Makale

İMAN İNSANA NE KAZANDIRIR?

İMAN İNSANA NE KAZANDIRIR?

Yrd. Doç. Dr. Şevki SAKA

1940 yılında Gümüşhane’nin Güvercinlik köyünde doğdu. Dokuz, yaşında hafızlığını tamamladı. İlkokulu dışarıdan bitirdi. Orta ve lise tahsilini Gümüşhane’de tamamladı. 1971 yılında A. Ü. İlahiyat Fakültesini bitirdi.
Diyanet işleri Başkanlığında müftü yardımcılığı, müftü, teftiş kurulu üyeliği ve bölge vaizliği görevlerinde bulundu. 18 ay süreli Kuran-ı Kerim ihtisas kursunu bitirdi.
1979 yılında A.Ü. İlahiyat Fakültesine Kur’an-ı Kerim okutmanı olarak atandı. Aynı yıl Tefsir kürsüsünde ”Kur’an-ı Kerim’in Davet Metodu" adlı tezini vererek doktor, 1982 yılında da yardımcı doçent oldu.
İman, insana kendisini kimin ve niçin yarattığını, bu alemdeki yerinin, gaye ve sorumluluğunun ne olduğunu öğretir. Bunun neticesinde de insana dünya rahatlığı ve âhireı mutluluğu kazandırır. Şimdi bu esasları iki ana madde halinde açıklamaya çalışacağız. İlk olarak imanın, İnsana yaratılış gayesini öğrettiğini görelim:

1— İMAN İNSANA YARATILIŞ GAYESİNİ ÖĞRETİR
Düşünen ve İdrâk edebilen her insan, bu âlemdeki yerini kusursuz bir şekilde tesbit edebilir. Hz.Peygamber (s.a.s.) ile kulluk hududunun en yüksek derecesine ulaşmış bulunan insanlık, (1) ne var ki bu yüksek derecesinin gereğine göre hareket etmediği takdirde, hayvandan daha aşağı bir seviyeye düşebilmektedir. (2) Hudutsuz bir ihtiras içinde bulunan insanoğlu, şüphesiz kİ yükselmenin ve mutluluğa ermenin sırrını ancak yaradılış gayesini bilmekte ve ona göre hareket etmekte bulacaktır. Bu büyük gayeyi bilmeyen İnsan, kâinattaki yerini tesbit etmiş sayılamaz, dolayısıyla da gerçek kurtuluşa ve mutluluğa erişemez.

İnsan önce kendine şu sorulan’ yöneltip, onların cevaplarını bulmaya çalışmalıdır: Ben neyim, nereden geldim, nereye gideceğim? Gayem, vazifem ve sorumluluğum nedir? İşte bu sorular üzerinde düşünen insan, yaratılış gayesini ve sorumluluğunu anlamakta zorluk çekmeyecektir. Zira Yüce Allah insanı, bu gerçeği anlayabilecek bir kabiliyette yaratmıştır:
"Gerçekten biz insanı, birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işiti- ci ve görücü yaptık."(3)
Burada Cenab-ı Hak "İnsanı biz yarattık, hem de birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık, onu imtihan edeceğiz." buyurarak, insanın kendi kendine varolmuş sorumsuz bir varlık olmadığını hatırlatmakladır (4). Âyetin devamında "onu işiten ve gören bir biçimde yarattık" denilmekle de insanın iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek bir nicelikte yaratıldığına İşaret edilmektedir. Göz, kulak, el, ayak, kalp ve beyin gibi, gören, işiten, duyan, anlayan vs, organlarla insan üstün bir yaratılışa sahiptir. Bu üstün yaratılışı ile insan, niçin var olduğunu anlayabilecek durumdadır. Kur’an, insanın yaratılış gayesini şöyle açıklamaktadır:
"Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. (5)
İbadetle mükellef olan bütün insanlar ve cinler bu âyetin kapsamına girmektedirler. Allah’ı tanıyıp O’na ibadet etmek ve kulluk görevlerini yerine getirmek yaratılışın gerçek gayesidir.(6) Bu itibarla yaratılış gayesini ve sorumluluğunu unutarak, değersiz işlerle vakit geçirenler, hayatlarını boşa harcamış, dolayısıyla Allah’ın azabına müstahak olmuş olurlar.(7)
İbadet etmek yaratılışın gayesi olduğuna göre, ibadeti, kulluk şuuru olmayan İnsanın, Allah nezdinde diğer varlıklardan pek farkı yoktur. Hatla onlardan daha da fenadır. Zira mükellef olduğundan dolayı sorumlu tutulmuştur. Diğer varlıklar ise, mükellef değillerdir. Bu bakımdan sorumluluğıınu yerine getirmeyen insan, sonunda pişman olacaktır.(8)

İnsan ibadet etmek ve kulluk görevlerini yerine getirmekle Cenab-ı Hakka bir kazanç sağlayamayacağı gibi, bunlan yapmamakla da O’na bir zarar vermiş olamaz. Zarar ve kâr yalnız İnsanlar için sözkonusudur,(9) Nitekim takip eden âyetlerle de bu noktaya şöyle işaret edilmiştir:
"Onlardan bir rızık istemiyorum, beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz rızıklandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Allah(10)’ıır."
İnsanlar arasında patronlar, iş adamları, uşak ve hizmetçiler vardır. Uşak ve hizmetçilerin, patron ve iş adamlarına yaptıkları hizmetlerden, patron ve iş adamları istifade etmektedirler. Onlara emrederler ve kendi menfaatleri için onlan çalıştırırlar. Diğer bir ifadeyle hizmetçilerin çalışmalarının karşılığını, yalnız efendileri almaktadır. Oysaki Yüce Allah insanlara birtakım vazife ve sorumluluk yüklemiştir, Emir ve yasaklarıyla gerekli yollan göstermiştir. İnsan mükellef olduğu vazifeleri yerine getirdiği taktirde, bunun mükâfatını kendisi görecektir (11)
İşte Cenab-ı Hak insandan bir karşılık ve bir menfaat beklemiyor. O, kullarının kendisine yapacağı her çeşit yardım ve zarardan müstağnidir.(12). O, zatı ile kaimdir, kulunun hiçbir şeyine muhtaç değildir. İnsan vazifesini yerine getirmediği taktirde ise, bunun zararını yine kendisi görecektir, O halde insan vazife ve sorumluluğunu hatırlayarak, ibadetten ve her türlü kulluk görevlerini yerine getirmekten geri durmamalıdır. Zira bunları emreden Yüce Allah’ur:
"Şüphesiz ki, biz o kitabı sana hak olarak indirdik. O halde dinde samimi olarak Allah’a ibadet et.’’(13)
"De ki, ben Allah’a O’nun dininde samimi olarak ibadet etmemle emrolundum."(14)
"Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, 0’na karşı gelmekten korunmuş olasımz.”(15)
Görüldüğü gibi, insanın yaratılış gayesinin Allah’a ibadet etmek olduğu bu âyet-İ kerimelerle de İfade edilmektedir. Samimi olarak ibadet etmek insanı terbiye eder, onu kötü ve zararlı iş yapmaktan ahkoyar, daima faydalı ve güzel iş yapmaya sevkeder. İbadet eden ve kulluk görevlerini yerine getiren kimse, gayesini bilen mükemmel bir insan demektir. O, ruhu ve manevi yönden büyük bir huzur içinde, sabırlı, dayanıklı, düşünceli, ölçülü ve faziletli bir kimsedir. Kısacası ibadet insanı olgunlaştırır, yüceltir ve onu Allah nezdinde şerefli ve itibarlı bir insan haline getirir. Bunun İçin Kur’an’m pek çok yerinde samimi olarak Allah’a ibadet etmekten sözedilmektedir.(16)

