Muhit MERT
1962 yılında Ankara’nın Bezirhane Köyü’nde doğdu. İlk tahsilini köyünde tamamladıktan sonra ortaokulu ve İmam Hatip Lisesini Ankara’da bitirdi. Daha sonra İslâmî İlimler Fakültesine girerek 1985 yılında mezun oldu. Askerlik görevini yaptıktan sonra Diyanet İşleri Başkanlığında vaiz olarak göreve başladı.
Halen Çumra Vaizi olarak görev yapmaktadır. Aynı zamanda Selçuk Üniversitesinde Kelam Anabilim Dalında doktora ça- lışması yapmaktadır.
Seyfüddin El-Âmidî ve NÜBÜVVET ANLAYIŞI
I. BÖLÜM: ÂMİDÎ’NİN HAYATI
1. SEYFÜDDİN EL-ÂMİDÎ (551/1156 - 631/1233)
Hicrî 551 senesinde Âmid (Diyarbakır)’de doğdu, asıl adı Ali b. Ebî Ali b. Muhammed b. Salim’dir. Memleketi olan Âmid’e nisbetle Âmidî diye tanınmaktadır. Daha sonraları Hama’da ve Dımeşk’te kaldığı için Hamevî ve Dımeşkî de denmiştir. Tarihçiler onu Sa’lebî olarak da zikrederler.(1) Bazıları Tağlibî derler ama çoğunluğu Sa’lebî olduğunda ittifak ederler.
Fıkhî mezhebine nisbeten Hanbelî, sonra Şâfiî’dir. Künyesi Ebu’l-Hasen, lakabı ise Seyfüddin’dir.(2) O, Eş’arî ekolünün meşhur bir kelamcısıdır.
2. İLİM TAHSİLİ VE HOCALARI
Âmidî, ilköğrenimini kendi memleketinde Kur’ân-ı Kerim’i ezberleyerek, kıraat ilminden, Arabî ilimlerden ve İmam Ahmed b. Hanbel’in mezhebi üzere fıkıh’tan bir şeyler okuyarak yaptı.(3)
Genç bir delikanlı iken devrinin ilim merkezi Bağdat’a gitti. Orada Hanbelî âlimlerinden Ebû’l-Feth Nasr b. Fityan el-Müna’dan fıkıh dersleri aldı.(4) Bağdat’ta büyük mühaddis Ali b. Şâtil’den hadis okudu ve ondan Ebû Ubeyd Kasım b. Sellam’ın Garibü’l-Hadis kitabını rivayet etti.(5)
Bağdat’ta ikametinden bir müddet sonra Şâfiî mezhebine geçti. Şâfiî ulemasından, fıkıhta ve usul-ü fıkıhta, cedel, münazara, kelam ve mantıkta hüccet olan, İbn-i Fadlan diye bilinen Ebû’l Kasım Yahya b. Fadıl ile beraber bulundu ve ondan ders okudu.(6) İbn-i Fadlan, hocalarından en bariz olarak bilinen ve üzerinde tesiri en kuvvetli olanıdır. Akli ilimlerde derinleşmesinin temelini de o atmıştır.
Yine O’ndan ilm-i hilaf okudu ve bu ilimde de temayüz etti. Şerif el-Merâğî ve Esa’d el-Mihenî’nin hilâfiyattaki metodunu ezberledi.(7)
Bu arada Kerh Yahudi ve Hıristiyanlarından felsefe dersleri aldı. Bu ilimlerde ve kelamda zamanının en salahiyetli kişilerinden birisi oldu. Felsefe ile meşgul olduğu için fukahâ, O’na karşı çıktılar ve aleyhinde oldular. Bu rahatsız edici durumdan dolayı M.1186’da Şam’a geldi, aklî ilimlerini orada tamamladı. Şam’da Şehâbettin Sühreverdî ile tanıştı.(8)
Şam’dan, hicrî 592 yılında Mısır’a geçti. Mısır, Selâhaddin’in oğlu Melik el-Aziz’in idaresinde idi. Âmidî, Melik el-Aziz için akaide dair, ‘El-Livaü’l Aziz Tezkiretü’l Melik el-Aziz’ isimli bir risale yazdı. Fakat sonra bu esere rastlanamamıştır. (9)
3. İLME HİZMETLERİ VE TALEBELERİ
Âmidi Mısır’da ilmî çalışmalarla dolu yirmi yıl geçirdi. Evvela Fustat’taki Menazil el-İzz medreselerine yerleşti. Sonra Selâhaddin Eyyûbî’nin İmam Şafiî’nin Karafe-i Suğra’daki kabrinin yanında kurduğu Nasırıyye medresesinde asistanlık yaptı. Daha sonrada Zafir Camii’nin başına geçti.(10)
Orada müderrislik yaptı. Kelam, Usûl-i Fıkıh ve aklî ilimlere dair bazı eserlerini burada yazdı.(11)
