göre okul, eğitim ve öğretimini çocuğa uygun düşecek şekilde yapan ve böylece onun kendi istikametinde toplum düzenine intibakını sağlayan bir müessesedir. İşte, böyle bir müessesenin eğitim öğretim mekanizması içerisinde dinî eğitim ve öğretimin yeri nedir ve nasıl tahakkuk etmektedir, sorusu bizi yakından ilgilendiren bir sorudur.
Buradan hareketle bizim normal olarak din eğitimi ve öğretiminin gayesini insanın bir dini veya bir inancı olduğu görüşüne dayanarak temellendirmemiz mümkündür. Bizi böyle bir gayeye sevk eden asıl itici gücü ise insanın bütün hayatını saran, eğilimlerine, ilgi, duygu, düşünce, istek, arayış ve muhayyilesine iyice karışmış ve böylece giderek ruhun derinliklerine kök salmış olan dinî inançta aramak gerekir.
Dinî inanç ruhu böylece derinden kucaklayınca, insan günlük hayatın akışı sırasında hemen herşeyini yani kederini, sevincini, başarılarını, başarısızlıklarını, alıştığı işlerin hayırlı ve hayırsız olan sonuçlarını, başına gelen kötülükleri ve iyilikleri hep inancı ile paylaştığı gibi ciddi manadaki bütün teşebbüslerinde yine inancının müsaadesini almadan bir işe girişmez.Şu halde ruhen iştirak edilerek kabul edilen inancın, insanın hayatını programladığı söylenebilir.
Öte yandan insan sonsuz bir varlık olmadığının şuu-rundadır. Bu, en azından insanda zamanla şuurlaşır. O bilir ki, dünyevî varlığının belli bir sınırı vardır. Kendisi bizzat bunun farkındadır. Bununla birlikte o, aynı zamanda pek çok güçsüzlükler ve çaresizlikler içerisin-de bulunmaktadır. Özellikle bu çocukluk döneminde kendini çok açık bir şekilde göstermektedir. Zira o başlangıçta son derece güçsüz, gelişmemiş, fakat gelişmeye çok elverişlidir. Bu küçük insanın, hayatının devam edebilmesi ve istenen seviyeye çıkabilmesi için başkalarının mutlaka yardımına ve himayesine muhtaçtır. Aksi halde hayatın devam etmesi mümkün değildir. Daha hayatın başında görülen bu şiddetli bağımlılık çok genel manada bakıldığında ömür boyu sürüp gittiği görülecektir. Öyle ise insan, hangi yönden bakılırsa bakılsın, genelde bağımlı bir varlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Bundan dolayı onun tek başına varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Şu halde onun hayatını sürdürebilmesi, başkalarının varlığına ve yardımına bağlıdır.
Esasen insan kendi varlığını herşey-den önce yaratıcısına borçludur. O, bunu zamanla öğretim yoluyla öğrenebileceği gibi, yine zamanın akışı sırasında kendi isteği ve hakimiyeti dışında kendi kaderine hakim olan sarsılmaz üstün bir gücün olduğunu, onun kendisinin bü-tün isteklerine hakim olduğunu hissedecektir.
Aslında yaratılışı itibariyle başlangıçtan itibaren Allah’ı kabullenmeye ve ona teslim olmaya ruhen hazırdır. Onun buna ruhen hazır oluşu yine ruhen elverişli ve yatkın oluşu ile yakından ilgilidir. O, içinde onunla temas kurabileceği şuurlu veya şuursuz bir şekilde bir yol arar. Zira insanın içinde yüce varlığı kabul etme, ona açılma ve ona bağlanma arzusu vardır. Bu arzu onun tabiatında mevcut olan bir temayülden kaynaklanmaktadır. Ona kendini gösterme imkânı verildiği, ya da o kendini gösterme imkânı bulduğu ölçüde insan bunun itici bir güce sahip olduğunu hissedecektir. İnsanlık tarihinin başlangıcından beri insan tabiatında görülen bu itici gücün, dinî inancın temelini teşkil ettiğini ve kendisini insana kolayca hissettirdiğini söyleyebiliriz.