Öte yandan geçmiş hak dinlerin hepsinde Allah’ı tanımak, O’na ibadet etmek, esaslarının da o dinlerin temelini teşkil ettiğini görmekteyiz.(17) Onlar da Allah’tan başkasına ibadet etmemek, namaz kılmak ve oruç tutmakla emrolunmuşlardır. Semavi dinlerin bütününde bu esaslar yer almaktadır.(18)
Önce Allah’ı bilmek ve O’na ibadet etmek ilahi dinlerin temelidir. İman olmadan yapılan iyi işlerin hiçbir anlamı yoktur. Allah’tan başkası adına yapılan işlerin makbul sayılmayacağı Kur’an’la belirtilmiştir.(19) Bundan dolayı her işe başlarken Allah için bir niyet yapılır. Böylece insan yaratılış gayesine uygun olarak hareket etmiş olur. Yüce Allah iman eden kullarına iltifat ederek onlara şöyle hitap etmektedir:
"Ey iman eden kutlarım, şüphesiz ki, benim arzım geniştin O halde ancak bana ibadet edin. Her can ölümü tadacaktır. Ondan sonra bize döndürülüp getirileceksiniz. "(20)

Bu âyetle Allah’a ibadet ederek kulluk görevlerini yerine getirirken çeşitli baskılara maruz kalan insanlara yol gösterilmektedir, İbadetlerin serbestçe yapılamayacağı bir yerde bağlanıp kalmanın doğru olmadığına İşaret edilmektedir.(21)
İman insana, yaratılış gayesine uygun olarak hareket etmeyi gerekli görmektedir. Şayet insan, ibadet edecek bir ortamı bulamazsa, o zaman ne yapacak? Elbette ilkönce böyle bir ortamı temin etme azim ve gayreti İçinr de bulunacak, dinin emrettiği şekilde mücadelesini yapacaktır. Son çare olarak da rahatça ibadet edebileceği bir, yere gidecektir. Ayette "Benim mülküm geniştir" yani yeryüzü geniştir, buyurularak, kulluk görevlerinin yerine getirebileceği emin yerlere gidilmesine izin verilmektedir.(22) Her canlı nerede olursa olsun bir gün ölümü tadacak ve hesap vermek üzere Allah’ın huzurunda toplanacaktır. Ölümden ve allah’ın huzuruna çıkmaktan kaçıp kurtulmaya imkân olmadığına göre, Allah’tan başkasına kul olmamak için her türlü gayret sarfedilmeli, yalnız O’nun buyruklarına boyun eğmek ve içtenlikle O’na ibadet etmek için çalışı İmalıdır .(23) Zira bu konuda Kur’an’ın emri şudur:

"O, göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir, Öyleyse O’na ibadet eı ve bu ibadette sabırlı ol.’ Hiç O’nun adıyla anılan bîrini biliyor musun?"(24)
"Gerçekten bu sizin ümmetiniz bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde bana kulluk edin."(25)
"Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Şüphesiz ben sizi O’nun tarafından korkulan ve müjdeleyen bir peygamberim."(26)
Göklerin, yerin ve bunlar arasında bulunan herşeyin tek sahibi Yüce - Allah’tır. Övülmeye ve ibadet edilmeye layık olan ancak O’dur. O’nun emirleri doğrultusunda yürümek için sabır, metanet ve fedakârlık şarttır. O yolda bazen zorluk, çile ve çeşitli engeller vardır. Bütün bunlara rağmen, ibadette ve kulluk görevlerini yerine getirmede inanmış İnsanın tek seçeneği vardır. O da hak yolda devam etmektir, İşte iman insana bunu telkin etmektedir.

En güç şartlarda bile Allah’a karşı kulluk görevlerini yerine getiren İnsan, manevi yönden biiyük zevk ve huzur duymaktadır.
Öte yandan iman nimetinden mahrum kalmış toplumlarda buhran ve bunalımın hiç eksik olmadığı görülmektedir, îman boşluğundan ortaya çıkan huzursuzluğu, başka vasıtalarla telafi etmeye çalışanlar, daha derin bir. ısdırap ve bunalımla karşılaşmışlardır; Beşeri kaynak ve vasıtaların insan bunalımını gidermede çok cılız ve eksik olduğunda şüphe yoktur. Mâneviyâtı unutarak yalnız maddenin insanın ıstırabını gidereceğini ve onu tatmin edeceğini düşünmek, İnsan denen şerefli varlığı anlamamak demektir. Her şeyin ölümle son bulacağını sananlar, kesinlikle aklanmışlardır. Zira ölüm bir son değil, Ölüm, başka bir hayatın başlangıcı demektir. Yani gerçek hayat, ölüm sonrası başlayan hayattır. (27)
Yaratılış gayesini bilmeyen ve iman zevkini tatmayan İnsan, maddi İmkân ve vasıtalarla ruhi bunalımdan kurtulmak ve iç huzuruna kavuşmak istiyor. Ağlayan çocuğu sahte oyun. cak ve eğlencelerle avutmak kabilinden para, şehvet, şöhret, caz, bar, diskotek ve benzeri daha nice oyunlarla kendini avutmaya çalışıyor. Maddî refah, apartman, otomobil, villa, köşk, televizyon, video vs. vasıtalarla tatmin olmak istiyor.
Fakat kısa zaman sonra onlardan da bıkıp usanıyor ve nefret ediyor. İnkarcı felsefenin "Düşünmeyi bırak, eğlenmeye bak" formülünü kurtuluş reçetesi olarak görüyor ve bunun İçin de içki, kumar ve uyuşturucu maddelere sarılıyor.

İşte bütün bu bunalım, sıkıntı ve ıstırabın gerçek sebebi, insanın manevi açlığını, yalnız madde ile doyurma çabasıdır, Oysaki insan, hem maddî hem de manevi unsurlardan teşekkül etmiş bir varlıktır. İnsan maddeye ihtiyaç duyduğu gibi, maneviyâta da ihtiyaç duymaktadır. Yemek, İçmek, giymek insan için nasıl bir zaruretse, inanmak ve inandığının gereğini yaşamak da öyle bir zarurettir. Bu bakımdan insanlık tarihinin hangi dönemine bakılırsa bakılsın, dinsiz bir topluluğa rastlamak mümkün değildir. Yani din, insan İçin bir zarurettir.(28)
Dini ne olursa olsun insanların mutlaka bir şeylere inandıkları görülmektedir. Bugün bile, medeniyetten uzak kalmış ve iptidai hayat süren top- lumlarda da çeşitli inançlara rastlan- maktadır. Bu da gösteriyor ki, manevî yönden tatmin olma ihtiyacı, İnsanın yapısında ve özünde var olan bîr husustur. Beşer fıtratındaki bu inanma ihtiyacını İnkâr etmeye asla imkân yoktur.
Manevî yönden doymayan insan, daima karamsar, hırçın ve İsyankârdır, Ancak ruhi ve manevî yönden doyduğu taktirde sükûn ve huzura kavuşur. Nitekim bu konuda Cenab-ı Hak bir âyetinde şöyle buyurmaktadır:
"İyi biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla gerçek huzur ve sükûna kavuşur."(29)
Her olayın sebebi Allah’a dayanır, başlangıç ve son, O’nda başlar ve O’nda nihayet bulur. Mevcut İhtimaller zinciri gide gide Allah’da son bulur. Allah’ın ötesinde hiçbir varlık dü-şünülemez. Allah deyince fikirler gayesine ulaşmış, duygu, düşünce ve akıl son merciine dayanmış o1ur.(30)
Gönüller Allah’ın dışında hangi imkâna kavuşursa kavuşsun, o imkânın üstünde ve ötesinde daha yeni imkânlar olduğundan, hiç birinde istikrar bulamaz. Daima daha öteleri araştırma ve daha çok imkâna kavuşma arzusundadır, Ruhun özlemini, şevk ve heyecanını hiçbir şey dindiremez. Bir şeye sahip olunca, daima daha yükseğine ve daha fazlasına sahip olmak ister. İnsandaki bu arzu ve istek devam eder gider. Fakat insan bir defa Allah’ı zikretmekten zevk almaya başladı mı, bütün iş ve isteklerin Allah’a döneceğini ve O’nda son bulacağını düşünerek, tam anlamıyla huzur bulur ve mutlu olur.(31)