O’nun başarısının artması, şöhretinin yayılması ve insanların ondan istifade etmeleri bazı fakihleri kıskandırdı. O’nu inancının bozukluğuyla itham ettiler. Felsefe ile uğraşmasını ve akidesinin bozukluğunu ileri sürerek hakkında bir tutanak hazırlayıp, kanını mübah kılıcı bir fetvayı sultana yazdılar. Fakat durum insaflı bir âlime intikal etti. Fetva kendisine imza için geldiğinde kenarına, “Başarısına ulaşamayınca bu gence haset ettiler. Bu topluluk onun hasım ve düşmanıdır.” mealindeki beyti yazdı. Altına da “Bunu yazan fülan b. fülandır” diye ekledi. Onların maksadı böylece hedefine ulaşmamış oldu ama Âmidî, ulemanın kendisine yaptıkları karşısında Mısır’ı gizlice terkederek Şam’a gitti; Hama şehrine yerleşti.(12)
Hama’nın âlim emiri Melik el-Mansur, O’nu misafir etti. Mansuriyye medreselerinde ders okutmakla görevlendirdi. Bol gelir ve maaş tahsis etti. Âmidî, O’nun yanında hayatının en istikrarlı dönemini yaşadı.(13) Usuluddin, usûl-ü fıkıh, hikmet ve hilafiyyata dair eserlerinin en mühimlerini burada yazdı. Bunlar; ilm-i kelam’a dair Ebkâru’l-Efkâr, mantığa dair Dekâiku’l-Hakâik, felsefeye dair el-Mübin fî elfazı’l İşarat’tır.(14) Melik el-Mansur 1220 h. de ölünce, Hama’dan ayrılıp Dımeşk’e yerleşti.
Dımeşk Emiri Melik el-Muazzam bazı kimselerin tavsiyesi üzerine Âmidî’yi, Aziziye medreselerinin başına getirdi.(15) Melik el-Muazzam’ın vefatına kadar orada ders okuttu. Melik el-Muazzam, Melik el-Kâmil gibi Eyyûbi melikleri, O’nu pek sevmiyorlardı. Ama O’na ikram ediyor, iyilikte bulunuyorlardı. (16)
Bu arada ilimleri ile temayüz eden nice âlim kimseler yetiştirdi. Mısır ve Şam ulemasının sultanı İzz b. Abdüsselam, meşhur tarihçiler İbn-i Ebî Usaybia ve Ebû Şamme, O’nun talebelerindendir.(17)
Burada usûl-ü fıkha fazlaca önem verdi. El-İhkam fî Usûli’l-Ahkâm ile onun muhtasarı durumunda olan Münteha es-Sul fî İlmi’l-Usûl’ünü yazdı. Âdeti olduğu üzere yine ilim meclisleri kurdu, münazaralar yaptı. Tarihçilerin dediği gibi bu işi salı ve cuma günleri, Benî Ümeyye camiinde yapıyordu. (18)
4. ÖLÜMÜ
Melik el-Muazzam’ın ölümünden sonra Dımeşk emiri olan Melik el-Eşref, medreselerde tefsir, hadis ve fıkıhtan başka ilim okutulmayacağına ve felsefe ile meşgul olanları süreceğine dair bir ferman çıkardı. Seyfüddin Âmidî’yi de Aziziye medresesi müderrisliğinden azletti. (19) Âmidî hayatının bu son anlarını evine çekilerek geçirdi. Nihayet 631 hicrî senesi safer ayının ilk günlerinde, 80 yaşında iken hayata gözlerini yumdu ve Kasyun dağının eteklerine defnolundu. (20)
Âmidî’nin özel hayatı hakkında evine sık gidip gelen İbn-i Ebî Usaybia’nın anlattıklarından başka hemen hemen hiç birşey bilmiyoruz. Âmidî evlenmiş, Celaleddin lakâbıyla anılan Muhammed adında bir de çocuğu olmuştur.(21)
5. İLİM VE AHLAKI
Âmidî’nin hayatından bahseden tarihçiler, onun dinin iki aslında eserler sahibi, usulcü, mantıkçı, cedelci ve hilafiyatcı olduğunu söylüyorlar.
Aynı zamanda onu, “zamanın en zekisi”, “âlemin en zekilerinden birisi” gibi sözlerle tavsif ederek ifratkâr bir zekâya sahip olduğunda icma, aklî ilimlerde imam olduğunda ittifak ederler.(22) Hafız Zehebî, O’nun aklî ilimlerdeki yerini usûl, kelam ve mantıkta; O’nun bir benzeri yoktur sözüyle anlatır. (23) Talebesi büyük âlim İzz b. Abdüsselam ondan bahsederken, “O’ndan daha güzel ders anlatan hoca görmedim; münazara ve araştırma usûlünü O’ndan öğrendik. İslâmiyetten şüphe ettiren bir zındık gelse, onunla sadece O münazara yapardı, çünkü bunun için gerekli ehliyete O sahipti demektedir.”(24)
Bunlar gösteriyor ki Âmidî, kelam ilminin en büyük temsilcilerinden biridir. İmam Gazali ile başlayan ve gelişen felsefi kelam, Âmidî ile zirveye ulaşmıştır. Mantığı ve felsefeyi çok iyi bilmesi, zekâsının da keskin olması sebebiyle kelamın meselelerini anlatımda, bu ilimleri gayet ustalıkla kullanıp güzel yorumlar getirmiştir.