Şu halde insan inanan ve inanç sahibi olan bir varlıktır. Bu, onun içinde gelip geçici bir inanç değil, değeri ve önemi olan bir inançtır. Bunun insan için ne derece önemli olduğunu, dinin onun ferdî oluşunu etkilemesinden, hayatın akışı ve stilini ayarlaması ve yönlendirmesinden anlamak mümkündür. Özellikle insanın içinde kökleşmiş, dinî inancın hayatta insanın var oluşuna mana verdiği, ferdî ve sosyal hayatın sürdürülmesi sırasında en etkili ve en kalıcı psikolojik itici güç olarak kendini gösterdiği bir gerçektir. Dinin ferdî ve sosyal hayat için değerini yine bunun akışı sırasında açıkça görmek mümkündür. Bunu da bize temin eden dinî ve ahlâkî terbiyedir. Meseleye daha geniş açıdan bakılınca, dinin eğitim faaliyetlerinde etkileyici bir gücü olduğunu söyleyebiliriz. Bundan dolayı eğitim ve öğretimde ruhî ve ahlâkî oluşun gerçekleşmesinde dinî bir temellendirmeden söz etmek mümkündür.
Esasen din, terbiye yolu ile insanın aslını gösterme vasıtasıdır. O bunu asıl dinden kaynaklanan eğitim ve öğretim sonunda ortaya çıkan ferdî yaşayışla göstermektedir. Buna isteyerek bağlanan insan için onun hayatî bir değeri vardır. Bu da insana kendisini çok yönlü hissettirmektedir. Bu tarih boyunca böyle olmuş, bugün de böyledir. Nitekim din bir vakıa olarak silinmeyecek derecede yine tarih boyunca insanoğlunun hem aklında, hem kalbinde, hem de toplum hayatında varlığını canlı bir şekilde sürdürmüştür. Böylece, insanı yüksek değerlere ve faziletlere götürmüş ve onun değerini yüceltmiştir.

DİN, BÜTÜN DEĞERLERİN TEMEL TAŞIDIR
Şu da bir gerçektir ki, insan hayatında dinin derinden bağlayıcı, birleştirici ve kaynaştırıcı olmak üzere büyük bir etkileme gücü vardır. O bütün hayat boyunca insan üzerinde düzenleyici ve proglamlayıcı bir nitelik taşır. Bu insanî iradenin üstünde olan, fakat insanî iradeye müessir olacak şekilde kendini hissettiren bir düzenleme ve prog-ramlama olup ferdî ve sosyal hayatın sürekli ve emin bir dayanak niteliğindedir. Burada insanın ebedî ve mutlak olana ruhen bağlanısının söz konusu olduğunu söylemeliyiz. Böyle bir dinî bağlılık, aynı zamanda ahlâkî ve sosyal bağlılığı da beraberinde getirmektedir. Bu durum onun tabii bir neticesidir. Nitekim kendini Allah’ın iradesine bağlamış olan insan, aynı zamanda doğru ve iyi olanla da hayatını birleştirmiş ve onlarla birlikte yaşayışını sürdürüyor veya sürdürecek demektir. Böylece dindar insan bireysel ve sosyal hayatta dinî kurallara uymaya çalışırken, ahlâkî kurallara da uyum sağlamaya çalışacak demektir. Neticede insan, düşünceleri, duyguları istekleri ve beklentileriyle kabullendiği dinin, kendi-sinden yapması ve yapmaması hususunda beklenenlerin dışına çıkmamaya özen gösterecek, yaşayışını dinî ve ahlâkî kurallara göre ayarlamaya gayret edecektir. Böylece o kendini dinin veya inancının beklentilerine ruhî huzuru orada arayacak ve ruhî ahengini bozacak hareketlerden sakınmaya çalışacaktır. Şu halde din, insanı bu şekildeki yön-lendirmesiyle kendini ideal ve en yüksek değer olarak hissettirmekte ve onu kendine bağlamaktadır. Din burada sadece hayatî bir değer değil, aynı zamanda bütün değerlerin temel taşıdır. O, bütün değerlere değer kazandırır. Zira onun bir bakıma bütün manevî değerlerin tarihî kaynağını teşkil ettiği söylenebilir. Bundan dolayı din başta ilmin, sanatın, ahlâkın, hakkın, hukukun beşiği sayılır. Kültürel ve ahlâkî yaşayışın kökenlerini onda bulmak mümkündür. Özellikle ahlâk en kuvvetli itici güdüleri dinden almaktadır. Bu yönüyle o inkar edilemiyecek bir vakıa olarak karşımıza çıkar. Buradan hareketle diyebiliriz ki din, ahlâk ve kültürün ön şartını oluşturmaktadır. Tarihî gerçeklere bakıldığında o olmadan, kültür ve ahlâkın tek başına başarılı olması mümkün görülmemektedir. Nitekim sosyolog G. Le Bon, din olmasaydı, barbarlığın önlenmemiş olacağını söylerken, tarih filozofu Oswald Spengler, kültürlerin gelişmesi, yükselmesi ve batışlarının dinle yakından ilişkisi olduğunu belirtmektedir. Esasen kültür değişmelerini dinî inanç ve dinî düşünceden tecrid etmek ıümkün "TIBgrrlrrr^flffl^^CT gerçeklere dayanılarak denilebilir ki din, sağlıklı bir toplumun teşekkülünde çekirdek görevini yürütmektedir. Çünkü din, ferdî ve sosyal hayatta dinamik bir güce sahiptir. Bunu her zaman hem fert, hem de toplum içerisinde görmek mümkündür.