Diğer taraftan Allah’ı anmanın ve O’nu zikretmenin zevk ve heyecanını duymayan gafil ve duyarsız kalpler, hiçbir zaman gönül rahatlığı ve İç huzuru bulamazlar.(32) Hayatındaki ba-şarısızlıklar ona o kadar ısdırap verir ve onda o kadar derin yaralar açar ki, artık bununla yıkılıp gider ve kendini teselli edecek bir merci de bulamaz. Böylelerini Kur’an, "kalpleri mühürlenmiş, kulakları tıkanmış, gözleri perdelenmiş, gerçekleri görmeyen kör ve sağırlar" olarak nitelendirmektedir. (33)
Yaratılış gayesini bilmeyen ve ona göre hareket etmeyen bir kimse, yaşayan ölüden farksızdır. Zira insan cismiyle değil, akıl, ruh ve manasıyla insandır. İnsanın ruhunu canlı, vejüri tutacak olan iman ve ibadetlerdir. İnsan bunun için yaratılmıştır, varlığını ve yaşadığını ancak bununla anlamaktadır. En ıztıraplı anlarda dahi insan teselliyi bu makamda aramakta ve burada bulmaktadır. Nitekim müşriklerin Hz.Peygamber’e karşı yapmış oldukları insanlık dışı muamelelerinden dolayı, onun canı çok sıkılıyor ve büyük üzüntü duyuyordu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak âyetleriyle onu şöyle teselli ediyordu:
"Andolsun ki, onların söylediklerinden senin gönlünün daraldığını biliyoruz. Rabbini hamd ile an, secde edenlerden ol ve ölüm gelinceye kadar Rabbine İbadet et."(34)
Demek oluyor ki büyük sıkıntı ve üzüntülü anlarda Allah’ı anarak teşbih etmek insanı ferahlatmakla ve teselli etmektedir. Namaz kılmak ve Allah için secde etmek İnsanların en kutsal görevidir. O kutsal görevle insanlar olgunlaşır. Ruhlar yücelir ve ıztıraplar diner. İyi duygular ve güzel düşünceler ancak onunla gelişir. Şuurla kılınan namazda insan neler duymaz ve hissetmez, Yüce Yaratıcıyı hamdü sena ile anarken duyacağı manevî zevk ve heyecanı tarif etmeye imkân var mıdır? Kulun Rabbjni zikretmesi kadar makbul bir amel düşünüiemez.(35)
— İnsan, tabiauna uygun* düşmeyen hangi yöne zorlanırsa zorlansın, o ancak yaratılışına uygun düşen işleri yaptıkça zevk alır ve zevk aldıkça onları yapmak İster. Nitekim bir ayet-i kerimede bu konuda şöyle buyurulmaktadır:
"Sen yüzünü, Allah’ı birleyici olarak doğru dine çevir. Allah’ın yaratış kanununa ki, insanları ona göre yaratmıştır. Zira Allah’ın yaratması değiştirilemez işte doğru din o dur. Fakat insanların çoğu bilmezler."(36)

Bu âyetle insanların, Allah’ın yaratış kanununa uygun olarak yaratıldıklarına işaret edilmektedir. Allah’ın fıtratına uygun olarak yaratıldığı açıklanan insanın, bu fıtratın(37) dışında başka bir yöne çekilmesi, onu asla tatmin edemez. Bunun için özü ve yapısı itibariyle bütün insanlar, hakkı görebilecek niteliktedirler. Allah’ı tanıma ve Ö’na inanma kabiliyeti insanın’yaratılı-şında mevcuttur. Zira "Elesıü birabbi- küm?" yani. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" hitabına bütün insanlar, "Bela = evet" demişlerdir,(38)
Demek oluyor kİ her İhsanın vic-’ danının derinliklerinde bir hak duygusu mevcuttur. Büyük korku ve sıkıntılı anlarda insan, inkarcı bile olsa, Allah’a sığınma ihtiyacını hissetmektedir:
"İnsanlar bir sıkıntıya uğrayınca Râbbine yönelerek O’na yalvarırlar. Sonra Allah katından onlara bir rahmet verilince, içlerinden bir takımı kendilerine verdiklerimize nankörlük ederek, Rablerine eş koşarlar."(39)
Yine, Allah’a ortak tanıyanlara da: "Gökleri ve yeri kimin yarattığı sorulduğunda onlar: Allah yarattı" de- mektedirler.(40) Bütün bunlar gösteriyor ki, insan teiniz bir fıtrat üzere ya
ni, İslam fıtratı üzere doğmaktadırlar. Bu konuda Hz.Peygamber(s.a.s.) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır,
"Her doğan (canlı), İslam fıtratı üzere doğar. Sonra anası babası onu, ya Yahudi yapar, ya Hıristiyan veya Mecusi (ateşe tapan) yapar. Nitekim hayvanlar, uzuvları tam plan hayvan doğurur. İçlerinden burnu ve kulağı kesik birini görür müsünüz?"(41)
Bundan da anlaşılıyor ki, asıl fitrat tam ve kusursuzdur. Hayvanların burnu ve kulağı sonradan kesilmektedir. Durum şekil yönünden böyle olduğu gibi, manevi ve ahlaki yönden de böyledir. O halde temiz olan asıl fıtrat, sonradan alacağı terbiye, çevre ve şartlara göre ya bozulur veyagüzel bir gelişme göstererek en olgun şeklini alır. Dolayısıyla, âhirette de bu İki neticeye göre karşılık görür.(42)