Bütün bunlara rağmen zaman zaman hakkında dedikodular çıkmış inancının bozuk olduğunu söyleyenler olmuş ise de İbn-i Kesir bunların doğru olmadığı kanaatındadır. (25)
Selefî Ekolün şeyhi İbn-i Teymiye’de O’nun hakkında diyor ki: “Devrinde felsefi ve kelam ilimlerinde, O’ndan daha mütebahhir bir âlim yoktu. O, bu ilimlerle uğraşanların itikad yönünden en güzeliydi.”(26) Bunlardan anlaşılıyorki O, âlim, fâzıl, inancı sağlam, ameli de salih birisidir.
Âmidî’nin ahlakı hakkında da güzel şeyler söylenmektedir. O, selim ve ince kalpli ve gözü yaşlı bir insandır. Bazı Eyyûbî melikleri onu sevmemesine rağmen, O’nun ilme hizmette devam etmesi, ilim yolunda birtakım sıkıntılara katlanması da sabırlı, sadakatli ve azimli bir insan olduğunu gösterir.
6. YAŞADIĞI DEVİRDE İLMÎ HAREKETLER
Âmidî’nin yaşadığı devir H. 6. asrın ikinci yarısı ile 7. asrın ilk yarısıdır. Bu devir Selâhaddin Eyyûbî ve hanedanının hüküm sürdüğü devir olup ilmî hareketlilik açısından canlılık arzeder.
Daha önceleri müslümanların Moğol istilası, Şiî fitnesi ve haçlıların tasallutuyla Şam ve Mısır’da ilmî hayat zayıflamıştır. Musul atabeyi Nurettin Zengi siyasi birliği tekrar sağlamak, Şiiliğe karşı Sünniliği korumak ve haçlı tasallutunu bertaraf etmek için çaba sarfetti. Önce haçlılarla uğraşıp başarılar kazanan Nurettin, sonra da Bâtıniliğe karşı medreseler kurarak ilme ve âlime önem vererek mücadele etti.
Nurettin’in ölümünden sonra yerine geçen Selâhaddin Eyyûbî de onun yolunu takip etmiştir. Eyyûbîler hanedanına mensup melikler, emirler, vezirler ve kadılar gibi devletin ileri gelenleri münevver insanlardı. Başta Selâhaddin’in kendisi Kur’ân’ı, Ebu Temmam’ın el-Hamase’sini ve Ebû İshak Şirazî’nin Et-Tenbih fi’l-Fıkhı’nı ezbere biliyordu.
Ayrıca devrinin meşhur âlimlerinden hadis, fıkıh, edebiyat okudu. Bu da açıkça göstermektedir ki Eyyûbîlerde gerek ilimle iştigal etme, gerekse ilim adamlarını koruma yaygın bir gelenektir. Bundan başka hanedandan Takiyüddin Ferruh Şah, Melik el-Mansur, Behramşah, Tacü’l-Mülük Böri, Kâdı el-Fazl ve İmadeddin el-Kâtip de ilimle uğraşmışlardır. Selâhaddin onların da yardımıyla birçok medreseler açıp hocaların ve talebelerin barınması ve geçimlerinin temin edilmesi için vakfiyeler kurdu. O’nun bu gayretleri Şam ve Mısır’ı âlimler ve talebeler için cazip hâle getirmiştir. Artık İslâm dünyasının çeşitli bölgelerinden talebeler ve ilim adamları Şam ve Mısır’a yerleşmeye başlamışlardır. Mağrib hac yolunun Mısır’dan geçmesi ve ticari ilişkiler gibi nedenlerle Mısır’ın önemi daha da artıyordu. Şam kapıları da Bağdat taraflarına açılmış çevresiyle ilişkiye girmiştir. Bu tür vesilelerle Endülüslü, Kuzey Afrikalı, Bağdatlı ve Isfahanlı nice âlimler Şam’a ve Mısır’a gelip ilim için müsait ortamı görünce yerleşip kalmışlardır. Bunlar arasında meşhur simalardan Şahabettin Sühreverdî, Sıbt-i İbni’l-Cevzî, Abdullatif Bağdadî ve Seyfüddin Âmidî’yi zikredebiliriz.
Mağripten gelenler arasında ünlü tabibler ve filozoflar da vardı. Bunlardan birisi de Yahudi asıllı olan Musa b. Meymun’dur. Bunlar dahi Selâhaddin’in himayesini görmüşlerdir. Böylece Şam ve Mısır ilmî hareketlilik açısından Bağdat’ı geride bıraktı.