TERBİYEDE DİN FAKTÖRÜ
İnsanî oluşun merkezinde, kültür ve ahlâkın şekillenmesinde, insanın ferdî ve sosyal değerlere bağlanmasında dinin vazgeçilmez bir yeri vardır. Bundan dolayı ferdî ve toplumsal hayatın oluşmasında dinin ve ahlâkın terbiye edici fonksiyonunu görmezlikten gelmek mümkün değildir. Şu halde din, hayatı şekillendiren, manalandıran ve ona değer kazandıran çok etkili bir güce sahiptir. O, bu gücüyle ferdî varlığın ve toplumsal hayatın gelişmesinde, kültürel ve ahlâkî değerlerin yerleşmesinde her zaman yönlendirici bir nitelik taşımaktadır.
Burada dinin insanî karakter ve şahsiyetin oluşmasında yapıcı ve müspet bir etkisinin olduğunu söylemeliyiz. Özellikle terbiyenin uygulanmasında dinî unsur etkili bir biçimde kendini ne kadar fazla his-settirebilirse, karakter ve şahsiyetin oluşmasında da o ölçüde etkili olacaktır. İsteğin ve peşinden gelen fiil veya faaliyetin devamlı, kararlı ve birlik halinde olmayı hedefleyen ve sürekli temel bir istikameti tercih eden karakter, insanda ah-lâkî iyiliğe ve doğruluğa doğru, meşruluk prensip ve kuralları içerisinde yönlendirilmek zorundadır. Ahlâkî bakımdan insana mutlak iyilik ve mutlak doğruluk telkin edilmek suretiyle, insanın hayatın akışı içerisindeki faaliyetlerini gerçekten iyi, doğru ve değerli olana doğru sevketmekle aynı zamanda dinin tasvibi de alınmış ve hatta din onda kendini bir nevi göstermiş olmaktadır. Doğal ahlâk konuları ve bunlarla ilgili kurallar taleplerini ilâhî emirler olarak dinin bünyesinden almış olmaları tabiidir. Böylece, ahlâkî yaşayış kuralları kendilerini müşahhas davranışlar içinde gösterirler. Zira bunlar, aynı zamanda din ile içice girmiş vaziyettedir. İnsanın kendisini yüce bir prensibe veya yüce değerlere bağlı hissetmesi demek, aynı zamanda bağlı olduğunun peşinden gitmesini davet etmesi demektir.
Nitekim bütün eğitim ve öğretimin sonunda esas olan, insanî varlığın en yüksek seviyede şekillendirilmesi ve geliştirilmesidir. Eğitim faaliyetinin ulaşmak istediği bu son merhalenin önceden böyle düşünülmesi, bize aynı zamanda bir hedefi işaret etmektedir. İşte eğitim ve öğretim insanı belirlenen hedefe doğru hareket ettirip ve neticeye ulaştırmak istemektedir. Burada görülen gaye ise hayatın manası ve değeri noktasından hareketle belirlenecektir. Bu da fizik ötesi ilahî bir âleme açılan bir kaynaktan beslenmektedir. İnsan böyle bir nizamın gerçekleştirilmesinde kendine düşen görevini yerine getirdiği ölçüde, hayatın manasını kavrayarak göstermiş ve neticede o nisbette kendi kurtuluşunu hazırlamış olacaktır. Böylece dinin veya inancın sunduğu kurtuluş, gerçekten inanan bir kimse-için gerçek bir kurtuluştur. Buna uygun olarak uygulanacak olan dinî ve ahlâkî bir terbiyenin, beklenen bu hedefe doğru yönlendirilmesi ve kanalize edilmesi-gerekir. Bu da gayet doğal olan bir hareket tarzıdır.

1) Bu yazımızda B. Haman’ın "Religiöse Erziehung alj Unterrichtsprinzip, 1970" isimli eserinden yararlandığımızı hatırlatalım.