İşte insanın ruh ve zekâsının asıl fıtratı da Allah’ı tanımak ve Allah’tan başkasına kul olmamaktır. Daima güzel işler yapmak ve iyilikler peşinde koşmaktır. Yoksa iğrenç ve kötü işler hiçbir şekilde insanın temiz fıtratına uygun değildir. Ancak farklı etkenlerle asıl fıtratını bozanlar, Allah’a isyan etmekle ve çeşidi kötülükleri yapmaktadırlar. Bu da insanın fiiratiyle hareketleri arasında bir çelişkinin ortaya çıkmasına yol açmakladır. Fıtratiyle hareketleri arasında çelişki bulunan İnsan da daima sıkıntı ve ıstırap içindedir. Bundan kurtulmak için de çoğu, zaman, İnsan tabiatına uygun düşmeyen yollara başvurmaktadır. Yani içki, kumar, fuhuş ve benzeri yollarla tat-min olmak İstemekledir. Fakat aradıklarını hiçbir şekilde bunlarda bulamamakta, aksine daha büyük bunalım ve sıkıntılara sürüklenmekledir. Günümüzde içkiyi, uyuşturucuyu ve intiharı kurtuluş yolu olarak seçenlerin sayısı hiç de az değildir.
Kısacası gerçek huzur ve gerçek kurtuluş, ancak insan fıtratına-uygun düşen hareketleri yapmakla mümkün, olur. Bunlar da Allah’ı anmak, samimi, yelle O’na kul olmak, yani O’nun emir ve yasaklarına riayet etmektir. İnsanın temiz fıtratı bunu gerektirir. Zira insan bunun için yaratılmıştır.
2— İMAN İNSANA DÜNYA RAHATLIĞI VE ÂHİRET MUTLULUĞU KAZANDIRIR
İnanmış İnsan dünyayı şöyle değerlendirmektedir: Dünya insanın gerçek gayesi değil, insanı saadete ulaştıran bir vasıtadır. Her ne kadar dünya inanmış insan için gerekli ise de, onun nazarında bir araç olmaktan Öteye geçemez. İşte mümindeki bu anlayış onu kalben rahatlatır, dünyaya karşı olan ilgisini Ölçülü ve dengeli bir seviyeye getirir, böylece ona daha serbest ve daha hür hareket etme imkânı sağlar. Çünkii dünya, kendisine aşırı derecede bağlananların hürriyetlerini kısıtlamakta ve onları âdeta kendine kul köle yapmaktadır.(43) Sanki dünya ellerinden uçup gidecekmiş gibi, onlara hep korkulu ve kuşkulu bir hayat sürdürmektedir.
Fakat mümindeki dünya sevgisi ölçülü olduğu için, hiçbir zaman dünyanın kulu ve kölesi olmaz. O daima dünyayı bir araç olarak kullanmaya çalışır Bu da inanmış insani Basil merifaatler karşısında eğilmeyen, şahsiyetli ve ciddi bir insan haline getirir. İnanmış insan, dünyanın kendisi için gerekli olduğuna da inanmaktadır.(44) Ancak bu gereklilik, hiçbir zaman Cenab-ı Hakkın koymuş olduğu şu ölçüler dışında düşünülemez:
"Ey İnananlar, Allah’ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın. Doğrusu, allah aşırı gidenleri sevmezi Allah’ın size verdiği rızıktan temiz ve helal olarak yiyin, inandığınız Allah’tan korkun." (45) .
(43) Bkz. Eş-Şeyh Alt Mahfuz, Hidayetin-Mürşidin, Mısır, 1377/1958, s.255-256.
(44) Bu konuda Saîd lbn Cübeyr (Ö. 95); ’’Eğer dünya, insanı ahireti kazanmaktan alıkoyuyorsa o bir aldanış metaıdır. Yok eğer Allah’ın rızasını kazanmaya vesile olursa o ne güzel bir meta’dir." demiştir. (lbn Cevzî Ebu’l-Fcrcc b.Abdurcahman b.Ali, Zadü’l-Mesîr, d.27; er-Razî, Mcfatihul-Gayb, IV.33.
(45) el-Maide-.87.g8.

Tabii bu nimetlerin elde edilebilmesi için Cenab-ı Hak belli usûl ve kaideler koymuştur. Helalinden kazanılmasını ve kazanılan malın israf edilmeden meşru şekilde sarfedilmesini emretmiştir:
"Ey Âdemoğullan, mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin, yiyin, için, fakat israf etmeyin. Çünkü Allah israf edenleri sevmez."(46)
İşte bu gerçekler karşısında inanmış İnsan, hiçbir şekilde İstek ve arzularında aşın gidemez. Dünyanın geçici lezzetleri İçinde kendini kaybedemez. Yüce Allah’ın koymuş olduğu prensipleri dikkate alarak kendini aşırılıklardan uzak tutmaya, ölçülü ve dengeli bir hayat sürmeye çalışır. Bu da onu iç huzura ve gönül rahatlığına kavuşturan en büyük etken olur.
Oysaki inanmamış insanın durumu böyle değildir. O, dünyanın geçici zevklerine aldanarak, daima uzun hayaller ve ihtiraslar peşinde koşar. Mal, mülk, şan, şöhret sahibi, gününün ve asnnın tek insanı olmayı arzu eder. (47) Doyma nedir bilmeyen bir ihtirasla dünyaya sarılır ve yeryüzünde her şeyin kendisinin olmasını ister. Zira insan, tabiatı gereği dünya malına karşı büyük bir sevgi ve ilgi duymaktadır.
Diğer taraftan bu tür insanların düşünüp tasarladığı her şeyi, başkaları da düşünmekte ve istemektedir. Durum böyle olunca, insanlar arasında bir menfaat çatışması ortaya çıkmakta, dolayısıyla insanlar birbirini ezmeye ve sömürmeye çalışmaktadırlar. Bu da insanları menfaatçi ve saldırgan olmaya zorlamaktadır.(49) Menfaatçi insanlar arasında da sevgi, saygı ve iyi münasebet diye bir şey yoktur. Hattâ çıkar çatışmasından dolayı en yakın akrabalar bile birbirleriyle olan ilişkilerini kesmektedirler.
İşte bu anlayışa sahip olan insanlar, daima karamsar, hırçın ve bedbahttırlar. Böyleleri hiçbir şekilde iç huzuru ve gönül rahatlığı bulamazlar. Bunlar İman nimetinden mahrum olduklarından, psikolojik yönden büyük bir tatminsizlik ve stress (baskı) altında bunalmaktadırlar. "Stresten de ruhi hastalıklara sebep olduğu, ruhi hastalıkların da zamanla bedeni hastalıklara dönüştüğü bilinen bir gerçektir. Bu bakımdan imanın İnsana kazandırdığı rahatlık ve iç huzuru İle insan, bu hastalıklardan kendini korumaktadır.
Ayrıca iman, insanları aynı görüş etrafında birleştirerek, onları birbiriyle akrdeş yapmaktadır. Renk, cins ve milliyetleri ne olursa olsun, insanlar birbirlerinin kardeşleri, birbirlerinin sıcak ve samimi dostlandırlar.(50)

Birbirlerini sevip saymakta ve birbirlerine yardımcı olmaktadırlar. Üzüntülü ve kederli anlarında birbirlerinin tesellisine koşmakta, sevinçli anlarında da sevinçlerini paylaşmaktadırlar.(51)
İnananlarda menfaat çatışması, birinin diğerinin zararına bir iş yapması sözkonusu olamaz. Dolayısıyla onlar arasında menfaat çatışmasından kaynaklanan kin, nefret ve düşmanlık duyguları da barınamaz. Bu da inananlara ayrı bir ferahlık ve iç huzuru kazandırır. Gönlü rahat ve içi huzurla dolu insanların dünyaya tebessümle, birbirlerine karşı şefkat ve merhamet nazarı ile bakacakları, birbirlerini sevip sayacakları da açıktır. Zira İslam kardeşliğinin gereği budur.(52)
Öte yandan İman, İnsanlan azimli ve sağlam iradeli yapmaktadır. Azim sahibi insanların görevleri de ona göre büyük olur. Onlar sağlam iradeleriyle dünyada yaptıkları her şeyi hak ve adalet ölçülerine göre yürütürler(53). Bir taraftan dünya hayatı ite ilgili işlerle uğraşırken, diğer taraftan da asıl gayeleri olan Allah’ın rızasını unutmazlar. Çünkü onlar, dünyada yaptıkları her şeyi, ulvî gayeleri için bir hizmet vasıtası olarak kullanmakta ve karşılığını da Yüce Allah’tan beklemektedirler. Bundan dolayı mümin, çalışmayı ve meşru sebeplere sarılmayı da ihmal edilmemesi gereken bir görev saymaktadır, mümin daima bir hareketin ve gayretin içinde bulunur. Fakat hiçbir zaman basit çıkarların önünde eğilmez ve sebepler karşısında küçülmez. Zira müminin kalbi, sebeplere değil, sebepleri yaralan Yüce Allah’a bağlıdır. Bu bakımdan sebeplere sarılmayı ihmal etmemekle birlikte, her an o sebepleri var eden Cenab-ı Haktan, yardım İstemektedir. Çünkü mümin, her şeyin Allah tarafından var edildiğine kesinlikle inanmaktadır(54).
Cenab-ı Hak dilerse onun önüne çeşitli engeller koyar, dilerse önündeki engelleri kaldırır.