İmadeddin el-Kâtib’in bir kaydına göre, 1185 yılında Dımeşk medreselerinde ders veren 600 fakih vardı. İmadeddin gibi ders okutan idareciler, tabibler, edipler, şairler, bu rakamın dışında idiler.
Nurettin ve Selâhaddin devirlerinde daha ziyade Selefî düşünce hâkimdir. Bu yüzden aklî ilimlere ve bu ilimlerle uğraşanlara pek önem verilmediğini, hattâ cephe alındığını görmekteyiz. Hama Eyyûbilerinden Melik el-Mansur ise aklî ilmlerle uğraşanları himaye etmiştir.(27) Devrin fakih ve muhaddislerinin de felsefî, aklî ilimlere karşı reaksiyon gösterdikleri müşahede edilmektedir. Âmidî’nin hayatında da bunu görmek mümkündür.
7. ESERLERİ
Âmidî çeşitli ilim sahalarına dair 20 kadar eser yazmıştır. Kaynaklarda zikredilen eserlerini beş grupta toplamak mümkündür:
1. Kelama dair; Ebkarü’l-Efkâr, Gayetü’l-Meram fî İlmi’l Kelam, El Meahiz Ala El-İmam Er-Razi, Risaletün fî İlmillah, Manaihu’l-Karaih, El-Livâu’l-Aziz Tezkiretü’l-Melik El-Aziz’dir.
2. Usûlü Fıkha dair; El-İhkam fî Usûli’l-Ahkâm ve Munteha es’sül fî ilmi’l-usûl’dür.
3. Felsefeye dair; Dekaiku’l-Hakaik, El-Mubin fî Elfâzı’l-Hükemâ ve’l-Mutekellimin, Rumuzu’l-Künûz, Keşfü’t-Temvihât, El-Bahir fî Ulûmi’l-Evâil ve’l-Evâhir’dir.
4. Diyalektiğe dair; Gayetü’l-Emel fî İlmi’l-Cedel ve Şerhu Cedeli’ş Şeriftir.
5. Hilafiyata dair; Muhtasarun fi’l-Hilâf ve Lübâbu’l-Elbâb’dır.
8. İLMİ KELÂM’DA METODU
1. Âmidî; Gayetü’l Meram’ı sekiz kanun üzerine tertip eder. Bu kanunlardan bazılarını da taraflara ayırmıştır. Böyle bir tasnifi selefî olan kelamcılarda da görmek mümkündür. Şehristanî, Nihayetü’l-Akdâmı 19 kaide üzerine; Bağdadî de Usulüddîn’i 15 asıl üzerine tertip etmişlerdir.
Esere muhteva olan sekiz kanun şunlardır:
Birinci Kanun: Bizatihi vacip olanın isbatı.
İkinci Kanun: Sıfatların isbatı ve sıfatları nefyedenlere cevaplar. (Bu kanun iki kaide olup ikinci kaide ise beş taraf ve bir hâtimeden oluşur.)
Üçüncü Kanun: Allah’ın vahdaniyetidir.
Dördüncü Kanun: Teşbihin iptali ve Allah hakkında caiz olan ve olmayan şeyler. (Bu kanun iki kaidedir.)
Beşinci Kanun: Vacibü’l-Vücûdun Fiilleri (Bu kanun üç kaide olup, üçüncü kaide iki taraftan oluşur.)
Altıncı Kanun: Meâd, nefis ve cesetlerin haşrine taalluk eden hususların beyanına dairdir.
Yedinci Kanun: Nübüvvet ve hârikulâde fiiller hakkındadır. (Bu kanun da iki taraftan oluşur.)
Sekizinci Kanun: İmamet hakkındadır. (İki tarafı ihtiva eder.)
2. Âmidî felsefi kelam döneminin en parlak simalarından birisidir. Bu yüzden eserinde felsefi izahlar ağır basar. Mantığın prensiplerini de çok güzel kullanmaktadır. O, bu eserini düşüncede kemâle erip, kelam sahasında derin ve kusursuz bir eser meydana getirme iddiasıyla bu eseri yazdığını, kendisi eserin girişinde, “Hiç bir bulut kalmadı, hepsini dağıttım. Hiç karanlık bir yer kalmadı, hepsini aydınlattım.” şeklinde ifade etmektedir.(29)
3. Âmidî, sem’i delilleri sadece sem’iyyat bahislerinde kullanma yoluna gitmiştir. İlâhiyat bahislerinde ender olarak nakil görülür. Nübüvvet bahsinde yine akli izahlar ağırlıklı yer tutmaktadır. Haşre ait mevzularda, nassları bol miktarda kullanmıştır. Bu durum, kitabın sayfaları karıştırılırken bile göze çarpar. O’nun bu özelliği felsefi kelamda zirvede olmasındandır.