Ona bildiği veya bilmediği birçok sebepleri kolaylaştırır. Yüce Allah katında-öyle gizli sebepler vardır ki, insanın bilgisinin ve gücünün buna ulaşması mümkün değildir. İnsan ancak kendi bilgi ve kudretine göre sebeplere sarılır ve tedbirini alır. Ama insan bazan öyle olaylarla karşılaşır ki, almış olduğu tedbirlerin kendine hiçbir fayda sağlamadığını görür,(55) Bunun için Mümin, dünya malından ne kaybederse eısin, büyük bir üzüntüye kapılıp kendini harap etmez, hele intihar etme gibi, haram bir yola asla başvurmaz. Çünkü dünya, ne başlı başına mutluluğun kaynağı, ne de müminin gayesidir. O, Allah’ın herşeye kadir olduğunu; bilir ve ona göre kendine çekidüzen verir. Daha doğrusu büyük bir sabırla, Allah’ın hükmüne razı olur.(56)
Öte yandan İnanmış insan, her ne kadar kendine verilen nimetlerin sebeplerini bilmese de Cenab-ı Hakkın dilediği takdirde onun dünyada kaybetmiş olduğu şeylerin yerine, kat kat fazlasını vereceğine inanır. Zira sebepler yalnız onun bildiği ve düşündüğü kadar değildir. Bilmediği daha nice sebepler vardır. Nitekim bazan, kendisi için kötü olduğunu düşünüdğü şeyle-rin, sonunda kölü olmadığını, aksine iyi sonuç verdiğini görür. Bazan da kendisi için iyi olduğunu düşündüğü şeyler, kötü olarak karşısına çıkar. Diğer bir ifadeyle bazan sevinçlerin arkasında üzüntülerin, bazan da üzüntülerin arkasında sevinçlerin olduğunu görür.(57)
Böyle durumlarda mümin, Allah’a dayanır, O’na güvenir ve O’na teslim olur. Karşılaşmış olduğu güç durumlarda şu ayet-i kerimeyi kendisine rehber edinir ve en büyük teselliyi onda bulur bazan hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda iyi ’olabilir’ bazanda hoşunuza giden bir şey, sizin için kötü olabilir. Bu durumu siz bilmezsiniz, Allah bilir. (58) İşte mümin, bu ilahi kaynaktan büyük güç alarak, içine düşmüş olduğu sıkıntılarını hafifletmekte ve gönlünü ferahlatmaktadır. Bu bakımdan inanmış insanla, inanmamı insan arasında büyük fark vardır. İnanmış İnsanın dayanağı Yüce Allah olduğu için, o daima kendini rahat hisseder. Hayata, olaylara karamsar açıdan değil, iyimser açıdan bakar ve buna göre değerlendirir. Hatta en zor ve en çetin durumlarda bile gayet sakin, sabırlı ve metindir. Başına gelen bir felaketten dolayı, kendini kaybetmez ve bir şikâyette bulunmaz. Çünkü o, başına gelen her sıkıntıdan dolayı sabrederse kendine büyük mükâfat verileceğine inanmaktadır. Kur’an bu noktayâ şöyle işaret etmektedir:
"Andolsun. Sizi, biraz korku; biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden biraz eksiltmekle deneriz, sabredenleri müjdele."(59)
Bir hadiste de şöyle buyurulmaktadır:
"Herhangi bir Müslümanın başına yorgunluk, hastalık, düşünce, keder, üzüntü ve sıkıntıdan, diken batmasına varıncaya kadar, her ne gelirse, Allah bunları, o Müslüman hakkında keffaret sayar."(60)

Bunun için Müslüman, yaşayışında rahat olduğu gibi, ölümden de pek korkmaz. Çünkü o, ölümü bir yok oluş değil, bir vuslat, yani dosta kavuşma olarak telakki etmekte ve bundan sevinç bile duymaktadır. Dünya hayatının geçici, ahiret hayatının ise, ebedî bir hayat olduğunu bilerek ölümden pek endişe eımez. Nitekim Bilal-ı Habeşî (r.a.) ölmek üzere iken gülümsemiş, bunün sebebini sorduklarında da: "Yann dostlarla, yani Hz.Muhammed ve ashabı ile buluşacağım." demiştir. (61) Allah’ın gerçek dostlarının ölümü temenni ettiklerine dair, şu ayeı-i kerime delil olarak gösterilmeketdir:
"De ki, ey Yahudiler, eğer insanlar arasında yalnız kendinizi Allah’ın dostları olarak sanıyorsanız _ve bunda„ da samimi iseniz, ölümü temenni ediniz." buyurulmaktadır.(62)
Bu âyetle geçen "Eğer iddianızda samimi iseniz." sözü, Allah’ın gerçek dostlarının ölümü temenni edeceklerine bir işaret sayılmaktadır.(63) Zira Allah dostlarının Ölüm ötesi hayatta karşılaşacakları manevî zevk ve mutluluğun büyüklüğünü ancak Cenab-ı Hak bilir(64)
Eğer insanlar yalnız dünya lezzetleriyle yetinecek olurlarsa, o zaman diğer canlı varlıklardan pek farklı bir durumları olmaz. Çünkü bu lezzetlerden o varlıklar da istifade etmektedirler. Oysaki insan, diğer canlı varlıklardan çok farklı bir yapıya sahip ve çok farklı bir gaye için yaratılmıştır. Bu bakımdan insan, dünya lezzederinden başka, asıl manevî lezzetlerden istifade etmelidir. İşte bu vasıflara sahip olan inanmış bir İnsanla, inanmamış kimse karşılaştırıldığında, aralarındaki farkın büyük olduğu görülecektir. Çünkü İnanmamış insan, daha önce, de ifade ettiğimiz gibi, daima kendini manevî bir boşlukla, hissetmekte, ruhi bunalım ve stress altında ızurap çekmekledir. Aynı zamanda içinde bulunduğu bu durumdan nasıl, kurtulacağını da bilememektedir. Zira o, kendisini bu durumdan kuratarcak veya en azından sıkıntısını hafifletecek bir inanca sahip değildir.(65) Üzücü bir, olay karşısında -Allah’a teslimiyeti söz konusu olmadığından-’kendin i teselli edecek bir dayanak ve bir makam bulamaz. O zaman bu üzüntüsü ile başbaşa kalır, hayata ve insanlara küser, yalnızlık İçinde kendini harap ve perişan eder. Bu manzarayı şu ayet-i kerime ne güzel tasvir etmektedir:
"İnkâr edenlerin amelleri engin çöllerdeki serap gibidir, susayan kimse onu su zanneder. Fakat oraya varınca onun hiçbir şey olmadığını görür.

Orada Allah’ı bulur, Allah’da onun hesabını çabuk görür."
"Yahut engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu üstüste dalgalar ve dalgaların üstünde de bulutlar örter. Böylece karanlıklar üstünde karanlıklar. İnsan elini uzattığı zaman, neredeyse onu bile göremez. Bir kimseye Allah nur vermemişse, artık onun nuru olmaz. ”(66)
Burada inanmayan insanın durumu, korkunç dalgaların sarstığı ve karanlıkların bürüdüğü bir denize benzetilmektedir. Böyle bir denizde olan insan, zifiri karanlıklar içinde kaldığından bir şey göremez ve kurtuluş yolunu bulamaz. İşte inançsızlık, insanı böyle zifiri karanlıklar içinde boğulmaya mahkûm eden korkunç bir denizdir. Bu karanlıklar insanın gerçekleri görmesine engel olur. Çünkü o, kendisine ışık tutan ve hakkı gösteren nuru kaybetmiştir. Bu nurdan mahrum olanlar hakkında Cenâb-ı Hak başka bir ayet-i kerimede de şöyle buyurmaktadır:
"Allah kimi doğru yola iletmek isterse, onun kalbini İslam’a açar, kimi de saptırmak isterse onun kalbini göğe yükseliyormuş gibi, dar ve sıkıntılı kılar. Böylece Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır "(67)
İnanmayan insanın iç dünyası ve ruhi yapısı böyle tanımlanmaktadır. Onun başka bir sıkıntısı olmasa bile, bu inançsızlığı onu rahatsız ve huzursuz etmeye kâfidir. Zira o, dalmış olduğu karanlık düşünce ve hayallerden kendini bir türlü kurataramaz. Dünya zîneti ona gayet hoş görünür. O, dünyaya dalar, dünya onu Allah’ı anmaktan ve O’na ibadet etmekten alıkoyar. Bu hususu âyet şöyle açıklamaktadır:
"Onlar Allah’ı unuttular, bu yüzden Allah da onları unuttu. Doğrusu ikiyüzlüler, fasıkların tâ kendileridir. "(68)
Görüldüğü üzere, onlar Allah’ı unuttular, O’nun hakkını ihmal ettiler, O’nun kadrini lâyıkıyle takdir edemediler. Dünyaya dalmaları sebebiyle, ilahi emir ve yasaklan unuttular, onlara gereği gibi riayet etmediler. Bu sebeple Allah’da onlara kendilerini unutturdu, kendilerini kurtaracak yararlı İşler yapmaktan geri kaldılar(69) Onlara ölüm hatırlatılınca son derece ölümden korkar, büyük sarsıntı geçirirler. Belki bunda da haklıdırlar. Çünük gidecekleri yerin çok korkunç bir yer olduğu ayetlerle açıklanmaktadır.(70)
Ama mümin, daha önce de belirttiğimiz gibi, ölümden korkmaz. Ölüm onun için bir intikaldir. Kötülükler diyarından, iyilikler diyarına; sıkıntılar dünyasından, ferahlık dünyasına; fani âlemden ebedî âleme bir geçiştir. Zorlukların bittiği, sıkıntıların tükendiği. Cennet nimetlerinin takdim edildiği, saadet yurduna bir yüksel iştir. (71)

Fakat âhirete inanmayan kimse için dtlnya hayatından başka bir hayat yoktur. Bunun için o, dünya hayatına aşın bir istekle bağlanmaktadır. Yaşı ne olursa olsun, kendini hep hayatının başlangıcında görmektedir.(72) Ona göre hayal şudur:
"Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölürüz ve yaşarız, bizi ancak zamanın geçişi yokluğa sürükler, derler. Onlann bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sadece böyle sanırlar. (73)
İşte inançsız insanın dünyayı değerlendirmesi böyledir. O bütün hayatım bu anlayış içinde geçirmekledir. Nereden gelip nereye gittiğini, gayesinin ve hedefinin ne olduğunu aslâ dü- şünememektedir. Etrafını kuşatan küfür karanlığı, onun hakkı görmesine engel olmaktadır.
Oysaki mümin, inancının vermiş olduğu manevi aydınlıkla gerçekleri görebilmekte ve bunun neticesinde de hem dünyada hem de ahirette muılu olmaktadır. İnananların dostu olduğunu belirten Cenab-ı Hak, bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
"Allah müminlerin dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin dostlan ise, azgın şeytandır. O da onlan aydınlıktan karanlığa götürür. İşte onlar Cehennemliktir ve orada ebedi kalacaklardır."(74)
Demek oluyor ki, iman nurundan mahrum olanlar, dönüşü olmayan bir karanlığa ve uçuruma yuvarlanmaktadırlar. Dünyada doğru yolu göremeyen, ahirette de kurtuluşa eremeyecektir. Çünkü ahiretteki kurtuluş, dünyadaki iman nuruna bağlıdır. Dünyada İmandan ve onun gereği olan salih amelden uzak olanlar, hiçbir şekilde mutlu olamayacaklardır, zira onlar dünyanın ve nefislerinin esiri olmuş, hakka kulaklarını ukamış ve İnançsız olarak ömürlerini boşa geçirmişlerdir; Onların âhireueki durumları şöyle tasvir edilmektedir.
"Benim kitabımdan yüz çeviren bilmeli ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü onu kör olarak haşrede- riz. O zaman: Rabbim beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben dünyada kör değildim, der.
Cenab-ı Hak da: İşte böyledir, ayetlerimiz sana gelmişti de, sen onla- n unutmuştun. Bugün de sen öylece unutulursun, diyecektir."(75)
"İnkâr edenlere Cehennem ateşi vardır; ölümlerine hükmedilmez ki ölsünler; kendilerinden Cehennem’in azabı da hafifletilmez. Her inkârcıyı böyle cezalandırırız, "(76)

Buna karşılık inanıp salih âmel sahibi olanlar İçin de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz. Onlar ayetlerimize inanmış ve Müslüman olmuş kimselerdi. Onlara: Siz ve eşleriniz ağırlanmak üzere Cennet’e giriniz. Onlar için altın kadeh ve tepsiler dolaşırılır. Canlarının İstediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedi kalacaksınız. Yaptıklarınıza karşılık size miras olarak yerilen Cennet budur. Orada sizin için bol yemiş vardır, onlardan yersiniz. "(77)
İşte imanın insana kazandırdığı güzel niteliklerle insanlar yeryüzünde kardeşçe, birlik, beraberlik, huzur ve sükûn içinde yaşamaktadırlar. Âhirette ise, Yüce Allah’ın vadettiği Cennet nimetleriyle ebedi saadete ve mutluluğa kavuşmaktadırlar.
SONUÇ:
îman, insana önce, düşünmeyi, yani kendisini kimin ve niçin yarattığını, bu âlemdeki yerinin, gaye ve sorumluluğunun ne olduğunu öğretir. Yaratılmış olan her şeyin belli bir sebebi ve gayesi varken, en mükemmel varlık olan insanın, anlamsız ve gayesiz olarak yaratıldığı düşünülebilir mi? Elbette hayır, gayelerin en büyüğü, sorumlulğun en kutsalı insan içindir, insan, Allah’ı tanımak ve O’na karşı kulluk görevlerini yerine getirmek için yaratılmıştır. Bu görevlerin başında da şüphesiz Allah’a ibadet etmek gelmektedir. İşte gerçek iman, İbadetin insan için ne kadar lüzumlu ve önemli olduğunu hatırlatır.

Ayrıca iman, insanın gerek Allah’a, gerekse diğer insanlara karşı verdiği sözü yerine getirmesini, sabırlı ye metin olmasını, gizli ve açık olarak Allah yolunda infakta bulunmasını, emanete riayet etmesini öğretir. İman, insanları aynı görüşte birleştirerek kardeş yapar, kardeşler arasında birlik, beraberlik, sevgi, saygı, dayanışma ye yardımlaşma esaslarını gerekli görür.
Kısacası İman, insana, Kur’an’ın belirttiği bütün iyi niteliklere sahip olmayı öğretir. Bu da insana iç huzuru, gönül rahatlığı ve ahiret mutluluğu kazandırır.