4. Âmidî, izah ve ifadelerinde kendisinin selefî olan kelamcılara çok yaklaşır. Hattâ bazen aynı ifadeleri kullandığı görülür. Kelamcılardan Şehristanî, Razî, Gazalî, Cüveynî ve Bakıllanî’nin tesirleri görülmektedir.
5. Âmidî meselenin hemen girişinde, ittifak ve ihtilaf edilen noktalar hakkında toplu bilgiler verir. Sonra muhaliflerinin iddialarını sıralar, onları tahlil eder. İddiaların batıl olduğunu ve ehli hakk’ın görüşlerinin doğru olduğunu isbata çalışır. Ara sıra şüphelere ve o mevzuda varid olan suallere cevaplar verir.
6. Âmidî kendi zamanına kadar gelen Yahûdilik, Hıristiyanlık, Mecusilik vb. dinlerin mensuplarının; Mutezile, Batıniyye, Şia ve Cebriye gibi fırkaların, Cübbâî ve Kâbî gibi şahısların ve felsefecilerin görüşlerini gayet açıklık içinde münakaşa eder.
Hatta ehlisünnet kelamcılarının bazı izahlarına itiraz ederek farklı izahlar ortaya atmıştır. Mesela, adem’den sonra hudûs meselesinde; Şehristanî’nin izahlarını tenkit ederek kendisi yeni izahlar getirmiştir. Zaten kendisi eserin girişinde bunu tasrih mahiyetinde, “Muhakkiklerin hata ettikleri yerleri ikaz edip, batıl ehlinin ayıplarının örtüsünü kaldırarak, mülhidlerin fikirlerinin karanlık yerlerini açarak yazmaya başladım.” demektedir.(30)
II. BÖLÜM
ÂMİDÎ’NİN NÜBÜVVET ANLAYIŞI
GİRİŞ: Nübüvvet Konusuna Toplu Bir Bakış
Âmidî nübbüvvet meselesini iki yönden incelemektedir. Birincisi, nübüvvetin aklen caiz olması, ikincisi ise bilfiil meydana gelmesidir. Fakat daha önce nübüvvetin hakikatinin ne olduğunu anlatımla bir giriş yapmıştır. Bu konuda kendinden önceki kelamcılardan Bakıllanî, Cüveynî ve Şehristanî ile aynı görüşü paylaşmaktadır.
Nübüvvet, nebinin zatî vasıflarından dolayı veya kesb ve ameli sebebiyle kazandığı bir mana değildir. Allah’ı bilmesinden veya kendisinin nebi olduğunu bilmesinden kaynaklanan bir mana da değildir. Çünkü peygamberlikten önce de Allah’ı bilmek mümkündür. Fakat bu bilme nebi olmayı gerektirmez. Kendisinin nebi olduğunu bilmesi de nebi olmasını gerektirmez, çünkü bir şeyi bilmek ayrı, o şey olmak ayrı şeylerdir. Dolayısıyla nübüvvetin hakikati, Allah’ın, ‘Rasûlüm, nebim’ diyerek seçtiği bir kimseye ihsan ve nimet olmasıdır.(31)
Amidî’de nübüvvet bahsinin özünü, mucize meselesi teşkil eder. Çünkü mucize, peygamberin davasında doğru olduğunun Allah tarafından tasdiki anlamındadır. Peygamberimizin (s.a.s.)peygamberliğini isbat için de izahlarını en büyük mucize olan Kur’ân üzerinde yoğunlaştırmıştır.
1. Peygamber Göndermenin Hükmü:
Nübüvvetin aklen caiz olması konusunda ehl-i hakk’ın, “Nübüvvetin vukûu ne vaciptir, ne muhaldir. Bilakis olmak veya olmamak noktasında zatına ve tercih edene göre denktir. Dolayısıyla caiz ve mümkündür.” görüşünü ortaya koymaktadır. (32)
Âmidî bu konuda hata ehlini iki gruba ayırmaktadır: Birinci grupta felsefeciler ve Mutezile vardır. Bunlara göre, Allah’ın peygamber göndermesi aklen vaciptir. İkinci gruba da Brahmanları, Sabiileri ve Tenasühçüleri koyuyor. Bunlara göre de nübüvvet aklen imkânsızdır.
Bu bilgiyi verdikten sonra felsefecilerden başlayarak hata ehlinin görüşlerini tahlile girişmiştir. Mutezile ve felsefecilerin görüşlerinin temelinde hüsün-kubuh ve salah-aslah’a riayetin vacip oluşuna dair, bozuk olan inançlarının yattığını ifade etmektedir.(33)
Âmidî, insanlar için peygamber göndermenin aklen vacip olmamakla beraber lüzumsuz da olmadığını izah ve caiz fakat lazım olduğunu isbat için önce muhaliflerin iddialarına cevap vermektedir. Meseleyi çoğunlukla fikir plânında ele alıp, anlatımda temsili (analog) kullanır. Temsil kullanmasındaki maksadı da meseleyi akla yaklaştırmaktır.
Nübüvveti nefyedenlere karşı lüzumlu olduğunu şöyle isbata çalışıyor: “Nebi, aklın müstakil olarak tek başına anlayamacağı şeyler getirir. Mesela, ibadet şekilleri, dinin prensipleri, insan için zararlı veya faydalı olan sözler ve fiillerin bilinmeyişi, dünya ve ahiret saadet ve şekavetine taalluk eden şeyler böyledir. Nebinin bunları açıklamaya nisbeti; doktorun ilaçların özellikleri, vücuda faydalı veya zararlı oluşlarını tarif etmesine nisbeti gibidir. Avam onları anlamada müstakil olmaz. Uzun tecrübelerden sonra vâkıf olsa bile doktordan müstağni kalmak mümkün değildir. Mesleğin sırlarına binaen zarar veya helake düşmeye sebeb olur. Nebinin durumu da böyledir.(34) O bu izahı hata ehlinin, “Eğer nebinin getirdiği şey makul ise peygamber gönderme gereksiz olur. Zira herkes onun getirdiği şeyleri aklen bilir. Şayet getirdiği şeyler makul değilse, zaten makbul olmaz.” şeklindeki istidlallerine karşı yapmaktadır.
2. Mucizenin Peygamber’in Sıdkına Delaleti:
Âmidî, peygamberin sıdkına mucizenin delaletini şöyle izah etmektedir: “Rasûlün sıdkına akılla vâkıf olmak mümkün değildir.” demek, insanlar içinde seçerek peygamber yaptığı, doğru yola irşad ile halkın nizam ve ıslahı için vesile kıldığı kimseyi tasdik etmekten, Allah’ı âciz saymak olur. Hâlbuki yaratma ve emir Allaha attir... O, kendi rububiyetini tanıtıp, ulûhiyetini tasdik ettiği gibi emanetini taşımak için seçtiği kimseyi de tasdik etmeye kadirdir. Bu tasdik ya muhataplarda zaruri bir bilgi yaratmasıyla olur veya rasûlü olduğunu haber vermesiyle olur... Bazen de bu tasdik, peygamberlik iddia edenin elinde selim akılların iz’anla kabul edeceği mucize izharı ile olur. Bu da rasûlün, “Ben rasûlüm, sözümde doğru olduğumun delili de birbirinize yardımcı olsanız bile, benzerini getiremeyeceğiniz şeyleri benim getirmemdir.” diye iddia ettiğinde, davasına mukarin olarak mucize meydana gelmesiyle olur. Her akl-ı selim de onun sözünde sadık olduğunu ve ona ittiba etmek gerektiğini kesin olarak anlar. Çünkü sarih akıl, nebinin davetine mukarin olarak harikulade fiillerin zuhur etmesini ve muaraza etme sebeplerinin çok olmasına rağmen insanların muarazadan aciz kalmalarını, onun sözünde doğruluğunu delil kabul eder. Davetine mukarin olarak Cenab-ı Hakk’ın, onun elinde mucizeyi yaratması da “O, benim rasûlümdür, söyledikleri de doğrudur.” şeklindeki söz ile tasdikinin yerine geçer.(35)
Âmidî bundan sonra meseleyi akla yaklaştırmak sadedinde bir temsil getirir: “Bir melik makamında saltanat tahtında otursa, insanlar da ona itaat ve hizmet için toplanmış olsalar ve içlerinden birisi kalkıp, ‘Ey insanlar! Ben melikin size gönderdiği elçiyim, sözümde doğru oluşumun delili de ben, ondan istediğim zaman üç kere ayağa kalkması veya elini hareket ettirmesidir. Sizden birisi bunu yapamaz.’ dese ve bunu gerçekleştirse, orada bulunanlardan hiçbiri bunun doğruluğundan şüphe etmez ve onunla çelişki içine girmez.”(36)
3. Mucizenin Şartları:
Âmidî’ye göre mucizenin şartları vardır. Bunları şöyle özetleyebiliriz; mucize, rasûl için yaratılmış harikulade fiil olmalıdır.
Ayrıca mucizenin kadim bir sıfat olması, iyi kötü herkesin elinde genel olarak zuhur etmesi ve peygamberin davasından önce ya da gecikmiş olarak gelmesi caiz değildir.
Mucize bu şartları taşıdığı gibi elinde zuhur eden kimseyi de tekzib etmemelidir. O, bu meselede ince bir noktaya dikkat çekmektedir. O nokta şudur: “Peygamber, ben peygamberim, doğruluğuma delil de Allah’ın şu elimi konuşturmasıdır.” dese ve eli, “bu adam iddiasında yalancıdır” diye konuşsa, bu harikulade fiil onun sıdkına delil olmaz. Ama nebi, “Benim sıdkımın delili, şu ölüyü diriltmektir.” dese ve Allah da ölüyü diriltse; dirilince peygamberi yalanlasa, bu mucizedir ve onun sıdkına delildir. Yalancı olduğunu göstermez.(37) Çünkü birinci misalde elin konuşması harikuladedir. Onun yalancı oluşuna delil olur. İkinci misaldeki ölünün diriltilmesi harikuladedir. Ama dirilmiş olanın konuşması harikulade değildir. Harikulade olmayanın yalanlaması, peygamberin peygamberliğine halel getirmez.