(1) "Gerçekten biz, insanı en güzel biçimde yarattık” (El-Tîn:4) "ândolsun ki biz, insanoğlunu şerefli kıldık" (El-İsrâ:70) buyurulmak suretiyle bu husus teyit edilmektedir.
(2) El-A’raf:179; Et-Fuıkan;44.
(3) El-lnsan;2.
(4) Bkz. Et-Taberi, Cam i V]-Beyan fi Tefsîri’l-Kur’an, XXIX, 125-127.
(5) Ez-Zariyât:56. ,
(6) El-Taberi, Tefsir, XXVII.8; ez-Zanıah|eri Muhaınmed b.ömer, el-Keışaf, IV,406; Fahruddîn er-Razi, Meiâûhu’l-Gayb, VII.659.
(7) Bkz. Muhammed Suresi: 8-11; el-Casiye:7-10; er-Tevbc: 17,69.
(8) Bkz. EI-Fecr;24-25; eI-Hakka:25-37; eI-En’am:27; en-Nebe:40.
(9) Müslim, Sahih, IV.I994-İ995 (Kiıabul-Birr)
(10) Ez-Zariyaı:57-58.
(11) Bkz. Yazır Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, VI.4546-4547.
(12) Müslim, Sahih, IV. 1995 (Kitabu’l-Birr).
(13) Ez-Zumer 2,
(14) Ez-Zumer 11
(15) El-Bakara;2l.

(16) Bakz. el-Hİcr:99; Tâ hâ:14; Ali lmran:5l; en-Nisa:36,72,117; el-En’am:102; Yunus:3; HŞd:2,26,123; Yusuf:40; eî-Ista:23; Meryem:36,65; €İ-Enbiya:25,92; el-Ankebuı:17,56; Yasîn:61; ez-Zuhnjf:64; en-Necm:67.

(17) El-Beyyine:5; et-Tevbe:31; el-Bakara; 83.
(16) Bkz. Fahraddîn er-Razi, Mefatîhul-Gayb, VHI.641-644.

(19) El-Bakara:217; Ali tmran:22; el-M a ide: 5,53; el-En’am:88; el-A’raf:147; el-Tevbe: 17,69; el- Kehf:105; el-Ahzab:19; ez-Zumer:65; Muhammed,9.
(20) El-Ankebut:56-57.
(21) Ibn Cevà Ebul-Ferec b.Abdurrahrman b.AH, Zadul-Mesir, VI.281.
(22) Geniş bilgi için bkz. et-Taberi, Tefsir, XXI.7-8. - .
(23) îbn Kesir, Tefsiru 1-Kur’an ’il - A zfrn, HI.419-420. ’
(24) Meryem :65. ’
(25) El-Enbiya: 92. ,
(26) Hûd:2.
(27) "Bu dünya hayalı sadece bîr eğlence ve oyundan ibarettir. Asıl fıayat, âhîrelleki hayattır, keşke bilselerdi," (Et-Ankebui:64) Bu konuda geniş bilgi için bkz. İbnî Kesir, Tefsir, IH.421.
(28) Bkz. M. Şems ettin Günaltay, Tarihu Edyân, İstanbul, 1338/1919, s.39-41,
(29) Er-Ra’d:28.
(30) Alûsî Hbu’i-Fadl Şihabuddin Muhammed, Ruhul-Meâm fı Tefsiri’l-Kur’an’i’l Azim ve’s-Seb’il-Mesânî, Beyrut- XIII. 150.
(31) Bkz. Iîz-Zümer:23.


(32) "Allah tek başuıa anıldığı zaman, âhirete inanmayanların kalpleri nefretle çarpar." (Ez-Zümer;45)
Aynca bkz. atusm, Ruhul-Melm, XIII. 149-150.
(33) Bkz. d-Bakara:7.18.171; el-A’raf:179; er-Ra’d:16,19; Fussi)et;44.
(34) El-Hİcr:97-99.
(35) el-Cassas, ahkâmul-Kuran, V.217.
(36) er-Rûm:30.
(37) Fıtrat: Lügat bakımından ilk yaratma, icat etme anlamlarında "Masdar binai nev’i"dir. Terim olarak
fıtrat: Yüce Allah’ı tanıma kabiliyetidir. (er-Rağ,ıp el-Isfahâni, el-Müfredat fi Garibil-Kuran, s.595.) Aynca "Fıtrat" din olarak da adlandanlmıştır. Çünkü insanlar din için yaratılmalardır. (Bkz. Kurtubi,Ahkâmul-Kur’an, X1V.24).
(38) "Rabbin, insan oğlunun sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş anlara: Ben sizin Rabbiniz edğit mi
yim? demiş ve buna kendileri şahit olmuştu. Onlar da: Evel şahidiz, demişlerdi. Bu, kıyamet günü tazim bundan haberimiz yoktu demeyesiniz diye." (el-A’raf: 172)
(39) Er-Rum:33-34; Aynca bkz. Yunus:12; ez-Zumer:8,49.
(40) Bkz. el-Ankebut:61; Lokman :25; ez-Zumer:38; ez-Zuhruf:9.
(41) Müslim, Sahih, IV.2047 (Kitabul-Kader)
(42) Geniş bilgi İçin bkz. Kurlabi, ahkamal-Kur’an, XIV.24-31; Hamdi Yazır,’ Hak Dini Kuran Dili,
VI.3822-3824.
(46) el-A’raf:31. .
(47) Yusuf ed-Dicvî, ed-Dûnu Zaruriyyun lil-Umrân, (Mecdltıü Nur’l İslam) Mısır, 1349/193 İ, 1332.
(48) Bkz. el-Kıyâme;20; el-Fecr:20; el-Adiyat:8; Aynca Hz.Pemgamber’de bu konuda şöyle buyurmuştur: "İnsanoğlunun iki vadi arası malı olsa, üçüncü vadinin de olmasını isler. Onun gözünü ancak toprak doyurur. (İbni Mace, Sönen D. 1415, Kiıabu’z-Zühd)
(49) Bkz. Yusuf ed-Dicvî, Nurul-tslam, 1.333-335. .
(50) Geniş bijgi İçin bkz. et-Taberi, Tefsîr, XXVl.82-83.

(51) "Muhakkak m ilminler kardeşürler" (El-Hucurit:10); ’’Müslüman Müslümanın kardeşidir, Müslüman Müslümaena zulmetmez, Müslüman Müslümam zulmedenin eline bırakmaz." (Müslim, Sahih, IV.1996, (Kitabu’l-Bin1).
(52) Bkz. Bahan, Sahih, VII.78 (Kitabul-Edep); Müslim, Sahih, IV.2000 (Kitabut-Birr)
(53) Bkz. en-Nisâ:127, 135; el-ıMaide:8,42; el-Hucurat.
(54) "Eğer Allah şarta bir zarar dokundunırsa onu yine Allah’tan başka savacak yokuır. Eğer sana bir hayır dilerse. O’n un lülfutıu geri çevirecek yoktur." (Yunus:107).
(55) Bkz. er- Razi, MefStîhul-Gayb, 0.221. .
(56) Ali îmran: 159,173; en-Nısa:8l; ct-Tevbe:Sl,129; Hud:56,S8,123; Yusuf:67; İbrahim: 11,12; en-Nahi:42,99; eİ-Furkân:58; el-Ahzâp:3,47; e2-Zumer:38; cl-Mücadele:10; el-Mümlehine;4; et- Tegabun:13.
(57) Yusuf cd-Dicvî, Nurul-lslam, 1.3.
(58) el-Bakara:216.
(59) e1-Bakara:155
(60) .Buharı, Sahih, Vm.2 (Kitabul-Merdâ). Yine bkz.a.g.e.Vm.2-11.
(61) Bkz, Yusuf ed-Dicvî, Nurul-Islam, 1.335.
(62) el-Cum’a:6.
(63) Kunubî, ahkâmul-Kuran, EL.32-33: Âlûsî, Ruhuİ-Metnî,XXVIII.96.
(64) Bkz. fbni Kesir, Tefsir, 1V.99. " ’ ’
(65) el-Ankebut:41; Geniş bilgi için bkz.tbni Kesir, Tefsir, HI.412-413.
(66) en-Nûr;39-40. .
(67) el-Enâm: 125.
(68) eı-Tevbe;67; Aynca bkz. el-a’raf:51; Ti hl:126; es-Secde:14; e!-Casiye:34; el-Ha$nl9.
(69) eş-Şeyh AJi Mahfuz, Hidayeıül -Mürjidîn, s.256.
(70) Bkz. et-Tevbe:63,68,73; el-Kehf: 106; Tâ ha:74; Fatın36; el-Cinn:23,
(71) Geniş bilgi için bkz. Yusuf ed-Dicvî, Nunıl-Islam, 1.334-335.
(72) Bki. Ibni Mace, Sûren, D. 1415 (Kİiabu’z-Zühd).
(73) el-Casiye:24.
(74) el-Bakara:257.
(75) Tâhi:124-126.
(76) Faiır:36; Ayrıca bksueı-Taberi, Tefsir, XXII,92-93.
(77)ez-Zuhruf;68-73: Aynca bkz* el-Bak ara: 25,62,82,277; Ali-Imran:82; en-Nisa:57,122,173; el-Maide:9,69,93; el-Araf:42,43.1S3; Hud:M,23; Ibrahim:23: en-Nahl:97; el-Kehf:3 0,88,107; Meryem60-96; Tâhâ;75: el-Hac; 14,23,50,56; el-Furkan:70-71; el-Kasas:67; el-Ankebut:7,9,58 er- Rum:15,45; Lokman:8; es-Secde;19; Sebc :4.37; Fatır:7; Yasin:55,58; Gafir;40; Fussilet:8,33,47;eş-Şûra:22,23; el-Casiye:30; Muhammed: 12,29, el-İnşikak:25; el-Buruç:31; ‘ el-Tîn;6; el- Beyyine:7,8.

BİBLİYOGRAFYA

KUR’AN-I KERİM

Ahmed b.Hanbel, el-Müsned, Mısır, 1313.
Ahmed Hamdİ akseki, İslam Fıtri Tabiî ve Umumî Bir Dindir, Ankara, 1981.
Alûsî, ebu’l-Fadl Şihabuddin Muhammed, Ruhu’l-Meânî fi Tefsîril-Kur’an’i’i- Azîm ve’s-Seb’il-Mesânî, Beyrut (t.y.)
Asım Ebu’l-Kemal es-Seyyid Ahmed, el okyanusu’l-Basit fi Tercemeti’I- Kamûsi’t-Muhît, İstanbul, 1305.
Beydâvî, Ebu’l-Hayr Abdulîah b.Ömcr b.Muhammed, Envaru‘t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vîl, İstanbul, 1314.
Bilmen, Ömer Nasühî, Muvazzah llm-î Kelam, İstanbul, 1959.
Buharî, Muhammed b.lsmail, es-Sahih, İstanbul, 1979.
Cassâs, ebu Beki Ahmed b.Ali er-Razî, Ahkâmul-Kuran, Beyrut, 1405/1985.
Cerrahoğlu, Prof. Dr. İsmail, Tesir Tarihi, Ankara, 1988.
Ebu Davud, Süleyman b.el-Eş’as es- Sicisıâni, Sünen, Humus, 1388/1969.
Elmalılı, Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Eser Kitabevi (t.y.) ,
Endclusî, Ebu Abdillah Muhammed b. Yusuf, el-Bahru’l-Muhît, Mısır, 1328.
Gazalî, Ebu Hamîd Muhammed b.Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Mısır, 1289.
ibn Hacer el-Askajâni, Fethu’l-Bari bi Şerhi’l-Buhârî, Kahire, 1959.
Ibn Kesîr, Ebu’l-Fidâ İsmail, Tefsiru’l- Kur’an’i’l-Azîm, Mısır, 1388/1969
Ibn Kuteybe, Ebu Muhammed Abdullah b.Müslim, Tefsîru Garibi’1-Kur’an, Beyrut, 1398/1978. 1
Ibn Mace, Ebu Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvînî, Sünen, (t.y.)
Ibnu’l-Cevizi, Ebul-Ferec Cemaluddin Abdurrahman b.Ali, Zadu’l-Mesır, fi İIm i’ı-Te fsîr, Beyrut, 1384/1974.
Ubnu’i-Esîr, en-Nihaye fi Garibi’l-Hadîs, Kahire, 1322.
Kurtubi, Ebu Abdillah Muhammed b. Ahmed, el-Cami’u li Ahkâmi‘l- Kur’ari, Beyrut, 1405/1985.
Matürîdî, Ebu Manstır Muhammed, Kitabu’t-Tevhîd, İstanbul, 1979.
Müslim b.Haccâc, el-Kuşeyrî, el- Cami’u’s-Sahîh, Mısır, 1374/1955.
Muhammed b.Ali es-Sabunî, Safvetü’t- Tefâsîr, İstanbul, 1396/1976.
Nisâı Ebu Abdirrahman b.Şuayb, Sünen, Mısır, 1383/1964.
Ragıb el İsfahanı, el-Müfredât fi Garîbi’l- Kur’an, İstanbul, 1986.
Razi, Fharuddîn Muhammed, Mefâtihul Gayb, İstanbul, 1308.
Subhi es-Salih, Mebâhistı fi Ulûmi’t- Kur’an, Beyrut, 198i.
Şeyh Ali Mahfuz, Hidâyeıu’l-Mürşidin, Mısır, 1377/1958.
Taberi, Ebu Cafer Muhammed b.Cerir, Ca- mi’u’l-Beyân fi Tefsiri’1-Kur’an, Mısır, 1323,
Tantavî,_Cevheri, el-Gevahîr fi Tefsiri’l" Kuran, Mısır, 1341.
Tirmizî, Ebu İsa Muhammed b.İsa, el- Cami’u’s-Sahih, Mısır, (t.y.)
Vahidî, Ebu’l-Hasan Ali b,Ahmed, esba- bu’n-Nüzûl, Mısır, 1315.
Yusuf ed-Dicvî, ed-Dinu Zaruriyyun li’l- Umrân, (M ecelle tü Nuıi’l-lslam) Mısır, 1349/1931. ^
Zamahşerî, Muhammed b.Ümer, el- Keâf, Kahire, 1373/1953.
Zehebî, Muhammed Hüseyn, ct-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, Kahire, 1381/1961.
Zehebî, Şemsilddin Ebu Abdillah, Tezkire- tul-Huffâz, Haydarabat, 1375.
Zerkânî, Muhammed Abdu’j-Azîm, Menâ- hilu’l -İrfan fi Ulûmi’l-Kur’an, Mısır.
Zer keşi, Bedriiddîn Muhammed b.Abdiilan. el-Burhan fi Ulumi’l- Kur’an, Beyrut, 139Î/1973.
Ziriklî, Hayruddîn, el-A’lam, Beyrut, 1389/1969.