Bu ayırımıyla Âmidî, bu iki durum arasında fark görerek Eşarilerden ayrılmakta, hatta onların görüşlerini zayıf görmektedir.
Âmidî’ye göre, harikulade fiillerin hem nebinin elinde hem de nebi olmayan kimsenin elinde zuhur etmesi caizdir. Bunu kabul etmemek, Allah’a acizlik nispet etmek olur. Çünkü her fiil Allah’ın gücü dâhilindedir. Yalnız mucize de şart olan, davasında peygamberi tasdik makamında meydana gelmesidir. Diğer harikulade fiiller ise böyle değüdir.
4. Nübüvvetin Bilfiil Vukûu:
Nübüvvetin bilfiil meydana gelmesine gelince, Âmidî bu mevzuda, Peygamber Efendimizin peygamberliğini ve O’nun sıdkına delil olarak da mucize olan Kur’ân’ı esas almaktadır. Zira peygamberlikleri mucize ve kati delillerle sabit olan peygamberlerin pek çok mucizesi olması sebebiyle hepsini anlatmak mümkün değildir. Bu yüzden mevzuyu, Peygamber Efendimizin (s.a.s.) peygamberliğine tahsis etmeyi gerekli görmüştür. Bunun bir sebebi de birçok taifenin, peygamberimizin risaletini inkârda ittifak etmiş olmalarıdır.
5. Kur’ân’ın İcazı:
Kur’ân’ın mucize oluşunu; O’nun bedii bir nazmı, Arap ediplerinin kullandıkları üslup ve vezinlere muhalif olan bir üslubu, veciz ifadeleri, fasih lafızları, beliğ ve şümullü manaları kendinde toplamasında görmektedir.
O, “Kur’ân bu yönleriyle Nebi (s.a.s.)’nin dahi gücü dâhilinde değildir.”(38) sözüyle Kur’ân’ın îcazının sarfe (yani aslında Kur’ân’a nazire yapılabilirdi fakat Allah, nazire yapma gücünü kullardan kaldırdı) iddiasıyla olmadığını isbat etmiş olmaktadır.
Peygamberimizin, Kur’ân’la meydan okumasına, tehaddî yapmasına karşılık, Arapların ehl-i lisan ve büleğay-ı zaman olmalarına, mahfel ve meclislerinde şiirle muarazayı, fasih nesirle münazarayı iyi kullanmalarına rağmen Kur’ân’a sözle nazire yapma yerine; O’nun dâvâsını ibtâl etmek için kılıçla savaşla mukabeleyi tercih etmelerini de Kur’ân’ın îcazına delil göstermektedir.(39) Vâkıâ muarazaya kalkanlar olmuştur ama gülünç şeyler ortaya koymuşlardır.
Âmidî; “Nasıl ki Hz. İbrahim zamanında tabiat ilimlerini iyi bilen; Hz. Musa zamanında sihri iyi bilen; Hz. İsa zamanında tıbbı iyi bilen; onların mucizelerini daha iyi anlar ve tasdik ederse; Arapların edebiyatta kullandıkları üsluplara, vezinlere, lügat vs. vâkıf olan kimse de Kur’ân’ın îcazını daha iyi anlar ve tasdik eder.” (40)
Sözüyle her nebinin, kendi asrında revaçta olan şeyler cinsinden meydana gelen mucizesinin, revaçta olan âdeti yırttığına dikkati çekmektedir. Kur’ân da geldiği devirde Araplar arasında revaçta olan sihr-i beyanı yırtmış olup, bu cihetle harikuladedir.
6. Peygamberimizin Nübüvvetine Yapılan İtirazlara Cevapları:
Âmidî, peygamberimizin peygamberliğini kabul etmeyenleri iki gruba ayırır. Birincisi, şeriatlerin neshini kabul eden Hıristiyanlardır. Bunlar taşların tesbihi, ayın ikiye bölünmesi, ceylanın konuşması, kütüğün inlemesi gibi mucizelere ait haberlerin mütevatir olmadığını ileri sürerek kabul etmezler. Âmidî bunlara cevaben; “Bu mucizelere ait haberler mütevatir olmasa bile, her asırda yalan üzerinde ittifakları tasavvur edilemiyecek kadar çok hadis ve siyer ehlince nakledilmiştir. Böyle olan Haber-i Âhadlar da zaruri bilgiyi gerektirir. Nitekim Hâtem’in cömertliğiyle, Antere’nin şecaatini de bu yolla bilmekteyiz.” demektedir.(41)
İkinciler ise şeriatlerin neshini kabul etmeyen Yahûdilerdir. Yahûdilerden, Ananiye grubu naklen; Şuma’niye grubu da aklen, şeriatlerin değişmesinin caiz olmadığını iddia etmektedirler.
Ananiye fırkası, Hz. Musa’dan selefden halefe naklen mütevatir dedikleri, “Benim şeriatım size ebedidir. Semavat ve arz devam ettiği müddetçe ona sarılmalısınız.” sözünü delil olarak ileri sürerler. Bunlara karşı Âmidî; “Bu sözün senedinin doğruluğu sabit değildir. Ayrıca metni de ihtilaflıdır. Nitekim ‘Emrettiğim ve nehyettiğim şeylerde bana itaat ederseniz, semavat ve arz devam ettiği müddetçe sizin mülkünüz de devam eder.’ şeklinde de rivayet ederler. Dolayısıyla ihtilaflı olan bu söz, ne mülkün devam edeceğine ne de şeriatın nesh edilmeyeceğine delalet etmez.” diyerek savunma yapmaktadır.(42)
Şuma’niye fırkası ise önceki şeriatte emir ve nehyedilen şeylerin bir sonraki şeriatle değiştirilmesi, hem hüsün-kubuh açısından, hem de Allah’ı tenzih açısından mahzurlu görmektedirler. Zira Allah’ın, önceki isteğinden pişman olması gibi bir neticeye götürür. Hem bir şeyin hasen ve kabih, hem maslahat ve hem de mefsedet olması mümkün olmaz, diye iddia ederler.
Âmidî bu meseleyi, Eşarilerde aslolan, “hüsün ve kubuh zatî değil; şerî’dir” kaidesiyle hallediyor. Allah’ın isteğini değiştirmesinin pişmanlık manasına olmadığını da O’nun mutlak ilim ve mutlak iradesiyle izah ediyor. Çünkü Allah, o şeriatı iradesiyle koyduğu gibi yine iradesiyle neshedeceğini de ezelî ilmiyle bilmektedir.(43)
Âmidî nübüvvet konusunda, son olarak Yahûdilerden Îseviyye fırkasının, Peygamberimizin peygamberliğini kabul ettikleri halde cihanşumül oluşunu kabul etmeyerek Araplara has olduğuna dair iddialarını ele alır ve bu konuda haberi tevatür olan, “Peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzab, 40) mealindeki âyet ile “Benden sonra peygamber yoktur.” hadisini kullanır. Bu konuda, “Şayet umuma peygamber değilse, davasında yalancı olması gerekir. Yalancı olması da getirdiği şeyleri iptal eder. (Dolayısıyla Araplara da peygamber olamaz.) Bu ise mucize ve katî delillerle ismeti sabit olan nebiler hakkında muhaldir.” şeklindeki istidlali ile onların hatalı olduğunu isbat etmektedir.(44)
Bunların ötesinde Âmidî nübüvvetin özelliklerinde ve nebinin üzerinde taşıması gereken sıfatlardan hiç bahsetmemektedir.
BİBLİYOGRAFYA
1 - Abdüllatif, Hasan Mahmud, Gayetü’l-Meram Mukaddimesi, Kahire-1971.
2 - Âmidî, Seyfüddin, Gayetü’l-Meram, Kahire-1971.
3 - Askalanî, İbn-i Hacer, Lisanü’l-Mizan, Haydarabad-1330.
4- İbn-i Hallikan, Vefeyat el-Ayan, Kahire-1948.
5 - İbn-i Kesir, El-Bidaye ve’n-Nihaye, Beyrut-1967.
6 - İbnü’s-Salah, Fetavâ, Diyarbakır, Tarihsiz.
7 - İbn-i Sübkî, Tabakatüşşafiiyyetü’l-Kübra, Beyrut-1324.
8 - Şeşen, Ramazan, Selahaddin Eyyübî ve Devlet, İstanbul-1987.
9 - Zehebî, El-İber fî Haberi Men Gaber, Beyrut, Tarihsiz.
Habîb-i Kibriyâ
Ahmed ü Mahmud Muhammed Mustafa derler sana
Efdal-i mevcûd Habîb-i Kibriyâ derler sana
Ey risâlet ma’deni fâzıl-terîn-i enbiyâ
Arş-ı irşâd kubbesinde müntehâ derler sana
Nûr-i Vahdet şem’ini sensin fürûzân eyleyen
Şâh-i evreng-i şefâat Müctebâ derler sana
Nûr-i Mevlâ’dan mürekkebsin mükerremsin güzel
Ey kerim-hilkat kerem-şân Mürtezâ derler sana
Şâh-ı evreng-i şefâatsin Habîb-i Kibriyâ
Rûz-i mahşerden azîm sâhib-livâ derler sana
“Kabe kavseyni ev ednâ” sadrına sultân olan
Bezm-i vuslat mahremi Hak-âşinâ derler sana
Bu Muhammed Lütfi’ye lutf et kerem kıl ya Rasûl
Muktedâ-yı enbiyâ sâhib-livâ derler sana
Erzurumlu Mehmet LÜTFİ